Modern zamanlar, insanlık tarihinin önceki dönemlerinden çok büyük bir kopuş getirdi. İlk bakışta modernlik, modern bilim ve teknoloji hayatımıza kolaylaştırma, insan ömrünün uzaması, temiz ve hijyenik koşullarda ömür sürme gibi birçok katkı yapmış görünüyor. Evet, bunlar doğru ama geleneksel zamanların âleme, hayata ve insana bakışından böylesine kopmanın yol açtığı büyük zararlar da yok değil. Galiba bu büyük zararlardan biri de yalnızlık hissi ve korkusunun büyük bir yaygınlık kazanması…
Yalnızlık hissi ve korkusu elbette her devirde var olan insana has, evrensel durumlardı. Ama modern zamanlarda en yüksek seviyeye çıktı. Modern zamanlar hem maruz kalınmış yalnızlığı hem yalnızlık korkusunu artırdı. Öyle ki bazı ülkelerde yalnızlıkla bakanlıklar düzeyinde ilgileniliyor. Tıpta yalnızlık, insan sağlığını olumsuz biçimde etkileyen bir etken olarak her geçen gün daha çok araştırılıyor. Yalnızlık hissi ve korkusu üstünde durmak ve onlarla nasıl başa çıkacağımızı tartışmak istiyorum ama izin verirseniz bunu sonraki yazıya bırakayım. Şimdi sanki hepimiz fikir birliği içindeymişiz gibi göründüğümüz “yalnızlık” kavramının anlamlarını biraz deşelim.
Yalnızlık nedir?
Çok ilginç biçimde, günümüzde bu kadar çok konuşulan yalnızlık hakkında ortak bir tanımda anlaşılabilmiş değil. Tablo sanılandan çok fazla karışık…
Sosyoloji ve psikolojide yalnızlığı birbirinden farklı biçimde sekiz ayrı yaklaşımın tanımlamaya çalıştığı söyleniyor. Yalnızlık olgusu, birbirine tamamen zıt bir biçimde, kabul edilebilir veya pozitif ya da kabul edilmez ve negatif olarak ele alınabiliyor. Yaratıcı, üretken ve olgunlaştırıcı bir unsur olarak görülebildiği gibi fiziksel, duygusal veya toplumsal yabancılaşma veya kendisinden ve diğerlerinden soyutlanma olarak da değerlendirilebiliyor.
Bu çetrefil hal, yalnızlık üzerine konuşma vazifesini daha çok edebiyatçılara, sinemacılara ve popüler psikolojiye bırakıyor. Varoluşsal yalnızlığın akademide ihmal edilmesinin ortaya çıkardığı vakumu edebiyatçılar, sinemacılar doldurmaya çalışıyor. Her şeyi piyasaya çıkaran ve yağmalayan tüketim toplumunun oburluğu ne varsa tükettiği gibi, bilinçdışımızı ve yalnızlık hissimizi popüler psikolojiye katık yapmakta gecikmiyor.
Bilgimiz artıyor, insan varoluşunu anlamamız zorlaşıyor
Çağımızda insanı anlamak adına gözden kaçırdığımız, psikolojik bilimlerin insanı araştırıyoruz diye insandan giderek uzaklaştıkları, insanın bedeni, herhangi bir organı, dokusu, hücreleri hakkında inanılmaz bir nicel külliyat birikmesine rağmen niteliksel bakımdan insanın kim olduğunu idrak etmekten iyice uzaklaştığımız noktalar, varoluşsal boyutumuzu oluşturuyor. Bu ihmal modern zamanlarda yeni bir düşünce ekolü ortaya çıkardı: Varoluşçuluk…
Varoluşçuluk, modern bilimin ve psikolojinin insanı parçalara ayırarak ve o farklı parçaları bir araya getirerek anlamaya çalışan yaklaşıma itiraz etti, insanın parçalarının toplamından daha büyük ve daha farklı bir varlık olduğunu öne sürdü. Haklıydı.
İnsana ve psikolojisine varoluşçu perspektiften bakmaya çalışanlar, varoluşsal özellikleri fanilik, özgürlük, anlamsızlık ve yalnızlık gibi temel varoluşsal kategoriler başlığı altında anlatmaya gayret ettiler. Cılız ve giderek kısılan bir tonda olsa da fırsat buldukça yalnızlık hakkında da konuşuyor, önemli tespitler yapıyorlar. Onlar için yalnızlık, sadece günümüzde insanların tercihlerinin yönlendirildiği “solo yaşam” anlayışıyla tüketilebilecek bir durum değil, insani bir hal, her insanın yaşadığı bir hissediş, insana has bir gerçeklik…
Varoluşçuların yalnızlığa bakışlarına değineceğim ama öncelikle bu konudaki kavram kargaşasını bir nebze olsun giderebilmek amacıyla, yalnızlıkla ilgili kendi anlayışımı söylemek istiyorum.
