Sorumluluk, özgürlük, irade: Unutulan kavramlar üzerine konuşmalıyız

“Özgür olduğumuz için seçim yapar, seçim yaptığımız için sorumlu oluruz. Seçtiğimiz hayatı yaşamanın, seçmediklerimizden vazgeçmenin sorumluluğu. Arzularımıza eşlik etmesi gereken irade… İnsanı insan yapan bu kavramlardır.” Prof. Dr. Erol Göka yazdı.

Hatırlayanlar olacaktır daha önceki bir makalemizde, “Bolluk Paradoksu” kitabının yazarı Barry Schwartz’ın, yaşadığımız tüketim toplumundaki tercih artışı karşısında nasıl seçimler yapmamız gerektiği konusunda önerilerini ele almış, şunları yazmıştık:

“Schwartz, yaşadığımız bolluk paradoksundan çıkabilmek ve mutlu olabilmek için önerilerini şöyle sıralıyor: 1. Seçim özgürlüğümüze gönüllü olarak belli sınırlamalar getirelim. 2. En iyiyi aramaktansa ‘yeterince iyi’yi arayalım. 3. Kararlarımızın sonuçlarıyla ilgili beklentilerimizi azaltalım. 4. Kararlarımızı geri alınamaz biçimde vermeye çalışalım, yani sebat edelim. 5. Etrafımızdaki insanların ne yaptığıyla o kadar fazla ilgilenmeyelim.

Kendi adıma Schwartz’ın önerilerini işe yarar bulduğumu söyleyebilirim. Ama ufkumuzu daha da genişletmeli, teorik zeminimizi biraz daha sağlamlaştırmalı, erdemler üzerine daha çok kafa yormalı, zihin binamızın kavram tuğlalarını daha sıkı biçimde örmeliyiz. Böyle bir dünyada bize verilen ömrü nasıl sürmemiz, yaşadığımız hengâmede bir şans oyuncusunun karar verme süreçlerinin her türlü seçime yaygınlaşması karşısında ne yapmamız, nasıl davranmamız gerektiğini biraz daha konuşmamız lazım.”

Geçen yazımızda “Portföy toplumu”ndaki hallerimizi biraz açınca bunları hatırladım. Zombileşiyoruz, insanlıktan çıkıyor, beşerliğe doğru düşüyoruz. Buradan çıkışın tek yolu, tekrar bizi neyin insan yaptığı üzerine düşünmek ve onları hayatımızda daha çok uygulamaya koymaktır.

Tamam; ama nasıl yapacağız tüm bunları? Nasıl uygulamaya koyacağız Schwartz’ın önerilerini?

Erdemler üzerine daha çok konuşalım, tercihlerimizi şöyle yapalım, kararlarımızı böyle verelim deyip duruyoruz, ama bunları yapacak olanın, yaşam sorumluluğunu üstlenmiş insan iradesi olduğunu, günümüzde de bu kavramların, yani sorumluluk ve iradenin ağır bir tahrip yaşadığını görmezden geliyoruz.

Unutulan sorumluluk

Anı yaşamaktan, anda kalmaktan, kendin olmaktan, dilediğini özgürce yapmaktan çokça bahsediyoruz bu günlerde. Ama insanın “iradi” bir varlık olduğunu, hayatı boyunca bizzat kendi iradesiyle yapmış olduğu ve yapacağı tercihler ve sonucunda üstlenmek durumunda kalacağı sorumlulukları nedense pek gündeme almıyoruz. Maalesef günümüzde ‘irade’ ile birlikte neredeyse rafa kaldırılmaya çalışılan kavramlardan birisi de ‘sorumluluk’… Ne yazık ki böyle olmasında da çocuk yetiştirme pratiklerine ve eğitime çok güçlü yansımaları olan modern psikoloji söylemlerinin ve onların toplum tarafından algılanışının payı çok…

Modern psikolojik bilimlerde, psikiyatri ve psikoterapi uygulamalarında ne hayat seçimlerimiz ne de sonucunda kabul etmek zorunda olduğumuz sorumluluklarımızın pek dikkate alınmadığını söylemek durumundayım. Tamamen elimizde olmayan nedenlerle bir kişiliğe ve psikolojik bir rahatsızlığa sahip olmuşuz ve bundan dolayı kendimizi sorumlu tutmamamız, suçlamamamız gerektiği şeklinde bir yaklaşımımız var. Ancak modern psikoloji teori ve uygulamalarının ihmalden geldiği bu husus, adli psikiyatri ve psikolojinin gündeminden hiç eksik olmuyor; bu alanlardaki meslektaşlarımız, toplumda ve modern psikolojik bilimlerde pek yüz verilemeyen “irade” ve “sorumluluk” kavramlarını didikleyerek vakalar üzerinde karar vermeye çalışıyorlar.

