Oryantalist tasvirlerdeki “Ortadoğulu profili” ile özdeşleşen petrolün, çölün ve thobe adı verilen beyaz entarilerin en yaygın olarak görüldüğü bölge olan Körfez’de bugün iki trilyon doların üzerinde bir ekonomik büyüklük var. Dünya politikasında yükselen güç haline gelen Körfez Bölgesi’nde yaşayan insanların sayısıysa 58 milyonun biraz üzerinde. Bölgenin hem ekonomisi güçleniyor hem de bağımsız dış politika arayışları artıyor.
Bu haliyle bölgenin hikâyesi, siyaseti, sosyolojisi ve jeopolitiği, basmakalıp oryantalist tasvirlerin artık çok ötesinde. Bu griftliği idrak edebilmenin yolu da oryantalist yaklaşımların terk edilmesinden geçiyor.
Jeo-politikten jeo-ekonomiye emirlikler
Arap Yarımadası’nı içerisine alan ve doğuda İran, kuzeyde Irak ve Kuveyt, güneyde ise Umman Körfezi ile son bulan Körfez bölgesi, 20. yüzyıl öncesi dönemlerde Batılı imparatorlukların Asya kıtasındaki çıkarlarına ulaşmalarını sağlayan bir coğrafi konumdu.
20. yüzyılda Körfez bölgesindeki enerji kaynaklarının keşfedilmesi ve bu kaynakların ticaretinin kapitalist dünya ekonomisi içerisine eklemlenmesi ile birlikte bölgenin önemi jeo-ekonomik bir boyut kazandı. Böylece, Körfez’in anlaşılması için jeopolitikten jeoekonomiye geçiş gerekli hale geldi.
Tarihsel açıdan Suudi Arabistan’daki “inanç turizmi” sayesinde dünya politikasında bir yer edinen Körfez Bölgesi, 21. yüzyılda Katar ve BAE gibi doğal kaynak zenginliği sayesinde kalkınmış ülkelerin faaliyetleri ile birlikte, bu yerini sağlamlaştırdı.
Emirliklerin gücü
Körfez bölgesinin dünya siyasetindeki yükselişinin bir diğer nedeni de neredeyse antik dönemlerin şehir-devleti olarak kategorize edilebilecek, ekonomik açıdan son derece güçlü ve ciddi oranda turist çeken emirlikleri bünyesinde barındırması.
Sadece Suudi Arabistan başkenti Riyad’ın değil, BAE’nin iki büyük emirliği Abu Dabi ve Dubai ile Katar başkenti Doha’nın da son on yıllardaki turistik faaliyetleri, bölge emirliklerinin bir cazibe merkezi olarak ortaya çıkmasını sağladı.
Bütün bunların yanında, bölgedeki bütün diğer emirliklere ve ülkelerin doğal kaynaklara bağlı rentiyer ekonomilerinin arasından sıyrılmış olan Dubai’nin bir bölgesel/küresel finans merkezi olarak ortaya çıkması, Körfez’in yükseliş hikâyesinin bir parçası olarak görülmeli.
Körfez’in sınırları monarşilerle mi sınırlı?
Uluslararası siyasi sistemdeki diğer alt-bölgeler gibi, aslına bakılırsa, Körfez bölgesinin de sınırları ve hangi ülkeleri tam olarak içerip içermediği sübjektif tanımlamalara tabi.
1981 yılında Mısır, Suriye, İran, Irak gibi bölgenin siyasi/askerî güç-merkezlerinin siyasi anlamda istikrarsızlaştığı ve bölgesel güçlerini kaybetmeye başladıkları bir dönemde, altı Körfez devleti arasında kurulan Körfez İşbirliği Konseyi (KİK) bu açıdan Körfez tanımlamalarının bir tanesini ihdas ediyor.
