Jeo-politika

7 Temmuz 2021

Yazdır

Dünya başkentlerinin gözü neden Türkiye-Pakistan ilişkilerinde?

Her iki ülkenin de kurulmasından önceki yıllara uzanan ve dostluğa dayanan Türkiye-Pakistan ilişkileri, hem ikili düzeyde hem de bölgesel düzeyde hızla derinleşiyor. Birbirlerini öteden beri destekleyen bu iki ülkenin ilişkilerindeki yeni boyutsa, özellikle bölgesel konularda ve İslam dünyası coğrafyasına ilişkin geliştirdikleri ortak akıl.

Bu ortak akıl, Türkiye’nin Suriye, Libya ve Doğu Akdeniz’deki adımlarına şüpheyle yaklaşan Birleşik Arap Emirlikleri ve Suudi Arabistan gibi ülkelerde kaşların kalkmasına, Pakistan’ın ezeli düşmanı Hindistan’ın, Türkiye’ye beslediği şüpheci tutumun artmasına neden oluyor. Türkiye-Pakistan ortak aklının küresel güçlere ve uluslararası aktörlere nasıl sinyaller gönderdiği de uluslararası ilişkiler dergilerinden İslam İşbirliği Teşkilatı gibi platformlara ve birçok Dışişleri Bakanlığı binasına kadar pek çok ortamda ciddi bir tartışma konusu.

Aslında bir süreç olarak ele alınması gereken Türkiye-Pakistan ilişkilerinin derinleşmenin uluslararası siyasetteki yeni bağlam ve gerçeklerle yakından ilişkili olduğu aşikâr. Dolayısıyla, iki ülkenin ilişkilerini ve ona yönelik tepkileri anlamak için önce uluslararası siyasetin dinamiklerinin nasıl bir değişimden geçtiğini analiz etmek gerekiyor.

Doğan güç boşluğunu doldurmaya çalışan bölgesel güçler

Uluslararası siyasette gücün Batı’dan Doğu’ya kaydığını, ABD’nin gücünün azalıp azalmadığını ve de Çin’in yükselişini uzun bir dönemdir tartışıyoruz. Bu süreç içerisinde yadsıyamayacağımız bir şey var ki, o da son dönem ABD dış politikasının bazı güç boşlukları doğurduğu ve bu boşlukları belli bölgesel güçlerin doldurmaya çalıştığı. Buradaki en büyük performans kapasitesi Çin’de olduğu için de yeni bağlamın en önemli dinamiğini belki ABD-Çin rekabeti teşkil ediyor.

ABD-Çin rekabetine, Çin perspektifinden bakacak olursak, Çin’in ABD’ye karşı geliştirdiği politikanın dört önemli ayağı olduğu gözlemlenebiliyor. Birincisi, ABD ve AB’yi birbirinden kopararak Batı’yı ikiye bölmek; mümkünse AB’yi de kendi içerisinde bölmek. İkincisi, ABD’nin hegemonyasının meşruiyetini sorgulatacak küresel ve bölgesel krizleri teşvik etmek. Üçüncüsü, ülkeleri borç siyasetiyle kendine bağlamak ve de dördüncüsü Kuşak-Yol Girişimi gibi projeleriyle kontrol alanını genişletmek.

Çin, özellikle Donald Trump döneminde Batı’yı böl ve yönet stratejisinde başarılı olmuşa benziyordu ama Joe Biden yönetiminden oyunun kurallarını değiştirecek hamle gecikmedi.

Biden öncelikle Londra’yla özel bir ilişki tesis etti, akabinde de G7 ve NATO toplantılarıyla adeta dağılan Batı’yı yeniden bir araya getirdi. NATO bildirisinde Çin’e uzun uzun yer verildi. Bu zirvelerde Biden’ın vurguladığı, “Kural Tabanlı Uluslararası Sistem” sloganı da aslında eski kuralların hâlâ geçerli olduğunun altını çizdi.