Evet, “irade” ve “sorumluluk” kavramları sadece adli süreçlerde hukukçuların biz psikolojik bilimlerdeki meslek sahiplerine bilirkişi olarak “cezai ve hukuki ehliyet”, “fârik ve mümeyyiz olup olmama” gibi soruları karşısında yaptığımız davranış, işlediğimiz suç nedeniyle gündeme geliyorlar. Psikolojik bilimlerdeki meslek sahipleri olarak kişinin akıl hastalığı olup olmadığına, eğer varsa, işlediği fiilin hukuki anlam ve sonuçlarını algılama veya bu fiille ilgili olarak davranışlarını yönlendirme yeteneğini (şuur ve hareket serbestisi) etkileyip etkilemediğine, etkilediyse ne ölçüde etkilediğine göre cevap vermeye çalışıyorlar.

Genel hatlarıyla ele alındığında elbette modern psikiyatrinin ve psikolojik bilimlerin bakışında bir sorun olmadığını söyleyebiliriz. Sistem bir biçimde işliyor. Bir yandan insan psikolojisi, zihni ve beyin işleyişi, akıl hastalıklarının nedenleri anlaşılmaya, bilimsel zeminde tedavileri düzenlenmeye çalışılıyor, bir yandan “suç” ortaya çıktığında varsa psikolojik rahatsızlığın ne ölçüde etkili olduğuna cevap bulunmaya gayret ediliyor.

Ancak ben yine de “Keşke insanın hayat tercihlerine ve sorumluluklarına sadece adli süreçler karşısında değil de tüm psikolojimizin işleyişinde ve sağlıksız, psikopatolojik durumlarında ortaya çıkışında da dikkat edilip rolleri, payları araştırılsaydı…” demeden edemiyorum. Hatta bu temennimi, “Keşke ilgili beşerî bilimlerle bağlantı içinde günümüz yaşantı ve anlayışlarının insan tercihleri ve sorumluluk anlayışındaki etkisi üzerinde yeterince durulabilseydi…” demeye kadar genişletmek mümkün. Çünkü akademide irade ve sorumluluğun üzerinde fazlaca durulmaz daha ziyade insanın elinde olmayan hususların altı çizilirse bunun çocuk yetiştirme pratiklerine ve eğitime hesap edemediğimiz çarpıtılmış yansımaları olacağını, olduğunu görüyoruz.

İnsanları, davranışlarının sorumluğunu, kendi ellerinde, iradelerinde olduğunu anlatmakta müşkül çekiyorsunuz. Kimse sorumluluk almak istemiyor; sorumlu, doğulan aile, genetik yapı, insanın elinde olmayan kişilik ve psikolojik özellikleri olarak gösteriliyor.

Sonuçta biz irade ve sorumluluk kavramlarını unuttukça, her yeni nesilde, sürekli, “Beni seç, benim ürünümü tercih etmen hâlinde kazanacaksın!” diye aklımızı çelmeye çalışan, bizi çepeçevre kuşatan moda-reklam ve pazarlama dünyasının seçimlerimiz üzerindeki etkileri biraz daha artıyor. Hayatının her alanında, aklına ne gelirse o doğrultuda anlık seçimler yapan, bunu özgürlük alanı içinde değerlendiren ve böyle yapmanın sorumlulukları üzerine hemen hiç düşünmeyen, sürekli sorumluluğu, suçu başka şeylere yıkmaya çalışan bir zihniyet yapısı ortaya çıkıyor.

Maalesef günümüzde varoluşçu felsefe ve psikoloji dışında insanın “seçim yapan varlık” olduğunu vurgulayan güçlü bir ekol yok. “İnsan özgür iradesiyle yaptığı tercihlerini ve ortaya çıkacak sonuçlarını kendisinden başka kimseye yükleyemez. İnsanın özgürlüğü diğer canlıların serbestliğiyle kıyaslanamaz” diyen bulunmuyor.

Özgürlük anlayışımız da sorunlu

İnsan; seçim yapan (ihtiyaç sahibi), iradesini seçimleri doğrultusunda kullanan ve bu nedenle de hayatından sorumlu olan bir varlıktır. İnsan, kendi hayat tercihlerini kendi iradesiyle yapar. Doğrudur; kendi anne babamızı, bedenimizi, toplumsal kuralları, hayat koşullarını belirleyemediğimiz dünya hayatında insanın tekil iradesinin gücü olsa olsa kelebeğin kanat çırpmalarıyla kıyaslanabilir, ama son tahlilde insan özgürdür. Bizi fiillerimizden sorumlu kılan, işte varoluşumuzdaki bu özgürlük unsurudur. Seçimlerimiz, özgürlüğümüzün cisimleşmesi, gerçeklik kazanmasıdır. Özgür olduğumuz için seçim yapar, seçim yaptığımız için sorumlu oluruz. Seçtiğimiz hayatı yaşamanın, seçmediklerimizden vazgeçmenin sorumluluğu…