İran-Irak savaşının (1980-1988) ve her iki görece büyük gücün irili ufaklı Körfez ülkelerine yönelik tehditleri, İran ve Irak’ın Körfez İşbirliği Konseyi bünyesine alınmamasını gerektirdi. Bu çerçevede bölge doğrudan monarşiler ile özdeşleştirilmeye devam etti.
Yönetici aileler
1970’li yıllara rastlayan bağımsızlık süreçlerinde, 200-250 yıl öncesinden bu yana aynı ailelerin etkinliği, Körfez’deki monarşi yapılanmalarını güçlendirdi.
Bugün, Suudi Arabistan Al-Suud ailesi; Katar Al-Sani ailesi; Birleşik Arap Emirlikleri Abu Dabi’de Al Nahyan; Dubai’de Al Maktum; Kuveyt Al-Sabah; Bahreyn Al-Halife ve Umman da Al-Said aileleri tarafından yönetiliyor.
Suudi Arabistan’ın resmî olmasa da fiili lideri, Başbakanı ve Veliaht Prensi Muhammed bin Selman’dan günlük dilde ve medyada “Al-Suud”, bir hayli gündemde olan Birleşik Arap Emirlikleri’nin Devlet Başkanı Muhammed bin Zayid’den “Al-Nahyan” ve bunun yanında Katar Emiri Temim bin Hamed’den de “Al-Sani” olarak bahsedilmesi tam da bu yüzden.
Körfez ülkelerinin monarşi ile yönetilmesi, iç siyasi karışıklıklardan, toplumsal ve bölgesel gerginliklerden mustarip olunmadığı anlamına da gelmiyor.
Gerek ulusların içerisindeki farklı güçlü aileler arasında ve gerekse de uluslararasında 1970’lerde ve daha önceki dönemlerde sınır sorunları, ufak çaplı çatışmalar ve siyasi uyuşmazlıklar/gerginlikler, bölge jeopolitiğini şekillendirdi. Günümüzde Suudi Arabistan-Birleşik Arap Emirlikleri beraberliği önemli bir ittifak sayılsa da Suudi Arabistan, sınır sorunları sebebiyle Birleşik Arap Emirlikleri’ni kuruluşundan üç yıl sonra 1974’te tanımıştı.
Ekonomi politik ve enerji politikaları
Doğal kaynak zengini bir bölge olan ve üretim olmadan rent (kira) geliri elde eden rentiyer ekonomileri barındıran Körfez Bölgesi, 1973 Arap-İsrail Savaşı sonrası petrol üretimini ve ihracatını bir dış politika aracı olarak kullanmaya başladı. Bu çerçevede ülke ekonomilerinin büyük oranda doğal kaynakların ihracatına dayanması, Körfez’de ekonomik kaynakların çeşitliliğini bir politika zorunluluğu haline dönüştürdü. Aksi halde, tek bir sektöre bağımlı ekonomilerdeki diğer sektörlerin gelişmemesi meselesi, Körfez ekonomi politiğinin en büyük sorunu olurdu.
Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri (BAE), Katar gibi Körfez ekonomi politiğinin lokomotifi olarak görülebilecek ülkeler, aynı zamanda 2030 vizyonlarını hayata geçirerek, ekonomik kaynaklarını çeşitlendirmeyi amaçlıyor.
Şu aşamaya kadar Birleşik Arap Emirlikleri’nin finans merkezi emirliği Dubai, ekonomik kaynaklarını petrol ve diğer baskın doğal kaynaklardan ayırmayı ciddi oranda başarabilen tek emirlik olarak dikkat çekiyor. Dubai ekonomisindeki petrol dışı sektörlerin oranı %90’dan fazla. Fakat ekonomik kaynakların çeşitlendirilmesi politikasının finansmanı da yine petrol ve doğalgaz gelirleri ile sağlandığı için, kimileri bu durumu ve genel anlamda bu eğilimleri “başarının kırılganlığı” olarak adlandırıyor.
