28 Temmuz’da başlayan Akdeniz orman yangınları henüz sona ermeden, Karadeniz’deki ölümcül sel felaketleriyle uyandığımızda, Türkiye’nin artık iklim krizi ile birlikte yaşayacağı gerçeğini idrak etmiş olduk. Aslında yıllardır küresel ısınma ve olası sonuçları hakkında uyarılar yapılıyordu ama bir şekilde konunun ciddiyeti içselleştirilmiyordu. Ancak son yaşadığımız iklim felaketleri ve acı sonuçları, gelecekte yaşayacaklarımızın küçük birer örneğiydi, belki de bu yüzden Türkiye’de bir uyanışa sebep oldu.
Tıpkı orman yangınları ve seller gibi iklim krizinin sonuçlarını çok ciddi bir şekilde hissedeceğimiz bir felaket daha kapıda: Gıda krizi… Zira iklim değişikliğinden en zararlı çıkan sektör de yine tarım ve gıda sektörü. Bu kriz orman yangınları, seller gibi sadece çeşitli bölgeleri de etkilemeyecek, herkes etkilerini hissedecek.
Raporlar neye işaret ediyor?
Türkiye ve dünyanın pek çok ülkesi doğal felaketlerle boğuşurken yayınlanan ve çok önemli uyarılar yapan, adeta kırmızı alarm veren Birleşmiş Milletler’in İklim Değişikliği Paneli (IPCC) Raporu belki de ilk kez bu kadar ilgi çekti. İklim değişikliği nedeniyle dünyanın ne kadar ısınacağını ve bunun etkilerinin neler olacağını irdeleyen, yüzlerce bilim insanının birlikte hazırladıkları raporda özellikle birkaç nokta çok dikkat çekici…
Bunlardan biri, iklim biliminin giderek gelişmesi ve gelecek senaryolarını daha kesin sonuçlarla gerçeğe yakın bir şekilde tahmin edebilmesi. Yani, eğer gerekli tedbirler alınmazsa, “olası senaryo” diye söz edilenler gerçekleşecek.
Bir diğeri, bugün ne yaparsak yapalım, önümüzdeki 30 yılda meydana gelecek ısı yükselmesini durduramayacağımız gerçeği. Yani aşırı kuraklık, aşırı sıcaklık dalgaları, katastrofik yağışlar ve seller devam edecek. Kutuplardaki buzulların erimesini, okyanusların ısınarak asitleşmesini ve denizlerin yükselmesini de durduramayacağız. Bundan sonra her tür tedbiri alsak da geriye dönerek ekosistemde meydana gelmiş hasarları düzeltemiyoruz.
Özellikle son yıllarda, iklim değişikliğinin etkileri tahmin edilenden daha hızlı ilerliyor. Buna göre 21. yüzyılda sıcaklığın endüstriyel devrim öncesinden itibaren (1850-1900) 1,5 ve/veya 2 derecenin üzerine çıkacağı kesin. Hatta Paris İklim Anlaşması’nın sınır olarak koyduğu meşhur 1.5 derecesine ne yaparsak yapalım önümüzdeki 10 yıl içinde ulaşıyoruz.
Ve son olarak bu ilerlemeyi durduracak çok kısa bir zamanımız var.
Tüm bu veriler ortaya koyuyor ki, mevcut durum ve aynı şekilde gidişatın sonuçları insan sağlığı ve tarım üzerinde çok ağır sonuçlara sebep olacak.
Mısır, pirinç, buğday ve tahıl üretiminde sorun yaşanacak
BM Gıda ve Tarım Örgütü (FAO) bu verileri kullanarak her derece yükselmesinde çeşitli ürünlerin rekoltelerindeki azalmaları, değişen bölgelere göre ölçüyor ve üye devletlere önlemler konusunda öneriler getiriyor.
İklim Değişikliği Raporu ana gıdalardan mısır, pirinç, buğday ve tahıl grubunun tümünün yükselen sıcaklıklardan en çok etkilenen gruplar olacağını, Türkiye’nin de iklim değişikliklerden en olumsuz etkilenen Akdeniz Bölgesi’nde olması nedeniyle de daha ciddi sorunlarla karşılaşılacağını gösteriyor.