Her seçimimiz, aynı zamanda bir kaybediştir; diğer seçim ihtimallerinden vazgeçtiğimiz için potansiyel olarak suçluluk ve pişmanlık duygusunu barındırır. Seçim yapabilme iradesi aslında vazgeçtiklerimizin yokluğuna katlanabilme gücüdür. Bu nedenle birçokları, özgürlüğün eninde sonunda pişmanlığa yol açacak bir kararla neticeleneceğini sezdikleri için özgürlükten çok korkarlar. Özgürlüklerini sere serpe hoyratça kullananlar gibi yapmazlar, ama özgürlük korkusu onları başkalarına yapıştırır, başkalarının iradelerine bağımlı hâle getirir.

Özgürlük, “Dilediğimi yaparım, kimse bana karışamaz!” pervasızlığı ve serkeşliği değil, tam tersine eylemlerinin sorumluluğunu almayı ve sonuçlarına katlanmayı gerektiren bir varoluşsal konumlanıştır. Elbette insanın yapacağı tercihi, vereceği kararı etkileyen ve baştan sona hepsini hesaba katmaya kimsenin muktedir olamayacağı sayısız önkoşul ve durum vardır. Ama yine de insan, bir tercihte bulunurken, bir karar verirken öncelikle kendisiyle sonra vereceği kararı çerçeveleyen koşullarla ilgili gerçekliği mutlaka hesaba katarak hareket eder. Akıl bâliğ olan, gerçekçi değerlendirmeler yapabilen her insan, şöyle ya da böyle özgürlüğün tek başına bir töz olmadığını mutlaka yanında sorumluluğu da taşıdığının farkına varmıştır.

Arzu ve irade

Özgürlük hissimiz varoluşumuzda o denli belirleyici ki, aslında dört bir yandan zorunlulukla sarılmış, kuşatılmış olduğumuzu, zorunlulukların bizi sorumlu kıldığını görmüyoruz. Zorunluluklarımız, bizim dışımızdaki şartlar öylesine belirleyici ki, göklere çıkardığımız irademizin elinde aslında çok az seçim fırsatı kalıyor. Benliğimizin içinde önemli bir yer tutan bedenimizin sağlıklı olup olmaması hakkında bile bize çoğu zaman söz düşmüyor. Hayatımız ve irademiz çoğu zaman bu zorunluluklara uyum sağlamaya çalışma kimi zaman da sahiden özgürce tercihte bulunma arasında geçip gidiyor. Her ne kadar günümüzde daha çok özgürlüğün nidaları duyulsa da gerçekler böyle yani gerçekliğin aleyhine bir işleyiş söz konusu…

Özgürlüğün öne çıkarılmasının temel nedeni, tüketim ve portföy toplumunda arzulara ve hazza verilen önemden kaynaklanıyor. Sistem buna göre çalışıyor. Bu yüzden psikolojik bilimler ve psikiyatri ‘irade’ kavramını ilahiyata ve felsefeye terk etmek, arzuyu ve doyumu vurgulamak durumunda kalıyor.

Freud’un insandaki arzu akışının ve dürtülerin kaynağı olarak gösterdiği “bilinçdışı” kavramının, arzuyu iradenin karşısına diken anlayışa çanak tuttuğunu şimdi daha iyi görebiliyoruz. Geriye dönüp bakıldığında tüm modern psikolojik bilimlerde iradenin dışlanarak arzunun öne çıkarılmasının Viktorya döneminde[1] Batı dünyasında iradeyi hükümran kılmak adına insan arzusuna karşı açılan savaşa bir tepki olduğunu söylemek mümkün. Elbette Viktorya dönemi saçmalıklarını kimse savunamaz; insanın arzu akışını iradeyle tamamen baskılamak hem imkânsız hem saçmadır. Viktorya döneminin saçmalıklarına karşı çıkıyorum diye insanın iradesine ve sorumluluklarına karşı çıkmanın da iler tutar bir yanı yoktur. İnsan davranışında iradenin hiç payı olmadığını, davranışların tümüyle bilinçdışı dediğimiz karanlık alandan ya da toplumsal dinamiklerden kaynaklandığını söylemek de yorumda çok aşırı gitmenin bir başka şeklidir.