Körfez’in yatırım fonları
2030 vizyonları sadece Suudi Arabistan, BAE ve Katar gibi bölge ekonomi politiğinde öne çıkan ülkelerde bulunmuyor. Aynı zamanda Kuveyt, Bahreyn ve Umman gibi düşük yoğunluklu dış politika izleyen ülkelerin de ekonomik kaynakları çeşitlendirme ve 2030 vizyonu gibi hedefleri var.
Bütün Körfez bölgesinin ise bu 2030 vizyonları ile amaçladığı mesele, petrol ve doğalgaz gelirlerinin ülke ekonomilerindeki payını küçültmek ve bu payları farklı alanlardan elde edebilmek. Kısacası Körfez ülkeleri, kamu varlık fonlarını ve çoğunlukla emirlik yöneticileriyle aileleri tarafından idare edilen bu varlık fonlarına bağlı yatırım fonlarını geliştirerek, bu açmazı aşmaya çalışıyorlar.
Körfez ülkelerinin yatırım fonları ile gerçekleştirdikleri yatırımlar, dünya politikasında da ciddi oranda görünür durumda. Spordan kültürel alanlara, havayollarından limanlara, medya platformlarından gayrimenkullere ve enerji sektörüne kadar, Körfez ülkelerinin uluslararası yatırımları bütün kıtalara yayılmış durumda.
Manchester City, Paris St. Germain, Newcastle United gibi Avrupalı ünlü futbol kulüpleri; IAG, LATAM, Cathay Pacific gibi havayolu ve yer hizmetleri ile ilgili şirketler; Afrika boynuzu ülkeleri Eritre, Cibuti, Somali’deki limanlar; ABD ve İngiltere’deki George Washington, Tufts, George Mason, Kansas, Northwestern, LSE, Texas A&M, Exeter, Harvard, Yale, Georgetown gibi üniversiteler ve İngiltere’deki Mayfair gibi bölgelerde Körfez ülkelerinin ciddi oranlarda yatırımları var.
Bu gibi yatırımlar, Körfez ülkelerinin daha fazla tanıtılmasını amaçlayan “uluslararasılaşma” süreçlerine hem katkı sunuyor hem de Körfez’in Arap dünyasındaki etkisini ve nüfuzunu artırarak, “Arap dünyasının Körfezleşmesine” olarak sağlıyor.
Sosyal yapı ve toplumsal dinamikler
Körfez ülkelerini nevi şahsına münhasır hale getiren bir olgu da, sosyal yapılar ve toplumsal dinamikler.
Bu açıdan en önemli noktalardan bir tanesi, Körfez’deki vatandaşlar ve yabancılar ayrımı. Kişi başına düşen milli gelirin ve refah seviyesinin diğer ülkelere oranla ciddi derecede yüksek olması, Körfez ülkelerinin vatandaşlarının işgücüne katılımlarının hizmet sektöründe son derece düşük olmasına neden oluyor.
Bu çerçevede Körfez ülkelerinde yabancı çalışanlar nüfusun çoğunluğunu oluşturuyor, Suudi Arabistan ve Umman gibi ülkelerde ise nüfusun %40-45’ini teşkil ediyor. Körfezdeki otellerden havalimanlarına, çarşılardan restoranlara ve hizmet sektöründeki diğer alanlara kadar neredeyse her yerde, Asyalı, Afrikalı ve Ortadoğu’nun diğer ülkelerinden gelen çalışanlar ile karşılaşmak mümkün. Bu sayede, günlük yaşantıda Doha’da bir Katar vatandaşı yahut Dubai’nin merkezî noktalarında bir Emirlik vatandaşı görebilme ihtimaliniz yabancı ülkelerin vatandaşlarını görme olasılığından daha azdır.
