Toplumsal olarak hareket etmenin nice yıldır çeşitli güzellikleri ile birlikte pek çok tahribatına da maruz kalmış bir toplumuz biz. Toplumsal baskı yüzünden mutsuz olan, istemediği işlerin, istemediği seçimlerin içinde kendini bulan sayısız hikâye duyarız biliriz, hatta kendi hikayemiz de bunlardan biri olabilir. Dolayısıyla son yıllarda bireyselleşmeye çok açlık hissettik. Kimse bize karışmasın, bir şekilde kendimize kalalım, ne istediğimize kendimiz karar verelim, biz sormadan kimse bize akıl vermesin istedik. Haklıydık elbette. Lakin “haddini aşan şey zıttına inkilab eder.” Nihayetinde, bunu isterkenki amacımız, kendi arzu ettiğimiz hayatı istediğimiz yöne doğru inşa edip çevremize daha faydalı bireyler olabilmekti. Fakat işler öyle bir noktaya geldi ki “faydalı olacak çevreden” kendimizi mahrum eder olduk. Yalnızlaştık, hassaslaştık, incinmeye kapalı hale geldik.
Halbuki, bir ilişkinin derinleşmesi ve gelişmesi için o ilişkinin her duyguya açık olması gerekir. Bugün ise ilişkilerimiz bize sadece “iyi şeyler hissettirsin” istiyoruz. Zorlayıcı hislere yer açmadığımızda, izin vermediğimizde öteki ile diyaloglara daha kapalı, daha ihtiyatlı ve daha kaygılı giriyoruz. Böyle böyle daha yalnız, daha “kimseler tarafından anlaşılmayan”, daha izole bireylere dönüşüyoruz.
Aslında artık daha çok kişiyi tanıyoruz ve daha çok kişinin hayatını biliyoruz. Fakat birbirimizin hayatına çok daha az dahiliz. Konuşmalarımızın süresi kısaldı. Güçlü ve mutlu görünmek hayattaki ilk görevimizmiş gibi… Birbirimizi sıkmamak ve bazen de utanmamak adına dertlerimizden konuşamaz olduk. Bin çeşit ikramın olduğu sofralar ve aşırı düzenli evlerde insanları ağırlamanın gerekliliği, karşımızdakinin duygusuna temas etme ihtiyacının önüne geçti. Dürüst olma arzumuzu güçlü görünme kaygısı baskıladı sanki. Bu iyi bir şey değil. Bir itidal alanı oluşturmak durumundayız.
İlişkilerde “sorulmaması gereken sorular listesi” olur mu?
Toplumsal saiklerin epey baskın olduğu ve tahribatının da doğal olarak yaygın olduğu toplumumuzda bireyselleşme süreci ile birlikte, bir çözüm veya bir tepki olarak konuşulmaması gereken sorulara ve uzak durulması gereken insanlara dair telkinlerle karşılaştık, karşılaşıyoruz.
İnsanların ilişkilere dair yeni kurallara ve bakış açılarına ihtiyaçları olduğu bir gerçek. Fakat her şeyde olduğu gibi burada da doz aşımının başka tahribatları söz konusu. Örneğin, sosyal medyada “İnsanlara şu soruları sormayın” listeleri dolaşımda… Fakat bireylerin elinden bazı cümleleri, soruları aldığımızda yerine ne koyacakları konusunda da öneriler sunmamız gerekir.
Bu kadar incinmeye kapalı olmak, herkesin her sözüne dikkat ettiği ilişkilere talip olmak, insanlardan bir başkası olmalarını talep etmek, istemediğimiz duyguları yaşamamak için ilişkilerden geri çekilmeyi ilk yol olarak görmek uzun vadede çok da iyi sonuçlar getirmeyebilir.
“Yanlış insanlardan, toksik ilişkilerden uzak dur” mesajı haddini aştı mı?
Elbette bazı insanlardan uzak durmamız gerekir. Elbette patavatsız, kaba ve bencil insanlara mesafe koymak en kullanışlı yol olabilir. Fakat günün sonunda bu uzaklığı pek çok ilişkimizde deneyimliyorsak orada durup bir bakmalıyız; hakikaten bu izolasyon, geri çekilme ve hassasiyet bizlere üzerine düşünmemiz gereken bir şeyler söylüyor olamaz mı? Sürekli pompalanan “yanlış insanlardan, toksik ilişkilerden uzak dur” mesajı haddini aşmış olamaz mı?