Arzu ve irade, birbirinden koparılamaz. Nasıl bilinçli hâllerimiz bilinçdışıyla bağlantılıysa, arzu da iradeden bağımsız değildir; onlar birbirine karşıt değil aynı sürecin tamamlayıcı parçalarıdır. Arzu iradenin temelidir, arzu yoksa irade de yoktur. İnsan arzusu, yalnızca geçmişten gelen bir itme ya da yalnızca tatmin isteyen ilkel ihtiyaçların çağrısı değil fakat aynı zamanda irademizle gelecekte olmasını umduklarımıza, bir şekil vermedir. İnsan, arzulayan bir varlıktır ama arzu akışını insana yakışır bir yola sokacak olan iradedir. Arzunun anlam çağrışımı inanca, hevese, yaşama şevkine yakındır.

Bugün insanın başına gelenlerin ve bu arada davranışsal bağımlılıkların ve kumar sorununun sorumlusu, sanılanın aksine arzular değil, iradesi alınmış dünyada, arzuların rehbersiz kalmasıdır. Davranışsal bağımlılıklardan, kumar sorunundan mustarip kimseler de iradesinin şiddetli arzuya engel olamadığı iddialarından vazgeçmelidirler. Ağır, içinden çıkılması zor bir derde düştüklerini elbette kabul etmeliyiz ama çıkış için başlangıç yolu, henüz başaramıyorsa bile, yapabildiği ölçüde, hayata dair sorumluluklarını üzerine almaya çalışmak olmalıdır. Zira insan yaşadığı sorunlarda kendi payını göremiyorsa, onun değişmek için hiçbir çaba harcamayacağı, değişme çabasını anlamsız bulacağı açıktır. Sorumluluğunun ve başına gelenlere kendi katkısının farkına vardıkça insan, değişim için bir inanç ve umut taşır, arzusunu iradesinin rehberliğinde olumlu yönde değişmeye doğru yöneltebilir.

Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Fikir Turu’nun editöryel politikasını yansıtmayabilir.

Bu yazı ilk kez 5 Eylül 2024’te yayımlanmıştır.

[1] Viktorya dönemi, tüm Avrupa’da yaşanan bir ahlak anlayışını temsil etmesine rağmen adını İngiltere’de Kraliçe Victoria’nın hüküm sürdüğü 1837-1901 yıllarından alır. Bu dönemde İngiliz İmparatorluğu gücüne güç katmış ama aynı zamanda kilise ve bilim, inanç ve akıl, ahlâkî değerler ve fuhuş arasındaki çelişki ve gerilimler en yoğun biçimde yaşanmıştır. Cinsellik alanına getirilen baskılarla ve kadının azize gibi davranmadığı zaman baştan çıkarıcı şeytan olarak görülmesiyle bilinen bir dönemdir. Cinsellik alanında “bekâret kemeri”yle temsil edilen inkârcı bir tutum geliştirilmiş, sansür uygulanmıştır. Hayvanat bahçelerindeki hayvanlara bile pantolon giydirilmiştir. İşin ilginç yanı, tüm bunlara rağmen tüm sapkınlıkların arttığı bir dönem olarak kayıtlara geçmiştir.

 

Erol Göka
Erol Göka
Prof. Dr. Erol Göka - Sağlık Bilimleri Üniversitesi Tıp Fakültesi Ankara Şehir Hastanesi'nde "Psikiyatri Bölümü Eğitim ve İdari Sorumlusu" olarak görevli. Psikiyatrinin birçok alanında yapılan bilimsel çalışmalarda yer almasına rağmen ilgisi, daha çok psikiyatrinin sosyal bilimlerle ve felsefe ile kesişim noktalarında yoğunlaşmıştır. İnsanın dinamik özelliklerine ve grup-varlığına olan ilgisi onu psikodinamik yönelimli klinik uygulamalara ve grup psikoterapilerine yöneltmiştir. “Hoşçakal: Kayıp, Matem ve Hayatın Zorlukları”, "Hayatın Anlamı Var Mı?", “Yalnızlık ve Umut” ve "Kalpten" psikiyatriye bakışındaki özgün varoluşçu-dinamik çerçeveyi ortaya koymaktadır. “Türk Grup Davranışı” kitabı ile Türkiye Yazarlar Birliği 2006 yılı “Yılın Fikir Adamı Ödülü”ne layık görülen Erol Göka’ya 2008 yılında, Türk Ocakları tarafından “ilmi çalışmalarıyla Türk milletinin ufkunu açan eserler ortaya koyması” dolayısıyla, “Ziya Gökalp/ Türk Ocakları İlim ve Teşvik Armağanı” verilmiştir. Erol Göka, 2020 yılında ise, kültür ve sanat hayatına uzun süreli katkıları nedeniyle Türkiye Yazarlar Birliği’nin “Üstün Hizmet Ödülü”nü almaya hak kazanmıştır.