Bu ürünlerin hem miktarında hem de beslenme kalitesindeki düşüklükler olacağı gibi, fiyat artışları da bekleniyor. Özellikle bu ürünleri ithal eden ülkeler fiyat artışlarından çok etkilenecekler. 2010’da Rusya’da çıkan büyük yangınların neden olduğu buğday üretimindeki azalma dünyanın en önemli buğday ihracatçısı Rusya’nın fiyatları artırmasına yol açtığını, buğday ithalatına bağımlı olan Kuzey Afrika ve Orta Doğu ülkelerinde ekmek fiyatlarının artmasıyla da iç ayaklanmalar çıktığını, bunun da Arap Baharı’nı tetiklediğini hatırlamakta fayda var.
Hayvancılık sektörü da tehdit altında. Tatlı su kaynaklarının azalması, bulaşıcı hayvan hastalıklarının çoğalması, yem kalitesinin ve miktarının düşmesiyle orantılı olarak ciddi risk altında. Öte yandan hayvancılığın toprak ve su kaynaklarını aşırı derece kullanması, aşırı et tüketimi iklim değişikliğini olumsuz etkiliyor.
Belki Türkiye’den spesifik birkaç örnek, zihinlerdeki iklim krizi – gıda ilişkisine dair fotoğrafı daha da netleştirebilir. Türkiye, çam balında konusunda dünya üretiminin % 90’ını elinde tutuyor. Son yangınlarda tahrip olan bölge ise bu oranın % 80’ini karşılıyordu. Haliyle yangının arıcılık sektörüne büyük sekte vurmasının sonuçlarını önümüzdeki günlerde hep birlikte görecek ve hissedeceğiz.
Benzer bir biçimde, ABD Tarım Bakanlığı’nın öngörülerine göre, Türkiye’nin bu sezon buğday rekoltesi 16,5 milyon ton, arpa rekoltesi 4,5 milyon ton olacak. Aynı öngörüye göre, Türkiye 2021-2022 döneminde, 11.25 milyon ton buğday ve 2.75 milyon arpa ithal edecek.
Balık yemek gelecekte hayal olabilir
Aşırı tüketim ve endüstriyel balıkçılık nedeniyle zaten % 50 civarında azalan deniz ürünlerinin deniz ekosistemindeki asitlenme nedeniyle daha da azalacağı ve deniz ürünlerinin geri dönülmez biçimde etkileneceği raporda belirtiliyor. Bu durumun, kıyı alanlarında yaşayan dünya nüfusunun % 60’ının özellikle tek protein kaynağı deniz ürünleri olan dar gelirli halkın gıda güvencesine olumsuz etki edeceğine de değiniliyor.
Genel olarak bu alanda yazılan sayısız rapor, yapılmış araştırma bizi şu çıplak gerçekle karşı karşıya bırakıyor: Mesela balık yemek gelecekte bir hayal olabilir. Kakao ve kahve, iklime ve yağışa çok duyarlı ve kırılgan ürünler arasında ön sıralarda yer alıyor. Bu çok basit keyiflerimiz, üretimdeki azalma sonucu fiyatların çok yükseklere çıkmasıyla bir lükse dönüşebilir. Bugün hiç eksikliğinin hissetmediğimiz, yokluğunu hiç düşünmediğimiz bazı gıdalar çok nadir hale gelebilir.
Dünya Gıda ve Tarım Örgütü (FAO) raporlarının dikkat çektiği bir diğer sorun ise, son yıllarda çeşitli nedenlerle hızla artan gıda güvencesizliği. 2020 yılı verilerine göre, dünyada 1 milyar civarında kişi gıda güvencesinden uzak yaşıyor; 2 milyardan fazla insan yetersiz beslenme ve aşırı beslenmeden kaynaklanan obezite ile mücadele ediyor; 3,5 milyardan fazla kişi ise sağlıklı beslenmeye ekonomik olarak erişemiyor. Gelecek yıllarda, ellerinde boş tencere tavalarla sokaklara çıkanların görüntülerini muhtemelen daha sık göreceğiz.
Diğer yandan pandemiyle birlikte tedarik zincirinin kırılmasıyla gıda fiyatlarında hem çok ciddi bir yükseliş ve hem de bir kriz yaşanmıştı. Pandeminin etkileri yavaş yavaş azalırken, gıda fiyatlarındaki artış trendi aynı seyrediyor. Küresel gıda fiyatları uzun suren kuraklıklar ve giderek artan sellerin de etkisiyle son 7 yılın zirvesine çıkmış durumda, son 11 aydır da kesintisiz artıyor. Ancak bugünkü aşırı hava hareketlerinin gıda fiyatlarına yansıması biraz zaman alacak.