Yükselen yeni ittifak siyaseti

Bununla birlikte, ABD-Çin rekabetinin başka boyutları da olduğunu hatırlamakta fayda var: Okyanuslar üzerindeki rekabete karşılık gelen okyanus siyaseti, liman hakimiyeti, teknoloji ve istihbarat savaşları bu rekabetin kurumsal çıktılarını oluşturuyor. Ve tabii ki yeniden devlet davranışı…

Bundan birkaç sene önce makbul devlet davranışı denilince, ABD’nin sergileyip diğerlerinin uyacağı bir davranış modeli akla geliyordu. Lakin ABD-Çin rekabeti devlet davranışı tartışmalarını yeniden alevlendirdi. Sadece Çin’in ABD karşısındaki değil, diğer küçük devletlerin bile bu rekabet karşısında belli davranış modelleri geliştirebildikleri gözlemlenebiliyor.

Nepal, Maldivler, Sri Lanka gibi ülkelerin bile belli bir denge siyaseti geliştirdikleri dikkate alındığında, Türkiye ve Pakistan gibi devlet kapasitesine sahip olan ülkelerin repertuvarlarını geliştirmesi ise gayet normal bir durum.

Yeni modelin nüansı

Bugüne kadar ABD-Hindistan-Japonya-Avusturalya gibi ülkeler Çin’e karşı gruplar oluşturmuştu. Buna karşı Çin de başta Pakistan olmak üzere Sri Lanka’dan Nepal’e, Malezya’dan Burma’ya birçok ülkeyi kendi safına dâhil etmek için çaba sarf ediyordu.

Fakat bu iki gruplaşmanın arasında bir nüans var; Çin’in oluşturmaya çalıştığı gruplarda, orta ölçekli güç kategorisinde değerlendirilen ülkeler, stratejik özerklik çerçevesinde hareket edebiliyor ve kendi davranış kapasitelerini sürekli arttırarak yeni bir tür ittifak modeli inşa edebiliyor.

NATO gibi geleneksel ittifak modelleri hâlâ işlevini korumaya çalışıyorken; bu yeni ilişki tipleri sadece güvenlik eksenli değil, başta ekonomik, sosyal ve kültürel alanlar da dâhil olmak üzere ikili ya da çok taraflı gelişen bir modelde ete kemiğe bürünüyor.

Türkiye-Pakistan ilişkileri de, bu modelin bariz bir örneği; gittikçe artan savunma sanayi işbirliği, karşılıklı askerî eğitimler, yatırımları ve ticareti artırmayı hedefleyen adımlar sürekli yenileniyor. Bu adımlarından en son atılanlardan biri de Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın Şubat 2021’de Pakistan’ı ziyareti sırasında imzalanan bilim, teknoloji, savunma, turizm, eğitim ve sağlık alanlarında geniş bir işbirliği yelpazesini kapsayan Stratejik Ekonomik Çerçeve anlaşması. Erdoğan’ın Pakistan Meclisine 4 kez hitap ederek Mecliste en fazla konuşmayı yapmış yabancı lider olması, Türkiye ile Pakistan arasında çifte vatandaşlık hakkını getiren bir anlaşmanın hazırlıklarının devam etmesi, Türkiye’nin bugüne kadar sahip olduğu en büyük Konsolosluk binasının Karaçi’de inşa edilmesi, Erdoğan’ın, Eylül 2020’de BM Genel Kurulu’na hitaben yaptığı konuşmada Keşmir meselesinde açıkça taraf olarak, Pakistan’ı desteklemesi, bu özel ve gittikçe derinleşen ilişkinin yansıması.

Türkiye ve Pakistan’ın gelişen stratejik ilişkileri

Zira, Türkiye ve Pakistan, yukarıda anlatmaya çalıştığım yeni uluslararası ortamın farkına erken vardılar ve kendi lehlerine çıkar sağlayacak davranış kalıpları geliştirmeye odaklandılar.

