Bazen böyledir; varlıkları bir mucize gibidir, yoklukları tüm sıfatları işsiz bırakır. Dahası: Onun yokluğu öylesine derindir ki, doldurulması zaman alır. Nitekim 26 Eylül’de gürültüsüz patırtısız hayatımızdan çekildiğinde, içimizin burkulması, kendimizi boşlukta hissetmemiz bundan. Hıfzı Topuz, bir ömre üç yaşam sığdıran ve kendisine yakıştırılan sıfatların içini tıka basa dolduran ‘efsane’ bir insandı. Ölüm haberini Türkiye Gazeteciler Cemiyeti’nin (TGC) duyurması da bu bağlamda fevkalade anlamlıydı.
Cumhuriyet’le yaşıttı. Renkli bir simaydı. Ona yaşadı demek haksızlık olur. Bir değil, birkaç yaşamı sığdırmıştı ömür kafesine.
On yıl önce, 90. yıldönümünde, Öner Ciravoğlu’nun kendisiyle yaptığı bir nehir söyleşide (Ardından Yıllar Geçti), kendini şöyle tanımlıyordu:
“Ben doksan yıla sanırım üç yaşam sığdırdım. Birincisi çocukluğumdan 36 yaşına kadar uzanan gençlik ve gazetecilik dönemi. İkincisi 36 yaşından 60. yaşıma uzanan, UNESCO’da 25 yıllık uluslararası bir uzmanlık ve yöneticilik dönemi. Üçüncüsü de öğretim üyeliği ve biyografik roman yazarlığı dönemi.”
Bu izahtan on yıl sonra tekrar kapısı çalındığında, “100 yaşına kadar yaşayacağımı hiç düşünmemiştim” diyor. “70-80 yaşlarında bu dünyaya veda edeceğimi sanıyordum. 100’e yaklaştıkça tehlikeli bir bölgeye girdiğimi anladım. Artık ayrılma vakti geldi diyordum. Son yıllarım huzursuz ve endişeli geçti.”
Buraya dikkat lütfen: İki dünya savaşına tanıklık eden, 27 Mayıs ve 12 Eylül darbeleri ile 12 Mart muhtırasını gören, uzaktan da olsa Hiroşima’yı yaşayan, Çin’in çöküşünü ve son yıllarda tekrar yükselişini öyle ya da böyle tecrübe eden Topuz, nedense son yıllarına vurgu yapıyor ve bu süreci huzursuz, endişeli geçirdiğini söyleme ihtiyacı hissediyor.
Sonradan öğreniyoruz ki, sosyal hayatla da bağı iyice gevşemiş. Sınırlı kişilerle sınırlı diyalog… Dahası, coğrafyalar dar gelirken, kendini belli bir mekâna adeta hapsetmiş… Bir küskünlük çökmüş üzerine. Yerli televizyon kanallarını izlemeyi bırakmış mesela. Sadece yabancı kanallar…
Oysa ne kadar coşkulu, ne kadar girişimci, ne denli cesur olduğunu anlamak için birkaç anısına bakmak yeterli…
Hasan Paşa Konağı
Hıfzı Topuz, 1923 yılında Milli Mücadele’ye destek vermiş işadamı Ahmet Rami Bey ile kökleri Osmanlı Sarayı’na uzanan Melahat Hanım’ın Muzaffer, Gazanfer ve Zahir’den sonraki dördüncü erkek çocuğu olarak, 25 Ocak 1923 tarihinde, İstanbul’da, dededen kalma bir konakta, Hasan Paşa Konağı’nda dünyaya geliyor (Şimdi o konağın yerinde apartmanlar var).
Aileye sonradan bir de kız kardeş, Gülen (Zeytinbaş) ekleniyor.
Çocukluğunun ilk yılları İstanbul’un üç farklı bölgesinde geçiyor. Şişli Terakki’nin anaokuluna gidiyor. Doğdukları Nişantaşı’ndan sonra Beyoğlu’na taşınıyorlar. İlk arkadaşları, eski Rum evlerine taşınan Drama muhacirlerinin çocukları oluyor.
Ardından Kadıköy’e geçiyorlar.