YORUMLAR

Subscribe
Bildir
guest

0 Yorum
Eskiler
En Yeniler Beğenilenler
Inline Feedbacks
View all comments

Son Eklenenler

Sorumluluk, özgürlük, irade: Unutulan kavramlar üzerine konuşmalıyız

“Özgür olduğumuz için seçim yapar, seçim yaptığımız için sorumlu oluruz. Seçtiğimiz hayatı yaşamanın, seçmediklerimizden vazgeçmenin sorumluluğu. Arzularımıza eşlik etmesi gereken irade… İnsanı insan yapan bu kavramlardır.” Prof. Dr. Erol Göka yazdı.

Hatırlayanlar olacaktır daha önceki bir makalemizde, “Bolluk Paradoksu” kitabının yazarı Barry Schwartz’ın, yaşadığımız tüketim toplumundaki tercih artışı karşısında nasıl seçimler yapmamız gerektiği konusunda önerilerini ele almış, şunları yazmıştık:

“Schwartz, yaşadığımız bolluk paradoksundan çıkabilmek ve mutlu olabilmek için önerilerini şöyle sıralıyor: 1. Seçim özgürlüğümüze gönüllü olarak belli sınırlamalar getirelim. 2. En iyiyi aramaktansa ‘yeterince iyi’yi arayalım. 3. Kararlarımızın sonuçlarıyla ilgili beklentilerimizi azaltalım. 4. Kararlarımızı geri alınamaz biçimde vermeye çalışalım, yani sebat edelim. 5. Etrafımızdaki insanların ne yaptığıyla o kadar fazla ilgilenmeyelim.

Kendi adıma Schwartz’ın önerilerini işe yarar bulduğumu söyleyebilirim. Ama ufkumuzu daha da genişletmeli, teorik zeminimizi biraz daha sağlamlaştırmalı, erdemler üzerine daha çok kafa yormalı, zihin binamızın kavram tuğlalarını daha sıkı biçimde örmeliyiz. Böyle bir dünyada bize verilen ömrü nasıl sürmemiz, yaşadığımız hengâmede bir şans oyuncusunun karar verme süreçlerinin her türlü seçime yaygınlaşması karşısında ne yapmamız, nasıl davranmamız gerektiğini biraz daha konuşmamız lazım.”

Geçen yazımızda “Portföy toplumu”ndaki hallerimizi biraz açınca bunları hatırladım. Zombileşiyoruz, insanlıktan çıkıyor, beşerliğe doğru düşüyoruz. Buradan çıkışın tek yolu, tekrar bizi neyin insan yaptığı üzerine düşünmek ve onları hayatımızda daha çok uygulamaya koymaktır.

Tamam; ama nasıl yapacağız tüm bunları? Nasıl uygulamaya koyacağız Schwartz’ın önerilerini?

Erdemler üzerine daha çok konuşalım, tercihlerimizi şöyle yapalım, kararlarımızı böyle verelim deyip duruyoruz, ama bunları yapacak olanın, yaşam sorumluluğunu üstlenmiş insan iradesi olduğunu, günümüzde de bu kavramların, yani sorumluluk ve iradenin ağır bir tahrip yaşadığını görmezden geliyoruz.

Unutulan sorumluluk

Anı yaşamaktan, anda kalmaktan, kendin olmaktan, dilediğini özgürce yapmaktan çokça bahsediyoruz bu günlerde. Ama insanın “iradi” bir varlık olduğunu, hayatı boyunca bizzat kendi iradesiyle yapmış olduğu ve yapacağı tercihler ve sonucunda üstlenmek durumunda kalacağı sorumlulukları nedense pek gündeme almıyoruz. Maalesef günümüzde ‘irade’ ile birlikte neredeyse rafa kaldırılmaya çalışılan kavramlardan birisi de ‘sorumluluk’… Ne yazık ki böyle olmasında da çocuk yetiştirme pratiklerine ve eğitime çok güçlü yansımaları olan modern psikoloji söylemlerinin ve onların toplum tarafından algılanışının payı çok…

Modern psikolojik bilimlerde, psikiyatri ve psikoterapi uygulamalarında ne hayat seçimlerimiz ne de sonucunda kabul etmek zorunda olduğumuz sorumluluklarımızın pek dikkate alınmadığını söylemek durumundayım. Tamamen elimizde olmayan nedenlerle bir kişiliğe ve psikolojik bir rahatsızlığa sahip olmuşuz ve bundan dolayı kendimizi sorumlu tutmamamız, suçlamamamız gerektiği şeklinde bir yaklaşımımız var. Ancak modern psikoloji teori ve uygulamalarının ihmalden geldiği bu husus, adli psikiyatri ve psikolojinin gündeminden hiç eksik olmuyor; bu alanlardaki meslektaşlarımız, toplumda ve modern psikolojik bilimlerde pek yüz verilemeyen “irade” ve “sorumluluk” kavramlarını didikleyerek vakalar üzerinde karar vermeye çalışıyorlar.