Türkiye’yi Kuşak-Yol vizyonuna dâhil edemeyen Çin’in, Kuşak Yol Projesi’nin Hazar Denizi’nden öteye geçemeyeceği hep tartışılagelmiştir. Pakistan ise, Çin’in enerji ithal edebilmesi için kilit önemde bir ülke. Her iki ülkenin Çin safına geçmesine izin vermeyecek olan ABD’nin ise sadece Afganistan bağlamında bile Türkiye ve Pakistan’a ne kadar ihtiyaç duyduğu güncel gelişmeler üzerinden okunabilir.

Bu çerçevede ABD-Çin rekabetinde her iki taraf için de vazgeçilmez olan Türkiye ve Pakistan’ın iki cepheye de tamamen angaje olmayan, ancak kendi pozitif gündemlerini de besleyen bir ilişki biçimi geliştirmek istemeleri son derece rasyonel bir davranış.

İşbirliği sadece askerî alanda değil

Tabii burada önemli olan ilişkilerin düzeyi, mukavemeti ve çeşitlilik kapasitesi. Bu kapsamda ilişkilere dayanışma araçları açısından bakıldığında sadece askerî ve güvenlik değil, siyasi, ekonomik ve kültürel boyutta da uyumun her geçen gün ilerletilebildiği söylenebilir.

Örneğin, askerî ve güvenlik ilişkileri sadece tehdit ve güvenlik eksenli gelişmiyor, savunma sanayiini ve Yüksek Düzeyli Askeri İşbirliği Konseyi gibi askerî diplomasiyi de barındırıyor. Siyasi ilişkiler, sadece koordine ve müzakere amaçlı ilerlemiyor, taraflar birbirlerine siyasi konularda net bir taahhüt verebiliyor.

İki ülke arasındaki ticaret hacmi hedeflenen 5 milyar doların altında, 850 milyon dolar civarında seyrediyor. Her iki ülkenin hitap etmek istediği ekonomik alan Çin’in kontrol etmek istediği ticari kuşak ve bağlantılar üzerinde yer alıyor. Şu anda her iki ülkedeki pandemi sonrası ekonomik durgunluk da göz önüne alındığında, ticaret hacminin hedeflenenin altında kalması, potansiyele ulaşılamayacağı anlamına geliyor.

Dolayısıyla Türkiye-Pakistan ilişkilerinde genel olarak ilişki düzeyinin stratejik, ilişki mukavemetinin ise yüksek olduğu söylenebilir.

İlişkilerin imtihanı: Afganistan

Türkiye-Pakistan ilişkilerinde, iki ülkenin en hızlı eylem kabiliyeti geliştirmek zorunda oldukları meselenin Afganistan olduğu açık. Zira Türkiye, Kabil Havalimanı’nın güvenliğini üstlenmek için müzakereler yürütüyor. Pakistan ise, Afganistan için kilit önemde.

Afganistan’ın bugüne kadar en önemli üç sorunu öne çıkıyordu: ABD’nin varlığı, zayıf bir yönetim ve merkezî hükümetle Taliban arasındaki Barış Süreci.

ABD ve birçok Batılı ülke Afganistan’dan çekiliyorken, en büyük tartışma konusu, geride nasıl bir Afganistan bırakacakları. Kabil yönetimi iktidar kavgaları nedeniyle zayıf ve güven germiyor. Taliban ise şiddeti hiç olmadığı kadar arttırmış ve kendisine sorun çıkartan Batı İttifakı tabanını etkisiz hale getirmekle meşgul.

Tam da bu noktada sorunu çözmesi umut edilen ülkeler çok stratejik: Türkiye, Pakistan ve Macaristan. Zira Batı güçleri çekilince Afganistan’da güvenliğin sağlanmasını bu üç ülkenin üstlenmesi gündemde.

ABD perspektifinden bakıldığında Pakistan ile Çin’i, Türkiye ile Rusya’yı, Macaristan ile Avrupa’yı dengelemek için daha rasyonel bir aktör tercihi desteklenemezdi.