Topuz, eğitim hayatına Saint Louis İlkokulu’nda başlıyor. Saint Louis, Saint Joseph’in şubesi… Üç sene kadar bu okulda okuyor.
1933 yılında babasının işleri sebebiyle Ankara’ya taşınıyorlar. Dördüncü sınıfa kadar İnkılap İlkokulu’nda okuyor. Ancak anneannesi, torununun Galatasaray Lisesi’ne gitmesini istiyor. Yatılı okul ücretini üç aylık yetim maaşıyla ödemeye gönüllü oluyor. Topuz, beşinci sınıftan itibaren yatılı olarak Galatasaray Lisesi’ne başlıyor.
Topuz, lisede Esat Mahmut Karakurt ile tanışıyor.
Kısa bir belgeselde (Ulusal Kanal), Karakurt için, “Romancıydı, çok sevdiğim bir adamdı, bizi çok etkiledi” diyor.
İşte o Karakurt ile ilgili bir anı:
“Ünlü romancı Esat Mahmut Karakurt, Galatasaray Lisesi’nde öğretmenliğe başlayacaktır. Henüz 27 yaşında bir delikanlıdır. Çoğu profesör olan yaşlı başlı ve ünlü hocaların yanında pek toydur. Derse girmeden önce Prof. Macit Arda çeker onu bir kenara:
– Sen nasıl tutunacaksın burada, der, memleketin en ünlü ailelerinin çocukları burada, sen gençsin…
Ve bir fikir verir:
– Derse girince miskin bir çocuk bul, ona çıkış, sınıfa gözdağı ver, belki tutunursun…
Bozkurt denileni yapar… İlk derste miskin bir çocuğu tahtaya çağırır. İnadına zor bir soru sorar:
– “Derunundan çıkan ahı, beeyr’in başına koysam?” Bunun anlamı nedir?
Çocuk şaşırır…
– Beeyr ne demek öğretmenim, diye sorar.
Hoca öfkeli:
– Devenin adını nasıl bilmezsin? Nasıl oturuyorsun burada? Senin işgal ettiğin bu yere oturabilmek için memleket çocukları birbirini yiyor…
Delikanlının suskunluğundan istifade biraz daha bastırır:
– İsmin ne senin mendebur herif?
– Mustafa Kemal…
Karakurt biraz yutkunur gibi olur, sorulara devam:
– Kim koymuş sana bu ismi?
– Mustafa Kemal Paşa efendim…
Hoca mosmor… Çocuk anlatır:
– Ben Atatürk’ün yaveri Cevat Abbas’ın oğluyum. Çanakkale’de babamla harp ediyorlarmış. Benim doğum haberim gelmiş. Mustafa Kemal Paşa, “adını ben koyuyorum Mustafa Kemal olsun” demiş…
Öğretmen süklüm püklüm tabii… Çocuğa bu defa “Oğlum sen ki tarihi bir delikanlısın…” diye hitap ederek bir şeyler söylemiş. Sınıf kıkır kıkır gülmüş… Ancak zamanla çocuklarla iyi anlaşmış hoca… Tam 27 yıl Galatasaray’da öğretmenlik yapmış…”
Galatasaray Lisesi’nde Karakurt’tan sonra Halit Fahri Ozansoy geliyor. Bir şair…
Topuz, onu şu şekilde tanımlıyor: “Ondan hiçbir şey öğrenmedik.”
Ozansoy’dan sonra İsmail Habip Sevük giriyor derslere… Sevük hem edebiyat tarihçisi, hem gazeteci…
Topuz’un onunla ilgili düşünceleri şöyle: “Dört sene o girdi derslere. Ondan divan edebiyatı öğrendik, tanzimat edebiyatını öğrendik. Ondan çok şey öğrendik.”
İlerde öncülüğünü yapacağı gazetecilik virüsüne, muhtemel ki, o yıllarda yakalandı. Çünkü ilk kompozisyonlarını bu yıllarda yazmaya başlıyor. Yarışmalara katılıyor. Finallere kalıyor.
O zaman kafasında iki şey var: Dış İşleri’ne girmek, bu bir; yazar olmak, bu iki.