Özellikle Katar’ın Dünya Kupası 2022’yi düzenlemesi ile birlikte ciddi derecede turisti ülkeye çekmesi ve ardından ülkesini, Körfez’i ve Ortadoğu’yu tanıtıcı bir rol üstlenmesi ile, ünlü çarşılardan olan Souq Waqif gibi merkezî noktalarda esnafın dışında Katar vatandaşı görmek, turist ve yabancı çalışan görmekten daha az olası. Dolayısıyla Doha’nın işlek caddelerinde şavurmanızı yerken size bir Suriye yahut Lübnan vatandaşının servis yapması, bir Katarlı’nın servis yapmasından son derece daha yüksek olasılık değil, sosyolojik bir gerçekliktir.
Demokrasi yok ama katılım var
Bir diğer ilginç nokta da, Körfez ülkelerinin demokrasi olarak yönetilmemelerine ve böyle bir iddiaları da olmamasına rağmen, demokrasinin temel taşlarından siyasi katılımı geleneksel mekanizmalar ile hayata geçirmeleri.
Ülke yöneticileri ve hükümetin ileri gelen isimleri şura konseylerinde üst düzey siyasiler ile istişarelerde bulunuyorlar. Ayrıca, gerek önemli ailelerin temsilcileri gerekse de halktan kimseler meclis ismi verilen platformlarda üst düzey siyasetçilerle istişareler gerçekleştiriyor, toplumsal meselelere beraber eğilebiliyor. Hatta bu çerçevede, belirli Körfez ülkelerinde Şura Meclislerinin oluşumu genel oy ile belirleniyor. Katar da yakın dönemde bunu gerçekleştirmişti.
Körfez Bölgesi’nin uluslararası ilişkilerde nesne olmaktan, özne olmaya geçişi
Körfez Bölgesi, uluslararası ilişkiler açısından nesneden özneye geçişi yaşadı.
20. yüzyılın ikinci yarısında küresel de-kolonizasyon süreçlerinin de etkisiyle, Körfez’deki Britanya nüfuzu yerini aşamalı bir şekilde ABD ve diğer Batılı ülkeler ile savunma ve güvenlik ilişkilerine bıraktı. ABD, tarih içinde politikasında bazı değişiklikler yapsa da, temel anlamda 1990’lı yıllardan itibaren Körfez ülkelerinin ABD güvenlik şemsiyesinin altına girdiği ifade edilebilir.
ABD’nin yanı sıra, Fransa ve Almanya gibi ülkeler de Körfez ülkelerinin savunma ve güvenlik iş birliği alanında Körfez ülkeleri için ön plana çıkan ülkeler olarak değerlendirilebilir.
2000’li yıllara gelindiğinde özellikle 11 Eylül ve 2003 yılındaki ABD’nin Irak’ı işgali dikkate alındığında, İran’ın Şii jeopolitiği üzerinden devşirdiği nüfuz hasebiyle, Körfez ülkeleri ile ABD’nin ilişkileri gelişen bir görüntü çizdi. Zira, İran’ın Bahreyn, Irak, Suriye, Lübnan, Filistin ve Yemen gibi ülkelerde desteklediği Şii siyasi, askerî ve devlet dışı unsurlar, Körfez ülkeleri açısından da rejim güvenliğine bir tehdit oluşturdu.
2010’lu yıllarda Arap halk hareketlerinin ortaya çıkması ile birlikte Körfez’deki rekabet, Ortadoğu bölge siyasetine yönelik olarak izlenen politikalar ile kendisini gösterdi. Burada 2010 sonrası dönemde Suudi Arabistan, BAE, Bahreyn gibi ülkeler belirli bir kampta yer alırken, Katar farklı bir kampta, Umman ve Kuveyt ise tamamen farklı bir kampta yer aldı denilebilir.