Evet, “irade” ve “sorumluluk” kavramları sadece adli süreçlerde hukukçuların biz psikolojik bilimlerdeki meslek sahiplerine bilirkişi olarak “cezai ve hukuki ehliyet”, “fârik ve mümeyyiz olup olmama” gibi soruları karşısında yaptığımız davranış, işlediğimiz suç nedeniyle gündeme geliyorlar. Psikolojik bilimlerdeki meslek sahipleri olarak kişinin akıl hastalığı olup olmadığına, eğer varsa, işlediği fiilin hukuki anlam ve sonuçlarını algılama veya bu fiille ilgili olarak davranışlarını yönlendirme yeteneğini (şuur ve hareket serbestisi) etkileyip etkilemediğine, etkilediyse ne ölçüde etkilediğine göre cevap vermeye çalışıyorlar.

Genel hatlarıyla ele alındığında elbette modern psikiyatrinin ve psikolojik bilimlerin bakışında bir sorun olmadığını söyleyebiliriz. Sistem bir biçimde işliyor. Bir yandan insan psikolojisi, zihni ve beyin işleyişi, akıl hastalıklarının nedenleri anlaşılmaya, bilimsel zeminde tedavileri düzenlenmeye çalışılıyor, bir yandan “suç” ortaya çıktığında varsa psikolojik rahatsızlığın ne ölçüde etkili olduğuna cevap bulunmaya gayret ediliyor.

Ancak ben yine de “Keşke insanın hayat tercihlerine ve sorumluluklarına sadece adli süreçler karşısında değil de tüm psikolojimizin işleyişinde ve sağlıksız, psikopatolojik durumlarında ortaya çıkışında da dikkat edilip rolleri, payları araştırılsaydı…” demeden edemiyorum. Hatta bu temennimi, “Keşke ilgili beşerî bilimlerle bağlantı içinde günümüz yaşantı ve anlayışlarının insan tercihleri ve sorumluluk anlayışındaki etkisi üzerinde yeterince durulabilseydi…” demeye kadar genişletmek mümkün. Çünkü akademide irade ve sorumluluğun üzerinde fazlaca durulmaz daha ziyade insanın elinde olmayan hususların altı çizilirse bunun çocuk yetiştirme pratiklerine ve eğitime hesap edemediğimiz çarpıtılmış yansımaları olacağını, olduğunu görüyoruz.

İnsanları, davranışlarının sorumluğunu, kendi ellerinde, iradelerinde olduğunu anlatmakta müşkül çekiyorsunuz. Kimse sorumluluk almak istemiyor; sorumlu, doğulan aile, genetik yapı, insanın elinde olmayan kişilik ve psikolojik özellikleri olarak gösteriliyor.

Sonuçta biz irade ve sorumluluk kavramlarını unuttukça, her yeni nesilde, sürekli, “Beni seç, benim ürünümü tercih etmen hâlinde kazanacaksın!” diye aklımızı çelmeye çalışan, bizi çepeçevre kuşatan moda-reklam ve pazarlama dünyasının seçimlerimiz üzerindeki etkileri biraz daha artıyor. Hayatının her alanında, aklına ne gelirse o doğrultuda anlık seçimler yapan, bunu özgürlük alanı içinde değerlendiren ve böyle yapmanın sorumlulukları üzerine hemen hiç düşünmeyen, sürekli sorumluluğu, suçu başka şeylere yıkmaya çalışan bir zihniyet yapısı ortaya çıkıyor.

Maalesef günümüzde varoluşçu felsefe ve psikoloji dışında insanın “seçim yapan varlık” olduğunu vurgulayan güçlü bir ekol yok. “İnsan özgür iradesiyle yaptığı tercihlerini ve ortaya çıkacak sonuçlarını kendisinden başka kimseye yükleyemez. İnsanın özgürlüğü diğer canlıların serbestliğiyle kıyaslanamaz” diyen bulunmuyor.

Özgürlük anlayışımız da sorunlu

İnsan; seçim yapan (ihtiyaç sahibi), iradesini seçimleri doğrultusunda kullanan ve bu nedenle de hayatından sorumlu olan bir varlıktır. İnsan, kendi hayat tercihlerini kendi iradesiyle yapar. Doğrudur; kendi anne babamızı, bedenimizi, toplumsal kuralları, hayat koşullarını belirleyemediğimiz dünya hayatında insanın tekil iradesinin gücü olsa olsa kelebeğin kanat çırpmalarıyla kıyaslanabilir, ama son tahlilde insan özgürdür. Bizi fiillerimizden sorumlu kılan, işte varoluşumuzdaki bu özgürlük unsurudur. Seçimlerimiz, özgürlüğümüzün cisimleşmesi, gerçeklik kazanmasıdır. Özgür olduğumuz için seçim yapar, seçim yaptığımız için sorumlu oluruz. Seçtiğimiz hayatı yaşamanın, seçmediklerimizden vazgeçmenin sorumluluğu…