Dış İşleri’ne girmek için imkân yok. Yazarlığın ise önü açık…
“Atatürk bizi büyülemiş gibiydi”
Ailesiyle hasret uzun sürmüyor. Babasının işleri bozulunca aile iki yıl sonra yeniden İstanbul’a, Harbiye’ye taşınıyor. Topuz da yatılı okuldan gündüzlüye geçiyor.
Bir yıl, Atatürk’ün Trablusgarp Savaşı’ndan arkadaşı olan dayısı Dr. Fikret Onuralp ile kalıyor. Bu dönemde evde bol bol Atatürk anısı dinliyor. Dinlemekle kalmıyor; lise birinci sınıfta Cumhuriyet’in 15. yıl kutlamalarında Atatürk’ü görmek heyecanıyla izci olarak Ankara’ya gidiyor.
Topuz, Atatürk’le ilgili anılarını şöyle anlatıyor:
“Çocukluk ve gençlik yıllarımda Atatürk bizi büyülemiş gibiydi. Hepimiz ona hayrandık. Nasıl hayran olmayalım! Çanakkale’de ve Kurtuluş Savaşı’nda vatanı o kurtarmış, Cumhuriyet’i arkadaşlarıyla birlikte o kurmuştu. Devrimleri o gerçekleştirmiş ve ülkeyi Ortaçağ’ın karanlıklarından aydınlıklara o çıkarmıştı. Bilime olan inancı ile akılcılığı devlet politikası yapmıştı. Büyüklerimizden hep onun yaşamından kesitler dinlerdik. Onu yollarda, garlarda, deniz motorunda, Florya Deniz Evi’nde, hipodromda gördüğümüz zaman nefesimiz kesilirdi. Hele kendisini en son Pendik Tren İstasyonu’nda karşılayıp elini sıktığımız günün heyecanı, o günlere kadar hiç duymadığım bir heyecandı.”
Ağabeyi Zahir’i bir av kazasında kaybediyor
Galatasaray’da başarılı bir öğrenci oluyor. Boş zamanlarda Beyoğlu’nda bol bol sinemaya, şarkılı mekânlara gidiyor. Klasik Türk Müziği konserlerini takip etmeye çalışıyor.
Ancak para sıkıntısı da çok… Ay sonunu görebilmek için çoğu zaman elbisesini rehine götürmek zorunda kalıyor.
Babasının bozulan işlerinden sonra aile bir darbe daha alıyor; ağabeyi Zahir’i bir av kazasında kaybediyorlar.
Ev kirasını ödeyecek para bulmakta zorlanınca Topuz da Beyoğlu Havagazı Şirketi’nde çalışmaya başlıyor. Bu yüzden liseyi 1942’de bitiriyor.
Bir yıl Güzel Sanatlar Akademisi’nde mimarlık okuduktan sonra İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ne giriyor. Bir yandan da Akşam gazetesinde muhabirlik yaparak gazeteciliğe adım atıyor.
Sekiz yıl sonra muhabirlikten yazı işleri müdürlüğüne yükseliyor.
Ver elini Paris
Fransa hayali Sorbonne Üniversitesi’nde yüksek lisans programına kabul olmasıyla 1952 yılında gerçek oluyor.
Bir ekim günü, dostları onu Galata rıhtımından kalkan Ankara vapuruyla Marsilya’ya yolcu ediyorlar.
Oradan 10 saatlik bir tren seyahatiyle ver elini Paris!
İstanbul’dan ayrılırken muhabiri olduğu Akşam’a her hafta bir röportaj, haftalık Yeni Asır dergisine bir yazı, Hüsamettin Bozok’un aylık Yeditepe gazetesine de bir yazı göndermeye söz veriyor. Böylece gazetecilikten de kopmuyor.
Hiç malzeme sıkıntısı da çekmiyor, zira Paris’te çok renkli bir dünyanın içinde buluyor kendini.
İlk röportajını okul arkadaşı ressam Nejad Devrim ile yapıyor. Onun yardımıyla Avni Arbaş, Abidin Dino, Mübin Orhon, Fikret Muallâ gibi Türk resminin en efsane isimleriyle dost oluyor.