Körfez bölgesindeki güç dengeleri, 2020’li yıllar ile birlikte uluslararası gelişmelerden daha fazla etkilenmeye başladı. Özellikle ABD, Rusya, Çin gibi küresel aktörlerin siyasi, ekonomik ve jeopolitik mücadelesi, Körfez ülkelerini bu ilişki tipleri üzerinden taraf tutmaya, politika belirlemeye hatta eyleme geçmeye zorladı. Trump yönetimi döneminde Ortadoğu’da ABD müttefiki Körfez devletleri ile birlikte İran karşıtı “Arap-NATO’su” kurulması gündeme gelmiş ve fakat uluslararası ve bölgesel şartlardan ötürü başarılı olamamıştı. Aynı zamanda Trump yönetiminin İsrail’i destekleyici politikalarının bir parçası olarak İsrail ile BAE ve Bahreyn’in İsrail ile ilişkilerini normalleştirmesini yine bir monarşi olan Fas ve Doğu Afrika’dan Sudan takip etmişti.
ABD-Çin mücadelesinde Körfez ülkeleri
Bütün bunlar Körfez ülkelerinin kendileri için karar alıcı ülkeler olduğunu gösteriyor. Bu çerçevede Körfez ülkeleri, her ne kadar uluslararası gelişmelerden doğrudan ve dolaylı olarak etkileniyor olsalar da bu gelişmelere yekpâre cevaplar vermekten uzak kalıp, küresel aktörlerin çıkarlarının da bir uzantısı olmayı reddediyorlar.
Bu noktada son dönemde ABD ve Çin arasındaki siyasi, ekonomik ve jeopolitik mücadelede Körfez ülkelerinin tamamıyla sadece bir tarafta durmamalarını örnek göstermek gerekir.
Özellikle Suudi Arabistan ve BAE gerek teknolojik alanda gerek ekonomik alanda ve gerekse de savunma iş birliği kapsamında Çin teknolojisini ABD karşısında reddetmekten çok uzaklar. Suudi Arabistan’ın Çin desteğiyle balistik füzeler geliştirmesi, BAE’nin ABD’nin itirazına rağmen Çin’in 5G, Huawei gibi teknoloji ve şirketleriyle iş birliği yapması ve aynı zamanda Abu Dabi’de Çin’in askerî üs inşaatının başlaması, iki devletin de ABD-Çin rekabetindeki konumunu açıkça ortaya koyuyor.
ABD-Çin rekabetinin yanı sıra, daha kritik bir güncel gelişme olan Rusya-Ukrayna Savaşı’nda Körfez ülkelerinin tutumları, Körfez’in son dönemdeki kendi kararlarını kendisi alan ülkeler imajı ile uyum içerisinde.
Rusya-Ukrayna Savaşı’nda Körfez
Rusya-Ukrayna Savaşı Şubat 2022 tarihinde patlak verdiğinden bu yana, Körfez ülkeleri gerek bireysel dış politikalarında gerekse de uluslararası örgüt ve platformlarda doğrudan Rus-destekçisi yahut Ukrayna-destekçisi olmaktan uzaklar.
Dubai’ye gelen Rus milyarderlerin yanında, BAE liderleri Ukrayna Cumhurbaşkanı Volodimir Zelenkski ile görüşebiliyor. Yahut Rusya ile askerî işbirliğine giren Suudi Arabistan, aynı zamanda Ukrayna ile siyasi/ekonomik ilişkilerini geliştirebiliyor.
ABD ve farklı Batılı ülkelerden Riyad, Doha ve Abu Dabi’ye açılan hava koridorları, şu aşamaya kadar Körfez ülkelerini -Batılı ülkelerin yanında- tamamıyla Rusya’ya karşı bir pozisyona sokamadı. Aynı zamanda bizzat ABD Başkanı Joe Biden’ın Cidde’ye ziyaret düzenleyip Veliaht Prens Muhammed bin Selman ile ve diğer Körfez İşbirliği Konseyi ülkeleri liderleriyle görüşmeler gerçekleştirmesi de onları petrol üretimini kısmaktan alıkoyamadı.
Dolayısıyla bu çerçevede Körfez’in ABD-Çin ve ABD-Rusya gibi rekabetlerde herhangi bir tarafın doğrudan net bir şekilde yanında yer almadığını görebiliriz.