Her seçimimiz, aynı zamanda bir kaybediştir; diğer seçim ihtimallerinden vazgeçtiğimiz için potansiyel olarak suçluluk ve pişmanlık duygusunu barındırır. Seçim yapabilme iradesi aslında vazgeçtiklerimizin yokluğuna katlanabilme gücüdür. Bu nedenle birçokları, özgürlüğün eninde sonunda pişmanlığa yol açacak bir kararla neticeleneceğini sezdikleri için özgürlükten çok korkarlar. Özgürlüklerini sere serpe hoyratça kullananlar gibi yapmazlar, ama özgürlük korkusu onları başkalarına yapıştırır, başkalarının iradelerine bağımlı hâle getirir.

Özgürlük, “Dilediğimi yaparım, kimse bana karışamaz!” pervasızlığı ve serkeşliği değil, tam tersine eylemlerinin sorumluluğunu almayı ve sonuçlarına katlanmayı gerektiren bir varoluşsal konumlanıştır. Elbette insanın yapacağı tercihi, vereceği kararı etkileyen ve baştan sona hepsini hesaba katmaya kimsenin muktedir olamayacağı sayısız önkoşul ve durum vardır. Ama yine de insan, bir tercihte bulunurken, bir karar verirken öncelikle kendisiyle sonra vereceği kararı çerçeveleyen koşullarla ilgili gerçekliği mutlaka hesaba katarak hareket eder. Akıl bâliğ olan, gerçekçi değerlendirmeler yapabilen her insan, şöyle ya da böyle özgürlüğün tek başına bir töz olmadığını mutlaka yanında sorumluluğu da taşıdığının farkına varmıştır.

Arzu ve irade

Özgürlük hissimiz varoluşumuzda o denli belirleyici ki, aslında dört bir yandan zorunlulukla sarılmış, kuşatılmış olduğumuzu, zorunlulukların bizi sorumlu kıldığını görmüyoruz. Zorunluluklarımız, bizim dışımızdaki şartlar öylesine belirleyici ki, göklere çıkardığımız irademizin elinde aslında çok az seçim fırsatı kalıyor. Benliğimizin içinde önemli bir yer tutan bedenimizin sağlıklı olup olmaması hakkında bile bize çoğu zaman söz düşmüyor. Hayatımız ve irademiz çoğu zaman bu zorunluluklara uyum sağlamaya çalışma kimi zaman da sahiden özgürce tercihte bulunma arasında geçip gidiyor. Her ne kadar günümüzde daha çok özgürlüğün nidaları duyulsa da gerçekler böyle yani gerçekliğin aleyhine bir işleyiş söz konusu…

Özgürlüğün öne çıkarılmasının temel nedeni, tüketim ve portföy toplumunda arzulara ve hazza verilen önemden kaynaklanıyor. Sistem buna göre çalışıyor. Bu yüzden psikolojik bilimler ve psikiyatri ‘irade’ kavramını ilahiyata ve felsefeye terk etmek, arzuyu ve doyumu vurgulamak durumunda kalıyor.

Freud’un insandaki arzu akışının ve dürtülerin kaynağı olarak gösterdiği “bilinçdışı” kavramının, arzuyu iradenin karşısına diken anlayışa çanak tuttuğunu şimdi daha iyi görebiliyoruz. Geriye dönüp bakıldığında tüm modern psikolojik bilimlerde iradenin dışlanarak arzunun öne çıkarılmasının Viktorya döneminde[1] Batı dünyasında iradeyi hükümran kılmak adına insan arzusuna karşı açılan savaşa bir tepki olduğunu söylemek mümkün. Elbette Viktorya dönemi saçmalıklarını kimse savunamaz; insanın arzu akışını iradeyle tamamen baskılamak hem imkânsız hem saçmadır. Viktorya döneminin saçmalıklarına karşı çıkıyorum diye insanın iradesine ve sorumluluklarına karşı çıkmanın da iler tutar bir yanı yoktur. İnsan davranışında iradenin hiç payı olmadığını, davranışların tümüyle bilinçdışı dediğimiz karanlık alandan ya da toplumsal dinamiklerden kaynaklandığını söylemek de yorumda çok aşırı gitmenin bir başka şeklidir.

