Eleştiri, genel olarak, bir kişi, bir eser yahut bir konu hakkında düşünmek, onun doğru ve yanlışlarını göstermeye çalışmaktır. Bu, çoğu kere iyi niyetle yapılan bir şeydir. Ancak çoğunluk eleştirilmek istemez. Sebep: reddedilme, küçük düşme, beğenilmeme korkusu; yetersizlik hissi, özgüven kaybı, sosyal fobi…
Eleştiriye açık olduğunu söyleyenler arasında dahi eleştiri kişiyi öfkelendirir, bazen kendini savunmaya zorlar; zira birincil çağrışımı olumsuzluk olarak görülür. Yapıcı olabileceği düşünülmez bile…
Dışarıdan gelen eleştirilere kulak tıkamak olası. Eleştirinin geleceği odaklardan uzak durmak da… Ancak bu eleştiri ya çok yakınımızdan, “içimizdeki ben”den geliyorsa… Ondan uzaklaşmak ne mümkün! Kulak tıkamak, gözmezlikten gelmek de keza öyle…
2013 yılında kurulan ve Almanya’daki en büyük ve en çok atıf yapılan medya ağlarından RND (RedaktionsNetzwerk Deutschland), iletişim çağında insan psikolojini derinden etkileyen bu konuyu masaya yatırmış. Yaşam Koçu Helmut Nowak, “içsel eleştirmen” olarak tanımladığı bu sesle nasıl mücadele edileceğini, uzlaşılacağını, yeri geldiğinde susturulacağını, bilimsel olarak kanıtlanmış verilerden hareketle açıklıyor, okura ipuçları veriyor.
Nowak, “Birçok kişiye eşlik eden içsel bir eleştirmen vardır.” diyor. “O eleştirmen bıkıp usanmadan kişiye neyi yanlış yaptığını, neyi daha iyi yapabileceğini söyler durur. Kişi de bunları düşünür sürekli. Endişeleri artar. Savunma güdüsü gelişir. Özgüveni yiter bazen.”
İçinizdeki eleştirmenle tanıştınız mı hiç?
Yaşam koçuna göre, “Sorulmadan ve durmaksızın, yine başarısız olduğunu, yeterince iyi olmadığını, iyi bir anne olmadığını, iyi bir iş çıkarmadığını söyleyen bir iç sesiniz” varsa, durum vahim. “Eğer içimizden gelen bu tür eleştirilere gerçek anlamda kendimizi inandırmasak, onun sadece bir iç ses olduğunu kabul etsek, sorun yok. Hayata dair pozitif bakış açımızın bozulmasına izin vermemiş olur, kendimizle barışık yaşar gideriz. Ne var ki, içimizden gelen bu tür eleştiriler, genellikle hoş bulmadığımız duyguları tetikler. Sanıldığından da kolay cesaretimizi kırar, üzüntülere vesile olur ve beraberinde acıyı getirebilir.”
Böyle bir durumu yaşayan insan kendini nasıl hisseder?
Sosyal fobisi olan kişi, başkalarının yanında hata yapmaktan, rezil olmaktan, eleştirilmekten, küçük düşmekten, dalga geçilmekten ve utanç duymaktan korkar. Dolayısıyla içine kapanır, dört duvar arasına sıkışır. Ancak o korkulan eleştiri, içimizden gelince, kaçacak yer de bulunmaz.
Nowak, “Bu durumu yaşayan kişilerin, bu sesleri genellikle bastırmayı, zihnini uyuşturmayı, dikkatini dağıtmayı çok iyi başardığını” söylüyor ve kolayca bu durumdan kaçmayı seçtiklerini: “Bu yöntemler elbette ki, kısa vadede onlara yardımcı olur, ancak uzun vadede işe yaramayacağı aşikâr. Bununla birlikte, hepimiz dışlamış olduğumuz duygularımızı zihnimizin derinlerine bastırabildiğimizi, onu yeterince derinlerde tutabilmek için ağırlık uyguladığımızı ve her ne yaparsak yapalım bu sorunun içimizde gizlice güçlenerek yeniden gün yüzüne çıktıklarını da biliriz.”
Duyguları nesnel bir şekilde sınıflandırın
“Koltukta” adlı köşede çıkan makalesinde Nowak sözlerine şöyle devam ediyor: “Şimdi yakın birinin size güvenip aşağılayıcı ve stres yüklü düşüncelerini anlattığını hayal edin. Çoğu zaman, böylesi durumlarda sakin kalmayı başardığınızı, üzerinizde oluşan stresi ve baskıyı yendiğinizi göreceksiniz. Çünkü böylesi durumlarda normalden çok daha büyük bir duygusal mesafeye sahip oluruz ve başkalarının duygularını daha nesnel olarak sınıflandırabilir ve yansıtabiliriz.”