Özellikle Türkiye ve Pakistan açısından değerlendirilecek olursa, Türkiye belki de Afganistan halkının en sevdiği ülkelerden birisiyken; Pakistan ise en sevmediği ülkelerin başında geliyor. Çünkü Pakistan’ın kendi ülkesinin istikrarı için Afganistan’ın kati surette kontrolünü vurgulayan meşhur “stratejik derinlik” politikası, Afgan halkı tarafından devletin zayıf olmasının en temel sebebi olarak görülüyor.

Diğer yandan ise Pakistan’ın Taliban üzerindeki kontrol ve etkisi uzun bir dönemdir tartışılıyor. ABD, Taliban’ı masaya ne zaman oturtmak istese önce Pakistan’ı ikna etmeye uğraşıyor.

Dolayısıyla Türkiye ahlaki gücü ve yükselen devlet kapasitesi, Pakistan ise sahadaki etki kabiliyeti nedeniyle yıllardır ABD’nin ülkede bitiremediği çatışmayı sona erdirebilmek adına en sahici aktörler.

Ancak Türkiye ve Pakistan’ın barış için aşması gereken engeller de hiç de kolay değil.

Öncelikle ülkenin içerisinde bulunduğu etnik temelli kimliksel çatışma, şu an sahanın en önemli gerçeği ve Peştun milliyetçisi Taliban ile Kuzey’deki Türk halklarının aralarındaki güven krizi öyle kolay aşılabilecek bir soruna karşılık gelmiyor. Yıllardır Taliban ile mücadele eden Kabil yönetiminin başındaki bir Peştun olan Eşref Gani’nin ekibi içerisindeki Peştunların bile Taliban’a istihbarat sağladığı iddiaları meselenin ne kadar çetrefilli olduğunu ortaya koyabiliyor.

Diğer yandan başta Taliban olmak üzere ülkede sahada bulunan tüm örgütlerin farklı dış güçler tarafından beslenen farklı kanatlara sahip olduğu yıllardır konuşuluyor. Bu bağlamda başta Türkiye’nin devlet kapasitesinin zarar görmesini isteyen ve ülkede çatışmayı uzun bir dönemdir fonlayan başta Birleşik Arap Emirlikleri, Suudi Arabistan ve İran gibi ülkelerin süreci her zaman sekteye uğratmak isteyebilecekleri göz önünde bulundurulmalı.

Sonuç olarak Afganistan sınavını hem güvenlik hem de kimlik sorunları bağlamında başarıyla atlatabilen bir Türkiye-Pakistan ortaklığının Güney Asya’dan Avrupa’ya uzanan jeopolitik değişimi yönetebilecek en güvenilir aktörler olarak ortaya çıkması kaçınılmaz olarak değerlendirilebilir.

Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Fikir Turu’nun editöryel politikasını yansıtmayabilir.

Bu yazı ilk kez 7 Temmuz 2021’de yayımlanmıştır.

Hayati Ünlü

Dr. Hayati Ünlü - Doktorasını Eylül 2019’da “Hindistan’da Hakim Parti Sistemi’nin Değişimi: Kurumsalcı Bir Analiz” teziyle İstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Siyaset Bilimi Anabilim Dalı’nda tamamladı. Ünlü’nün çalışma alanları, başta Hindistan olmak üzere Pakistan, Afganistan ve İran coğrafyalarına dair karşılaştırmalı siyasal kurumlar, devlet-toplum ilişkileri, milliyetçilik ve siyasal partilerdir. Güney Asya Stratejik Araştırmalar Merkezi (GASAM)’da çalışmalarına devam eden Ünlü, aynı zamanda Türkiye Maarif Vakfı’nda Başkanlık Müşaviri olarak görev yapıyor.

Subscribe
Bildir
guest

0 Yorum
Inline Feedbacks
View all comments
0
Would love your thoughts, please comment.x
Send this to a friend