Gıda atıkları sera gazı üretmede üçüncü sırada
Açlık, büyük ölçüde gelişmekte olan ülkelerde sorun olmakla birlikte, sağlıklı yanlış ve yetersiz beslenme gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerin tamamında görülen evrensel bir sorun. Endüstriyel tarım ve çok uluslu süpermarketlerin talepten çok üretimle, piyasayı raf ömrü uzun, yağ, şeker ve tuz oranı çok yüksek, ucuz, ama sağlıksız gıdalarla doldurması açlık sorunu çözmediği gibi, doğal kaynakları da fütursuzca harcıyor. Bunun sonucunda küresel ölçekte üretilmiş gıdaların % 40’ı uzun gıda zincirlerinin çeşitli halkalarında çöpe gidiyor. Bu da gıda atıklarının sera gazı üretmede en büyük iki ülke olan Çin ve ABD’den sonra üçüncü sırada yer almasına neden oluyor.
Sürdürülebilir, sağlıklı bir diyete geçiş artık bir tercih değil bir mecburiyet olma yolunda. Hayvancılık sektörünün doğal kaynakları çok aşırı kullanması yanında, aşırı kırmızı et tüketiminin insan sağlığı üzerindeki olumsuz etkilerini, bulaşıcı olmayan hastalıkların örneğin diabet, kalp, tansiyon ve bazı kanser hastalıklarının % 40’ının beslenmeden kaynaklanan hastalıklar olduğunu Dünya Sağlık Örgütü’nun raporlarında görüyoruz. Son yıllarda büyük yankı yapan LANSET raporunda ise insan sağlığına en uygun beslenme tarzının aslında doğaya da en az zarar veren diyet olduğu belirtiliyor.1
Ne yapılmalı?
Gıda sistemleri iklim değişikliğinden olumsuz olarak etkilenecek sektörlerin başında geliyor ancak aynı zamanda bu sektör % 30-40 civarında sera gazı salınımından sorumlu olması nedeniyle de iklim değişikliğini tetikliyor ve daha da tehlikelisi biyolojik çeşitliliği tehdit ediyor. İşte bu nedenle gıda güvencesi ile ilgili politikalar kurulurken iklim, çevre, biyolojik çeşitliliğin korunması yanında üretim sistemlerinin ekosistemle olan bağlantısının dikkate alındığı bütüncül bir yaklaşıma ihtiyaç var.
Doğal kaynakların restorasyonu, ağaçlandırma, orman yenilenmesi, toprakta karbon ayrıştırması ve karbon depolanması, toprak kalitesi ve en optimal su kullanım metotlarına göre üretim artık sadece tarım değil iklim politikaları ile birlikte değerlendiriliyor.
Bu çok boyutlu politikalar ise artık yalnızca devletin eline bırakılmayacak kadar önemli. Burada devlete düşen en önemli görev, Paris İklim Değişikliği Sözleşmesi’ni onaylamak ve sözleşmeyi kabul etmeyen 6 ülkeden biri olmaktan vazgeçerek küresel iklim politikalarında çoğunluğun yanında yer almak.
Özel sektörün de üzerine çok büyük sorumluluklar düşüyor. Sadece “sera gazi salınımlarını azaltacağız” şeklindeki açıklamalar, özel sektörün görevini yaptığını göstermiyor. Üstelik, “sıfır karbon amacına ulaşacağız” ya da “sürdürülebilirlik” diyerek her önlemin maliyetini tüketiciye yüklemek de sorumluluğu yerine getirmek anlamına gelmiyor. Tüketici, dünyanın her tarafında hem artan emtia fiyatlarının etkilerini, hem de özel sektörün iklim değişikliği ile ilgili önlemlerin maliyetlerini yüklenirse, buna bir de ithalata bağımlı yaşayan ülkelerde yaşanan para değerlerindeki dalgalanmaları ve enflasyonun etkilerini eklediğimizde karşımıza çıkacak kaçınılmaz tablo belli:
Sağlıklı gıdaya erişemeyen 3,5 milyar insan, gıda güvencesinden yoksun 700 bin kişi ve kıtlıkla mücadele eden hatta ölüm kalım savaşı veren 265 bin kişiye çok daha fazla insan eklenecek.
Ve maalesef bu “yeni normal” zamanla hayatımızın bir parçası olacak. Eğer harekete geçmezsek…
Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Fikir Turu’nun editöryel politikasını yansıtmayabilir.
Bu yazı ilk kez 24 Ağustos 2021’de yayımlanmıştır.