Tam da burada Michigan Eyalet Üniversitesi’nden psikolog Jason Moser ile Ethan Kross’ın araştırmalarına değiniyor Nowak. Bu ikilinin söz konusu gerçeği, yani başkalarının duygularını daha nesnel sınıfladığımız gerçeğini ele aldığını açıklıyor: “Üçüncü bir şahsa karşı, düşünceleri ve duyguları sözlü olarak ifade etmek, kendimize karşı davrandığımızdan çok daha az strese sebebiyet verir. Bu yüzden ben üzgünüm demek yerine, bu durumda doğrudan kendimize hitap ederek, adınızı söyleyerek üzgünüm demelisiniz. Örnek vermek gerekirse… Tina isimli kişiyi ele alalım. Ben üzgünüm demek yerine Tina üzgün denmesi daha doğru olacaktır. Bunu elbette ki yüksek sesle yapmak zorunda değilsiniz, yeter ki kendinizi betimleyerek isminizi zihninizde dillendirin.”
Kendinizle üçüncü şahıs gibi konuşun…
Psikolog Jason Moser diyor ki: “Araştırmamızda şunu gördük; insanlar kendilerinden üçüncü bir şahıs gibi bahsetme eğilimindeler. Kendilerini bir başkası gibi görmek kendilerini iyi hissetmelerine sebep oluyor. Üçüncü kişide özyansıtma, deneyimlerden psikolojik olarak uzaklaşmaya yardımcı olabiliyor. Bu da olumsuz duyguları düzenlemek adına atılan gayet faydalı bir adım.”
Özyansıtma, bireyin kendini izleme ve değerlendirme sürecinde yaşanan bir nevi geribildirim. Bu hal, kişinin kendi davranış ve deneyimlerini fark etmesini, memnuniyet ve memnuniyetsizlikleriyle yüzleşmesini, gerek gördüğünde de sürece müdahale etmesini, olup bitende değişiklik yapmasını sağlar. Moser, bu sebeple “özyansıtma”nın altını çiziyor.
Duygusal denge kurmak mühim
Nowak, Jason Moser ile Ethan Kross’un araştırmaları hakkında bilgi vermeye devam ediyor. Diyor ki: “Ekip, deneklere tarafsız içeriğe sahip veya rahatsız edici çeşitli görüntüler göstermiş. Deneklerden fotoğraflara bakıp üzerinde düşünmeleri istenmiş. Düşünürken de kendileriyle birinci veya üçüncü tekil şahıs olarak konuşmaları… Bu süreçte deneklerin beyin dalgaları elektroensefalografi (EEG) kullanılarak kayıt altına alınmış. Değerlendirme, insanların kendileriyle üçüncü şahıs gibi konuştuğunda, birinci şahıs kullananlara göre daha hızlı sakinleştiklerini göstermiş.”
Kim beceriksiz, aptal, tembel, şişman, yaşlı, düşüncesiz olmak ister ki… Kim kötü anne, kötü baba, kötü evlat tanımını kabul eder ki… Kim yeterince iyi olamayan kendini sever ki…
Moser ile Kross, kişiyi bu cendereye sokan ruh halini daha iyi kavramak ve çözüm, eğer üçüncü şahıstan bahseder gibi kendimizden bahsetmekte gizliyse bu nasıl mümkün olabilir, onu bulmak amacıyla bir başka deney daha yapma ihtiyacı hissetmişler.
Yaşam koçu Nowak, bu süreci anlatıyor: “Başka bir deneyde de üçüncü şahıs olarak düşünmek daha rahat bir görüş yaratılmasına yardımcı olmuş: Denekler üçüncü şahısta olumsuz deneyimler üzerine düşündüklerinde, olumsuz duyguların işlenmesinden sorumlu olduğuna inanılan beynin bölgesi, kendileriyle birinci şahısta konuştuklarından daha az aktifleşmiş. Araştırmacılar, duygusal dengeyi hızla yeniden kazanmanın nispeten basit bir yolunu bulduklarını varsaymışlar.”
Nowak’a göre sihir şurada: “Kendinizle kurup koruduğunuz iç mesafe hayatınızı kolaylaştırır!”
Bu yazı ilk kez 16 Aralık 2021’de yayımlanmıştır.