Her ilişki bir seçimdir. Yaşantımızın yetişkinlik evresinde kök ailemizle kurduğumuz ilişki bile bu seçime dahildir. Her seçimin de ilişkilerin de bedelleri vardır. İlişkilerde incinebilir, kırılabilir, hayal kırıklığı yaşayabilir, suçlanabilir, suçlayabiliriz tıpkı güldüğümüz, eğlendiğimiz, mutlu olduğumuz anlardaki gibi…
Sağlıklı bir bireyin her duyguyu yaşamaya açık olması gerektiği gibi sağlıklı bir ilişkide de her duyguya yer vardır, yeter ki o ilişki psikolojik baskı ve zorbalıktan münezzeh olsun. Yeter ki o ilişki içinde bulunmayı seçtiğimiz, emek vermeye değer gördüğümüz bir ilişki olsun.
Zorlayıcı duygulardan sürekli kaçmanın sonucu ne olabilir?
Zorlayıcı duygular varsa vardır ve anlaşılmaya muhtaçtır. İlişkilerimizde yaşadığımız bu türden duygulara her defasında geri çekilme ve uzak durma çözümleri ile yaklaşmak, günü kurtarır belki ama uzun vadede bizi yalnız ve izole bireylere dönüştürebilir. Bir itidal alanı oluşturmalıyız. İtidal zıtlıkların orta noktasıdır.
Esasen ilişkilerde ortaya çıkan zorlayıcı duygular ilişkinin derinleşmesi adına iyi bir fırsattır tabii eğer duygularımızı “açıkça” ifade edebiliyorsak. Her ne kadar kendimizi açıkça ortaya koymak, bir ilişkinin gelişmesindeki en temel kriterlerden biri olsa da, bunu gerçekleştirmek o kadar da kolay değildir. Hem ailemizden hem toplumdan öğrendiğimiz kurallarla birlikte ilişkilerde açık olmanın tehdit edici boyutu ile tanışırız. Açıkça fikrimizi ifade etmenin patavatsızlık, kabalık, hadsizlik olarak algılanması ihtimali zamanla zihnimizde yerini alır. “Karşımdakine açık olursam nasıl tepki alırım” kaygısı ile düşüncelerimizi açıkça ifade etmek arzusu arasında içimizde bir yay belirir ve diyalog içinde bu yay gerildikçe gerilir. İletişim bir gerilim hattına dönüşür. İnsan bu gerginliği içinde bu kadar yoğun yaşadığında otomatik olarak karşı tarafın ifadelerine de daha hassas hale gelir. Hele bir de, bir taraf bu kadar kaygılanırken, muhatabı hiç düşünmeden bazı sorular sorar, düşüncesini ifade ediverirse, gerilim de incinme de artar.
İlişkilerimizde yaşadığımız yegâne çatışma bu değildir. Uyumluluğa ve bencilliğe yönelik algılarımız arasında da benzer bir gerilim yaşarız. İlişkilerimizde uyumlu olmaktan ziyade aslında kendi isteklerimizi ifade etme arzusu hissederiz. Arzularımızı ve taleplerimizi dile getiremediğimiz bir ilişkide, açıklık söz konusu olmadığı gibi, karşılıklılık (ilişkilerde paylaşım denkliği) ilkesinin de içi dolmayacağından, ilişkinin gelişmesi yine söz konusu olmaz. Fakat talep edebilen biri olmakla ilgili içimizde duygusal ve bilişsel bariyerler vardır. Zihnimiz talep edersek bencil biri gibi görüneceğimizi bize hatırlatır. Bencil olanı da malum kimse sevmez. Bir yay daha gerilir içimizde: “Ya isteyip terk edilen olacağım ya da uyumlu olup sevilen olacağım.”
Bu dilemmalar toplumsal deneyimler esnasında da bizimledir. Salt içinde bulunduğumuz toplumun normlarına göre değil de kendi arzularımıza göre yaşamak isteyebiliriz. Fakat normların dışına çıkmak beraberinde aidiyetsizlik ve dışlanma korkularını da getirir. Hem kimsesiz kalmaktan korkarız hem “kimse” olamamaktan. Hem benzersiz olmak isteriz hem de öne çıkmanın beraberinde getirdiği eleştirilme korkusu içimizi sarar. İstişare etmeye ihtiyaç duyarız fakat her şeyimizi açıkça anlatacak kadar da kimselere güvenemeyiz. Sanki herkes bizim zayıf noktalarımızı arıyordur.