Bir Fikret Mualla anısı
Topuz, Muallâ ile tanışmasını şöyle anlatıyor: “Avni Arbaş’tan Fikret Muallâ’nın adresini almıştım. O yıllarda Fikret Muallâ hiç de adı duyulan bir ressam değildi. Avni, ‘Dikkat et seni kapıdan kovabilir, kaçık herifin biridir’ demişti.
Ertesi gün kapısını çalınca saç baş dağınık şaşkın bakışlı bir adamla karşılaştım. ‘İstanbul’dan geliyorum’ dedim. ‘Akşam gazetesinde çalışıyorum, sizinle bir röportaj yapmak istemiştim. Adresinizi Avni Arbaş’tan aldım. Adım Hıfzı Topuz.’
Yüzündeki sertlik bir anda dağıldı. Gülümseyerek kapıyı açtı. Burası tek odalı bir daireydi. Yanda bir resim şövalesi duruyordu. Önünde boya tüpleri ve fırçalar… İki duvar arasında bir çamaşır ipi gerilmişti. İpten iki çorap ve bir don sarkıyordu. Duvara gazetelerden kesilmiş iki resim asılmıştı. Biri Sovyet Büyükelçisi’nin resmi, öteki de İngiltere Kralı’nın. Fikret resimlere dikkatle baktığımı görünce şöyle dedi: ‘Dünyaya her türlü bela bu iki devletten gelir. Kendimi onlara karşı sigortalamak için bunları duvara astım.’ Sonra da bastı kahkahayı.”
İlk doktor unvanlı gazeteci
Türkiye’nin ilk doktoralı gazeteci olma şerefi Topuz’undur. Hatta Fransa’nın da ilk doktor unvanlı gazetecisidir o.
Onun hayatı hep “ilk”lerle doludur. Mesela 1952’de İstanbul Gazeteciler Sendikası’nın kurucuları arasında yer alır ve başkanlık yapar.
1960 sonrası Türkiye Gazeteciler Sendikası (TGS) ismini alacak olan İstanbul Gazeteciler Sendikası’nın tüzüğünü hazırlayan üç kişiden biridir. Diğer iki isim ise İhsan Ada ve Burhan Arpad’tır.
23 Kasım 2013’te Kongo Demokratik Cumhuriyeti Lubumbashi Üniversitesi tarafından kendisine “Fahri Doktora” unvanı verilir.
Ne var ki, çoğu şeyi dışarıda bırakacağımız için ister istemez, kronolojiye dönelim…
Biyografik romanların yazarı
1953 sonbaharında kendi deyimiyle, ‘Bir sevgiliden ayrılır gibi, bitmemiş bir aşkı yarıda bırakmanın hüznü’yle Türkiye’ye dönüyor.
Ancak çok sürmüyor hasret. Sevgilisi Paris’e birkaç yıl sonra yeniden kavuşuyor.
1959 senesinde Paris’teki UNESCO Genel Merkezi’nde Özgür Haber Dolaşım Şefi olarak işe başlıyor.
Uluslararası gazetecilik örgütleri arasında mesleksel işbirliği, basın ahlakı, gazetecilik eğitimi, gazetecilerin korunması alanlarında çalışıyor.
Bir yıl Kongo’da yaşıyor.
Arada da Ankara’da, Siyasal Bilgiler Fakültesi içinde bir basın yayın yüksekokulunun kurulması için proje hazırlıyor. (Bugün İletişim Fakültesi olmuş durumda)
Bol seyahatli bu iş sayesinde sevgilisi Paris’te 25 yıl yaşıyor.
1983 yılında yeniden Türkiye’ye dönüyor. Döner dönmez de hayatının ‘üçüncü dönemi’ne adım atıyor: Yazarlık.
Annesinin ailesini anlattığı ilk romanı Meyyale 1998 yılında yayınlanıyor. Onu Çamlıca’nın Üç Gülü, Gazi ve Fikriye, Hava Kurşun Gibi Ağır, Başın Öne Eğilmesin ve Bana Atatürk’ü Anlattılar izliyor.
O dönem, yani romanlarının basıldığı ilk yıllar, gazetecilerin rağbette olduğu ve rafların gazeteci kitaplarıyla tıka basa dolu olduğu yıllar. Emin Çölaşan, Uğur Mumcu, Yalçın Doğan, Yavuz Donat’ın iltifat gördüğü…
Ancak o kitaplar zamanın eleğinde pek tutunamayıp düşüyorlar bir bir. Topuz’unkiler ise sıyrılıyor aralarından. Böylelikle gazeteci gazetecidir, ondan ‘yazar’ olmaz tabusu yıkılıyor.