Arzu ve irade, birbirinden koparılamaz. Nasıl bilinçli hâllerimiz bilinçdışıyla bağlantılıysa, arzu da iradeden bağımsız değildir; onlar birbirine karşıt değil aynı sürecin tamamlayıcı parçalarıdır. Arzu iradenin temelidir, arzu yoksa irade de yoktur. İnsan arzusu, yalnızca geçmişten gelen bir itme ya da yalnızca tatmin isteyen ilkel ihtiyaçların çağrısı değil fakat aynı zamanda irademizle gelecekte olmasını umduklarımıza, bir şekil vermedir. İnsan, arzulayan bir varlıktır ama arzu akışını insana yakışır bir yola sokacak olan iradedir. Arzunun anlam çağrışımı inanca, hevese, yaşama şevkine yakındır.

Bugün insanın başına gelenlerin ve bu arada davranışsal bağımlılıkların ve kumar sorununun sorumlusu, sanılanın aksine arzular değil, iradesi alınmış dünyada, arzuların rehbersiz kalmasıdır. Davranışsal bağımlılıklardan, kumar sorunundan mustarip kimseler de iradesinin şiddetli arzuya engel olamadığı iddialarından vazgeçmelidirler. Ağır, içinden çıkılması zor bir derde düştüklerini elbette kabul etmeliyiz ama çıkış için başlangıç yolu, henüz başaramıyorsa bile, yapabildiği ölçüde, hayata dair sorumluluklarını üzerine almaya çalışmak olmalıdır. Zira insan yaşadığı sorunlarda kendi payını göremiyorsa, onun değişmek için hiçbir çaba harcamayacağı, değişme çabasını anlamsız bulacağı açıktır. Sorumluluğunun ve başına gelenlere kendi katkısının farkına vardıkça insan, değişim için bir inanç ve umut taşır, arzusunu iradesinin rehberliğinde olumlu yönde değişmeye doğru yöneltebilir.

Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Fikir Turu’nun editöryel politikasını yansıtmayabilir.

Bu yazı ilk kez 5 Eylül 2024’te yayımlanmıştır.

[1] Viktorya dönemi, tüm Avrupa’da yaşanan bir ahlak anlayışını temsil etmesine rağmen adını İngiltere’de Kraliçe Victoria’nın hüküm sürdüğü 1837-1901 yıllarından alır. Bu dönemde İngiliz İmparatorluğu gücüne güç katmış ama aynı zamanda kilise ve bilim, inanç ve akıl, ahlâkî değerler ve fuhuş arasındaki çelişki ve gerilimler en yoğun biçimde yaşanmıştır. Cinsellik alanına getirilen baskılarla ve kadının azize gibi davranmadığı zaman baştan çıkarıcı şeytan olarak görülmesiyle bilinen bir dönemdir. Cinsellik alanında “bekâret kemeri”yle temsil edilen inkârcı bir tutum geliştirilmiş, sansür uygulanmıştır. Hayvanat bahçelerindeki hayvanlara bile pantolon giydirilmiştir. İşin ilginç yanı, tüm bunlara rağmen tüm sapkınlıkların arttığı bir dönem olarak kayıtlara geçmiştir.

 

Erol Göka
Erol Göka
Prof. Dr. Erol Göka - Sağlık Bilimleri Üniversitesi Tıp Fakültesi Ankara Şehir Hastanesi'nde "Psikiyatri Bölümü Eğitim ve İdari Sorumlusu" olarak görevli. Psikiyatrinin birçok alanında yapılan bilimsel çalışmalarda yer almasına rağmen ilgisi, daha çok psikiyatrinin sosyal bilimlerle ve felsefe ile kesişim noktalarında yoğunlaşmıştır. İnsanın dinamik özelliklerine ve grup-varlığına olan ilgisi onu psikodinamik yönelimli klinik uygulamalara ve grup psikoterapilerine yöneltmiştir. “Hoşçakal: Kayıp, Matem ve Hayatın Zorlukları”, "Hayatın Anlamı Var Mı?", “Yalnızlık ve Umut” ve "Kalpten" psikiyatriye bakışındaki özgün varoluşçu-dinamik çerçeveyi ortaya koymaktadır. “Türk Grup Davranışı” kitabı ile Türkiye Yazarlar Birliği 2006 yılı “Yılın Fikir Adamı Ödülü”ne layık görülen Erol Göka’ya 2008 yılında, Türk Ocakları tarafından “ilmi çalışmalarıyla Türk milletinin ufkunu açan eserler ortaya koyması” dolayısıyla, “Ziya Gökalp/ Türk Ocakları İlim ve Teşvik Armağanı” verilmiştir. Erol Göka, 2020 yılında ise, kültür ve sanat hayatına uzun süreli katkıları nedeniyle Türkiye Yazarlar Birliği’nin “Üstün Hizmet Ödülü”nü almaya hak kazanmıştır.

YORUMLAR

Subscribe
Bildir
guest

0 Yorum
Eskiler
En Yeniler Beğenilenler
Inline Feedbacks
View all comments

Son Eklenenler

0
Would love your thoughts, please comment.x