Hayal kırıklığının ve yaralanmanın acısından korunmak için kendimizi gizlemenin yorgunluğunu tercih ederiz. Yeter ki güvendiğimiz dağlara kar yağmasın. Ya da yağsın; biz o dağlara güvenmezsek o kar bizi üşütmez. Sadece güvensizlik değil, küçümseme de istişare kanallarını tıkayabilir. Bilgi(!) ve iletişim çağının bir alameti olarak hayat tecrübesini ve geleneksel birikimi küçümseyen haller de işleri karıştırabilir bazen. Büyük sözü dinlemek değildir artık esaslı olan tavır; “dinleyeceksem ya popüler olanı ya profesyonel olanı dinlemeliyim, yakın çevremin neyi önerdiğinden çok uzmanların ne söylediği kayda değerdir.” Elbette bu tutumda da haklılık payı var. Fakat bir şeye kulak vermek için diğer tarafa sağır olmak gerçekten gerekli midir? Nitekim sosyal ve ailevi çevremize kulaklarımızı tıkadığımız zaman ardımızda dağlar kadar sağlam duran güçleri kaybetmiş gibi, en ufacık fırtınada dağılacakmışız gibi hissedebiliriz. İşimiz zordur. Nitekim “arafta hissetmek” hali belki de hiç olmadığı kadar diyaloglarımızdadır artık.
İçine sıkıştığımız ikilemler ve çözüm
Açık olmak isterim fakat patavatsız olmaktan korkarım; taleplerimi ifade etmek isterim fakat bencil olmaktan korkarım; istişare etmek isterim fakat güvenmekten korkarım; soru sormak isterim fakat hadsiz olmaktan korkarım. Bunun gibi nice korkuya gebedir ilişkilerimiz. Ve zannederiz ki sadece şahsımıza mahsustur bu korkular ve düşmanımızdır hepsi. Zannederiz ki ancak onları yenersek, onlardan kurtulursak huzura erebiliriz, ilişkilerimizde istediğimiz “o kişi” olabiliriz. Zihnimiz yine iki seçenek getirmiştir önümüze; ya bu duygularla savaşıp onlardan kurtulmalıyım ya da onlara esir olmalıyım.
Bahsi geçen tüm bu içsel çatışmalarda zihnimiz her zaman bize iki şekilde çözüm sunar: ‘Ya savaş (kötü, bencil, patavatsız ol) ya da kaç’ (kendini sakla) ilkesi üzerinden talimat vererek zorlayıcı duygudan bizi çıkarmaya çalışır. Ya incitebilen, kırabilen, haddini aşabilen, patavatsız biri olmayı göze almalısın ya da kendini geri çeken, bin düşünüp bir konuşan bir tavır takınmalısın. Ya talep edip bencil olmalısın ya da uyumluluk gösterip ne istenirse onu yapmalısın. Ya istişare etmek için kendini ifşa etmelisin ya da kimseye fikrini sormadan kendi bildiğini yapmalısın. Bunun gibi daha nice sözde çözümler getirir zihin önümüze.
Psikolojik esneklik
Peki ya ikisi de olmak istemiyorsak? Üçüncü bir seçenekten söz edilemez mi? İşte tam da bu noktanın arayışında olanlar, “psikolojik esneklik” haline talip demektir.
Psikolojik esneklik, bireyin içsel ve dışsal deneyimlerine açıklık ve farkındalık ile yaklaşması, içinde bulunduğu durumun şartlarını gözetebilmesi, an ile uygun şekilde bakış açıları, çözümler, yollar üretebilmesi ile ilgili bir süreçtir.
Tam tersi olan psikolojik katılık dediğimiz durumun içindeyken kişi kendisine, kararlarına, düşüncelerine, duygularına, dürtülerine dışarıdan bakmakla ilgili zorlanır. Zihnindeki kurallarına – amacına hizmet etmese de – yapışmış durumdadır. Oysa psikolojik esneklik becerileri gelişmiş biri, zihnin iki uçtaki çözümlerine psikolojik esneklik becerileri gelişmiş biri sorgulayıcı bakar ve yeni bir yol ihtiyacı hisseder. Belki bir yol bulamaz ama bulma arzusunu derinden hisseder. Bu üçüncü yolu benimsemiş kişiler, kendilerine dışarıdan bakabilme, içsel tecrübelerini anlamlandırma, arzuları doğrultusunda harekete geçmekle ilgili yönelim halindedir.
Yani zihnimize hadsiz ya da nezaketsiz olmadan açık olmanın, kimsenin fikrine esir olmadan insanların görüşlerini önemsemenin, duvarlar örmeden sınırların mümkün olabileceğinin, bencil olmadan kendi taleplerimizi ifade edebilmenin, hem yakın çevremize hem bilirkişilere kulak verebilmenin, duygularla savaşmadan onlarla yol yürümenin mümkün olduğunu hatırlatmalıyız. Bu mümkünatı inşa etmek için de hem kendimizle hem dış dünyayla ilişkilerimize yeni beceriler katmanın arayışına girmeliyiz.
Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Fikir Turu’nun editöryel politikasını yansıtmayabilir.
Bu yazı ilk kez 13 Temmuz 2021’de yayımlanmıştır.