İletişim araçlarının ve kanallarının çoğalması, bilginin yayılmasını kolaylaştırırken doğruluğunu da sorgulatıyor. Bir yanda ifade özgürlüğü, bir yanda da inanmaya meyilli insanda kalıcı etkiler bırakan yalanlar…
Yalanlarla ifade özgürlüğü arasındaki ilişkiyi tartışan Bloomberg Opinion yazarlarından Cass R. Sunstein, konuyla ilgili yazısına ABD yüksek mahkemesinin bir kararını anımsatarak başlıyor:
“ABD Yüksek Mahkemesi, ‘fikirlerin pazaryerine’ son derece bağlıdır ve Yargıç Louis Brandeis’ın ifadesiyle asılsız beyanlara, yalanlara ve safsatalara çarenin, ‘zorunlu sessizlik değil, daha fazla konuşma’ olduğuna inanır.
Siz de buna inanıyorsanız, insanların COVID-19, 2020 ABD başkanlık seçimi, bir politikacı, gazeteci, komşu, siz ya da ben hakkında yalan söylemesi halinde hiçbir şey yapılamayacağına da inanabilirsiniz. Elbette buna ‘karşıt görüş’ ile yanıt verebilirsiniz, ki o da ‘doğru’dur.
Mesele, birçok durumda karşıt görüşün etkisiz olmasıdır. Yalan insan zihnine yerleşmiştir. Hamamböceği gibidirler, onlardan kurtulamazsınız.
Bu psikolojik gerçeklik, Facebook, YouTube, Twitter gibi sosyal medya platformlarının asılsız beyanları durdurmak için hayata geçirdikleri uygulamalar hakkında ciddi soruları gündeme getiriyor. İronik olarak bu anlayışlar ve uygulamaların kendileri bir maddi hataya, yanlış bilgilendirme gibi bir şeye dayanıyor olabilir.
2012’de karara bağlanan ABD-Alvarez davasında Yüksek Mahkeme, yalanların ve yalan söylemenin ABD Anayasası’nın birinci ek maddesi ile korunduğuna hükmetti. Mahkeme, Çalınan Yiğitlik Yasası’nın (herhangi bir askeri nişan ve madalyanın izinsiz takılması, üretimi veya satışı) bir hükmünü geçersiz kıldı. Bu hüküm, Alvarez’in yaptığı gibi, doğru olmayan bir şekilde Kongre Onur Madalyasını kazandığınızı iddia etmeyi federal bir suç haline getiriyordu. Mahkemeye göre bu hüküm anayasaya aykırıydı ve hükümet bu yalanı cezalandıramazdı.
Mahkeme şöyle diyordu: ‘Hükümet tarafından oluşturulan bir veri tabanında Kongre Onur Madalyası kazananların listesi yer alabilirdi. Bu veri tabanına internet üzerinden erişilebilseydi, yanlış iddiaları doğrulamak ve ifşa etmek kolay olurdu.’ Özetle: Yalanlarla başa çıkmak için doğru çare zorunlu sessizlik değil, daha fazla konuşmadır.
Alvarez davası, kişinin kendisi hakkında övünmek için söylediği bir yalandan kaynaklanıyordu. Bunun başkaları hakkındaki acımasız yalanlara ya da sağlık, güvenlik ve seçimler hakkındaki yalanlara nasıl uyarlanabileceği tam olarak belli değil. (…)
Ancak, fikirlerin pazaryerine atıfla savunulan yalanların geniş çapta korunması durumu, insan psikolojisinin yeterince anlaşılmadığını gösteriyor.
İnsan inanmaya meyillidir
Biri bize bir şey söylediğinde, ilk eğilimimiz ona inanmaktır. Yarın kar yağacağı, yerel spor takımının bugünkü futbol maçını kazandığı ya da yakın bir arkadaşımızın kalp krizi geçirdiğini söylense, bunların doğru olduğunu düşünmeye meyilliyizdir.
Elbette, güvenmemeyi öğrendiğiniz bir kaynağa inanmayabilirsiniz. Ancak çoğu zaman duyduklarımızın doğru olduğunu varsayarız.