Yalnızlık: Evrensel bir insanlık hali
Bence böyle kavram kargaşasının olduğu durumlarda en basit kavramlaştırmaları yeğlemek, en iyisi… Bu nedenle yalnızlığı, baştan olumlu ya da olumsuz diye ayırmadan, doğrudan doğruya insanın “kendisini bir başına hissetme halidir” diye tanımlamaktan, olumlu ya da olumsuz olmasını da yine “yalnız kişi”ye sorarak ilerlemekten yanayım. Böylece yalnızlığın her an kendimizi içinde bulacağımız evrensel bir insanlık hali, herkesin olumlu ya da olumsuz biçimlerde yaşayabileceği dinamik bir süreç olduğunu da ifade edebileceğimizi düşünüyorum.
Modernlikle birlikte birçokları gibi ben de sadece solo yaşayanların değil yalnız hissedenlerin ve yalnızlıktan korkanların da arttığı kanaatindeyim. Bunun birçok nedeni var ama modernliğin, benim “teknomedyatik dünya” adını verdiğim son döneminde, görünme, beğenilme arzumuzun had safhaya ulaşmasının payının büyük olduğunu özellikle belirtmeliyim.
“Tüketim toplumu”, “gösteri toplumu” adına ne dersek diyelim, günümüzde kendimizi, benliğimizi sadece yakınlarımıza değil tüm herkese sunmak durumundayız. Adeta kendimizin reklam organizasyon şirketi gibi çalışıyoruz. Hakikat artık kendi başına bir değer taşımıyor, gerçeklik var olan değil zihinlere inşa edilen bir “şey” gibi görülüyor. Böyle bir dünyada kendi hakikatinden ve sahihlikten uzak kalan, sadece ve sadece daha çok kişi tarafından beğenilmek isteyen bir insanın daha fazla yalnız hissetmesinden ve bunun için sızlanıp durmasından daha doğal ne olabilir ki…
Yalnızlık ve herkeslik
“İnsanlar gittikçe daha fazla açık planlı veya cam duvar ofislerde çalışıyor, böylece tuvalet dışında yalnız kalabilmek imkânsızlaşıyor. Tuvaletlerde bile ayırıcı bölmeler üst ve alttan açılarak yalnızlık asgariye indiriliyor” (Michael Foley, Saçmalıklar Çağı)…
Günümüzde yalnızlık meselesinin bir de tam zıt halini dile getiriyor yukarıdaki satırlar. Zaten bizim bu konuda görüşlerine özellikle kıymet verdiğimiz varoluşçular da insan tekinin her dönemde kendi benliğiyle baş başa olduğu ve dünya hayatında ne istediğini bilen, kendine özgü yolu bulabilmesi için bu halinin kıymetinin bilmesi ve kendine, iç sesine kulak vermesi gerektiğiyle ilgili alanın evrensel varlığı üzerinde duruyorlar. “Herkeslik” içinde, gündeliğe ve boş lakırdıya batmış biçimde yaşamanın, kendini unutmanın ve kandırmanın tehlikelerine dikkat çekmeye çalışıyorlar ama çoğunlukla anlaşılmıyorlar.
İnsanın temel kişiler arası görevi, aynı anda hem ilişkinin bir parçası olmak hem de ilişkinin dışında kendisiyle olmak. Yani insan teki olmakla bir toplumun üyesi olmak, ikisi aynı anda, bir arada yaşanan ana hususiyetler. Mütemadiyen bu ikisi arasında raks ediyor varoluşumuz. Birisi olmadan insanlığımız tamam olmuyor. Yaşantımız sırasında bir tarafımızı bir süreliğine dışarıda bıraksak, bırakmaya hayat bizi zorlasa hemen rahatsız oluyoruz, kesikliği kapatmanın, aradaki boşluğu telafi etmenin yollarını aramaya başlıyoruz. Başkalarını, bir topluluk içinde yaşadığımızı unuttuğumuzda, izole oluyoruz, paylaşılmayan acılarımız artarken tek başına sevinçlerimiz bir anlam ifade etmiyor. Başkalarının, “onlar”ın arasında, topluluk içinde kaybolup gittiğimizde tekil varoluşumuzu unuttuğumuzda, hayat bir gevezeliğe dönüşüyor. Varoluşçular, insan varoluşundaki bu açmaza dikkat çekmeye çalışıyorlar.