Bugün Remzi Kitabevi tarafından yayınlanan 30 civarı eseri bulunuyor.
Topuz, anılarını da, romanlarını da muazzam detaylarla anlatıyor, tasvir ediyor… Bunun sırrı gazetecilikten gelen en zoru, en karışık olanı dahi duru bir dille anlatma yeteneği ve keskin hafıza.
Tabii, yaşadıklarını an be an not ederek arşivlemesinin çok faydası olduğu da bir gerçek.
Dünyayı değiştiren en büyük olay…
İnsan bir asır dünya denen kaotik düzene tahammül etmeyi başarınca, ister istemez merak ediyorsunuz: Dünyayı değiştiren en büyük olay ne?
Topuz’a göre şunlar: “Gördüklerimden İtalya’da faşizmin yükselişi, Hitler’in Almanya’daki maceraları, Hiroşima ve Nagazaki olayları, İkinci Dünya Savaşı’nı sonlandıran Normandiya Çıkartması, Çin’in çöküşü…”
Peki, Topuz’a göre önceki yüzyılda onu en etkileyen olaylar nelerdi?
Yanıtı şöyle: “Atatürk’ü Ankara’da ve İstanbul’da pek çok kez gördüm. Ona bakmaktan duyduğum heyecanı hiç yitirmedim. Bazı röportajlarımı hiç unutamam.
Birincisi Atina’da General Trikupis ile yaptığım röportaj. İstiklal Savaşı kahramanlarıyla değişik tarihlerde yaptığım konuşmalar da benim için çok önemli. Sevgili İsmet Paşa’yla birkaç kez yaptığım konuşma hâlâ belleğimde canlı. Yabancı devlet liderleriyle de birçok kez konuştum. Hangi birini sayayım…
İçinde Afrika’da, Amerika’da ve Uzakdoğu Asya’da tarih yazan birçok lider var. Kumbaracı Yokuşu’nun başında bir Kürt kahvesi vardı. 150 yaşında yaşama veda eden Zaro Ağa her gün orada olurdu. Onu görmek de bana heyecan verirdi.”
Sessiz veda
100 yıllık tecrübe sonrası ağzından şu sözler dökülüyor: “Sosyalist olmaktan mutluyum, gururluyum. Ben göremeyeceğim, ama sosyalizm mutlaka gelecek.”
İşte bu umudu her daim, her koşulda taze kuranlara borçluyuz, bugün adını dahi unuttuğumuz nice şeyi.
Onun sendikalaşmaya katkıları, akademik dünyaya katkıları, bilhassa da gazeteciliğe katkıları olmasa, “bu da bir şey mi?” dediğimiz nice şey ya farklı olacaktı ya da olmayacaktı.
Evet; hayata sol’dan bakan bir ‘dünya insanı’ yitirdik. Gürültüsüz patırtısız çekildi, bizlere sosyalizm umudunu miras bırakarak.
Artık 26 Eylül, sıradan bir gün değil; onun eksikliğinin hissedildiği ilk gün olarak kalacak kişisel ve toplumsal hafızamızda.
Nişantaşı’nda bir konakta başlayıp 1960’ların Paris’inden Afrika’ya uzanan olağanüstü bir serüvendi onunki – bir mücadelenin uzun tarihi!
Onu tek kelimeyle tanımlamak imkânsız. Ama zorlarsak ‘dünya insanı’ demek daha az hata yapmamızı sağlar. Zira gazeteci dense, hukukçu yanı eksik tarif edilmiş olur; yazar dense, akademik ve yöneticilik hayatı unutulmuş…
Dünya insanı tamlaması, belli bir coğrafyaya ve belli bir kültüre sıkıştırılmamış kişiyi tanımlar. Nitekim o da bu tamlamanın içini dolduran nadir kişilerden…
Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Fikir Turu’nun editöryel politikasını yansıtmayabilir.
Bu yazı ilk kez 29 Eylül 2023’te yayımlanmıştır.