Buna ‘doğruluk önyargısı’ denir. Yanlış olduğunu gerçekten bildiğiniz bir şey duyduğunuzu varsayalım. Ya da size bir şey söylendikten hemen sonra bir şekilde ‘Bu bir yalandı’ dendi. (…) Duyduğunuz şeyin yanlış olduğunu, bir şaka ya da kötü niyetten kaynaklandığını öğrenseniz bile, bunun doğru olduğu ya da en azından doğru olabileceği konusunda kalıcı bir hisse kapılmanız muhtemeldir. Bu izlenim uzun sürebilir ve büyük ihtimalle bir kuşku, korku ya da şüphe bulutu yaratacaktır. Bu da davranışınızı kolayca etkileyebilir.
Bu, birinden korkmanıza ya da onu beğenmemenize, gerçekte olmasa bile o kişide bir sorun olduğuna inanmanıza yol açabilir. Her şeyi hesaba katarak bir ifadenin muhtemelen yanlış olduğunu düşünebilirsiniz. Ancak ‘muhtemelen yanlış’; ‘kesinlikle yanlış’ değil, ‘belki doğru’ anlamına gelir.
Pennsylvania Üniversitesi’nden psikolog Paul Rozin, bu meseleyi açıklığa kavuşturmak için bazı deneyler yürüttü. Deneylerin birinde, insanlardan satın alınan bir şeker paketindeki şekeri, benzer iki kahverengi şişeye koymaları istendi. Daha sonra üzerlerinde ‘şeker’ ve ‘sodyum siyanür’ yazılı iki etiket verilerek bunları istedikleri gibi iki şişeye yapıştırmaları söylendi.
Sonrasında bu kişiler, ‘sodyum siyanür’ etiketli şişeden (etiketi kendileri yapıştırmış olsalar bile) şeker almak istemediler. Şişede ‘siyanür’ etiketi görüldüğünde, insanlar içinde sadece şeker olduğunu bilseler de şişeyi kullanmak istememişlerdi. Bu da yalanların ve asılsız beyanların neden bu kadar yıpratıcı olduğunu açıklamaya yardımcı oluyor. İnanmamamız gerektiğini bilsek bile bir parçamız onlara inanıyor.”
Yalanın kalıcı etkileri
Yazar, komplo teorileri de dahil yalanların ve asılsız beyanların, başarıyla çürütüldükten çok sonra bile kendini gösteren kalıcı bir zararlı etkiye sahip olduklarını söylüyor: “Bu sonucun uygulamaya yönelik güçlü çıkarımları söz konusudur. Buna göre, örneğin sosyal medya sağlayıcıları, düzeltmelerin, etiketlerin, uyarıların ve açıklamaların yalanların etkilerini ortadan kaldıracağına kesinlikle emin olmamalıdır.
Çok daha etkili bir yaklaşım, en zararlı yalanların yayılma ihtimalini en baştan azaltmaktır. Bu yalanlar ille de kaldırılmak zorunda değildir; dikkat çekiciliği ve görünürlüğü azaltılabilir (örneğin Haber Akışı’nda). Bu sayede yayılma ihtimalleri de düşer. Facebook bunu daha fazla yapmalı. Ciddi zararlar kaçınılmazsa yalanları ortadan kaldırmak ya da en başta onlara izin vermemek elbette daha etkili olacaktır.
Kimse, en azından tüm kamu görevlileri, Doğruluk Bakanlığı rolünü üstlenmemelidir. Ancak psikolojik araştırmalardan bilgi edinen bazı sosyal medya platformları, COVID-19 ile ilgili yalanlarla başa çıkma politikalarını iyileştirdi, bazen de bu yalanları tamamen ortadan kaldırdı.
Bu, genellikle kaçınılması gereken acı bir reçetedir. Ancak sağlık veya güvenliğe ya da demokrasinin kendisine ciddi bir tehdit söz konusuysa, doktorun emrettiği şey tam da budur.”
Bu yazı ilk kez 11 Şubat 2021’de yayımlanmıştır.