Evet, bakmayın “birey” sözünün yüceltilmesine, insan ilişkisine emek değil çıkar ve bağımlılık penceresinden bakıyoruz günümüzde. Hakikatli dost olmak değil birilerine yapışarak yürümek istiyoruz. Bir yandan solo yaşam övülüyor ama bir yandan da tek başına kalmak, sessiz olmak adeta “suçlu” derekesine düşmek manasına geliyor, sürekli “herkes”liğe çağrılıp duruyoruz.
“Her gün aynı insanların buluşmasına, aynı kokteyllerin içilip aynı konuların konuşulmasına yahut aynı boş lafların edilmesine rağmen bu atlıkarınca gibi ardı arkası kesilmeyen partilerin sürdürülmesi son derece önemlidir… Sessizlik büyük suçtur, sessizlik yalnızlığı anıştırır ve korkutucudur” derken varoluşçu usta psikolog Rollo May çok haklı! Keza “Sürekli aşktan bahsetmek istememizin, bundan hoşnutluk duymamızın altında bile varoluşsal yalnızlıkla yüzleşme korkusu var” diyen, yalnız olabilme becerisinin ruh sağlığı için çok önemli olduğunu vurgulayan psikanalist Julia Kristeva da öyle…
Her neyse, sözü daha fazla uzatmamak için modern zamanlarla birlikte insanın sadece varoluşsal bakımdan değil toplumsal olarak da yalnızlaştığı, yalnızlığa maruz bırakıldığı bunun yanında varlık üzerine kafa yormaktan uzaklaştığı, sığlaştığı ve banalleştiği gerçeğini de aklımızda tutalım.
Yalnızlık konusunda konuşurken bu zıt görünümleri, meselenin “herkes”lik boyutunu da hesaba katmak zorunda olduğumuzu, sadece yalnız kalmaya odaklanarak yalnızlık korkusunu anlayamayacağımızı bilelim. Yalnızlık korkusu, hep kalabalıklar içinde, tanıdıklar tarafından sarıp sarmalanma isteği değil mi çoğu zaman?
Unutmayalım, “herkes”lik boyutunu hesaba katmazsak, hep edebiyatı yapılan, bağımlılık arzusunu bastırmaya yarayan yalnızlık histerisini, yalnızlık mızmızlanmasını, gerçek yalnızlıktan ayırt edemeyiz.
Sonuç olarak varoluşsal bakımdan insan, aynı anda hem ilişkinin bir parçası olmak hem de ilişkinin dışında kendisiyle olmakla yükümlü. Yani insan teki olmakla, bir toplumun üyesi olmak, ikisi aynı anda, bir arada yaşanan ana hususiyetler. Mütemadiyen bu ikisi arasında raks ediyor varoluşumuz. Birisi olmadan insanlığımız tamam olmuyor. Yaşantımız sırasında bir tarafımızı bir süreliğine dışarıda bıraksak, bırakmaya hayat bizi zorlasa hemen rahatsız oluyoruz, kesikliği kapatmanın, aradaki boşluğu telafi etmenin yollarını aramaya başlıyoruz. Başkalarını, bir topluluk içinde yaşadığımızı unuttuğumuzda, izole oluyoruz, paylaşılmayan acılarımız artarken tek başına sevinçlerimiz bir anlam ifade etmiyor. Başkalarının, “onlar”ın arasında, topluluk içinde kaybolup gittiğimizde tekil varoluşumuzu unuttuğumuzda, hayat bir gevezeliğe dönüşüyor. Varoluşsal olarak yalnızız; en nihayetinde tek başımızayız ama toplumsallığa birçok bakımdan mecburuz da.
Yalnızlık hissi ve korkusu sıkıntılı ve zorlayıcı tamam ama insanın zor şartlar altındayken bile hakikat arayışından vazgeçmemesi, tek başınalığının kıymetini bilmesi, yalnız bırakıldığında yılmaması, korkmaması da lazım. Tevazu içinde toplumsal sorumluluklarını yerine getirirken herkesliği esas yaşam modu haline getirmemesi, dedikodu, gıybet ve gereksiz lakırdıya taviz vermemesi de gerekli…
Bunları konuşalım lakin modern zamanlarda bir de “maruz kalınmış yalnızlık” dediğimiz çok büyük bir sorun var. Her geçen gün birçok insanın istemediği halde yalnızlığın pençesine düştüğü gerçeği var. Bundan sonraki yazımızda bu gerçeğe, yalnızlıkla nasıl mücadele edeceğimize odaklanalım.
Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Fikir Turu’nun editöryel politikasını yansıtmayabilir.
Bu yazı ilk kez 19 Aralık 2024’te yayımlanmıştır.