Körfez’i gelecekte neler bekliyor?
Doğal kaynaklardan olan petrolün yakın zamanda sonra ereceği ve dolayısıyla Körfez’in bu güçlü konumunu devam ettiremeyeceği akıllara gelebilir. Fakat Körfez ülkeleri, neredeyse ülkelerinin kuruluşu ile aynı yıllardan bu yana ekonomik kaynaklarını çeşitlendirme politikalarını takip ediyorlar. Dolayısıyla Körfez ülkeleri de yakın ve orta vadede, petrol ve doğal gaz gibi kaynaklardan elde edilen gelirlere güvenemeyeceklerini biliyorlar.
Bu çerçevede bakıldığında Körfez’in yükselen bir güç ve alt-bölge olarak konumunu güçlendirmeye devam edeceği iddiası, Körfez’in ekonomik ve teknik meselelere inovatif çözümler sunabilme yeteneğiyle de ilgili. Özellikle son dönemde bakıldığında, enerji-odaklı politikalarda Körfez ülkeleri Rusya-Ukrayna Savaşı sebebiyle yeniden en büyük fosil yakıt üreticileri olarak ön plana çıktılar.
Fakat bu, Körfez’in yenilenebilir enerji alanındaki faaliyetlerini durduran bir gelişme olmadı. Körfez ülkeleri ekonomik kaynaklarını çeşitlendirirken, aynı zamanda enerji politikalarında da sıvılaştırılmış doğal gaz, yenilenebilir enerji, nükleer enerji gibi daha inovatif çözümlere odaklanıyorlar. Öyle ki son 15 yılda, BAE’nin yenilenebilir enerjiye yaptığı yatırımlar 40 milyar doları aştı. Bunu 70 ülkede desteklediği enerji projeleri de takip ediyor.
Tabii ki ekonominin ve enerjinin dönüşümünün siyasi çıktıları da Körfez siyasi elitleri tarafından hesaplanıyor.
Mısır’da gerçekleştirilen 27. BM İklim Değişikliği Zirvesi’ne (COP27) toplamda 1000 temsilci gönderen BAE bir sonraki zirveyi Kasım ayında Dubai’de düzenleyecek. Böylece BAE, en büyük fosil yakıt üreticilerinden birisi olarak, küresel ısınma ve iklim değişikliği ile mücadelenin merkezi olma yolunda olan Körfez’in de önemli bir temsilcisi olacak.
Bu tip organizasyonların Körfez ülkelerinde gerçekleşmesi, Körfez ülkelerine de iklim değişikliği ile mücadele, yenilenebilir enerji ve diğer konularda küresel anlatıyı değiştirme ve şekillendirme imkanı tanıyor. BAE’nin iklim zirvesinin başkanlığına da milli petrol şirketi ADNOC (Abu Dhabi National Oil Company) CEO’su, Sanayi ve Gelişmiş Teknolojiler Bakanı Sultan Al Jaber’i ataması, ülkenin ve Körfez’in hem yenilenebilir enerjiye hem de fosil yakıtlara önem verebileceğini ve aynı zamanda iklim değişikliği ile mücadeleyi buraya entegre edebileceği iddiasını taşıyor.
Bu çerçevede, fosil yakıtlar ile ilgili en büyük şirketin CEO’sunun iklim değişikliği zirvesine başkan atanması kimi çevreler tarafından ciddi eleştiri ile karşılansa da unutulan bir mesele de Sultan Al-Jaber’in aynı zamanda BAE’nin yenilenebilir enerji şirketi Masdar’ın başında olması. Dolayısıyla Körfez bölgesi gerek ekonomik gerekse de enerji ile ilgili meselelerde sadece tek perspektiften değerlendirilmemesi gereken bir bölge olduğunu bir kez daha ortaya koyuyor.
Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Fikir Turu’nun editöryel politikasını yansıtmayabilir.
Bu yazı ilk kez 17 Temmuz 2023’te yayımlanmıştır.