Sanatın Çığlığı: Ressamın kırılma noktası

Sanatçılar neden en karanlık duygularımıza dokunur? Bacon’ın çığlıkları, Munch’un kaygıları, Van Gogh’un yalnızlığı… Büyük ressamları dahi yapan, yaşadıkları acılar mı, yoksa onları sanat aracılığıyla dönüştürme iradeleri mi? Sanatın derinliklerine bir yolculuk... Arzu Taşçıoğlu yazdı.

Ruhun karanlık noktalarını kurcalayan sanatçılar hep heyecan verici olur. Edebiyatta Dostoyevski bunu eşsiz bir şekilde yapar. Köşe bucak kendi kendimizden sakladığımız duyguları çıkartıp orta yere koyuverir. Bu beklenmedik dürüstlük karşısında şaşırırız, anlatıcının ya da kahramanın adına pişmanlıkla utanç arası bir hisse kapılırız. İçimize, üstümüze sinen bu histen uzun süre kurtulamayız.

Resim sanatında da böyle sanatçılar vardır; kendi ruhumuzdaki kuytu yerlere, hiç girmek istemeyeceğimiz, loş, pis köşelere bizi itiverirler. Hani hiç hatırlamak istemediğimiz hisleri tıkıştırıp ite kaka kapattığımız bir çekmece vardır içimizde, bir bakarız o çekmece yerinden çıkarılıp da yemek masasının üstüne konmuş, işte öyle bir his bu.

Francis Bacon böyle bir etki yaratan ressamlardan. Sert, mahrem ve dehşete düşürücü bir etkisi var resimlerinin. İngiliz sanatçıya, Neden böyle korkunç resimler yapıyorsun, diye sorduklarında, Ben korkunç şeyler çizmiyorum, diyor. Hayata tutkuyla bağlı olmasının, onda ölümle ilgili büyük bir farkındalık yarattığını söylüyor: ‘‘Eğer hayatı gerçekten seviyorsan, daima ölümün gölgesinde gezersin.’’[1]

İlk kez bir Bacon gördüğünüzde sert bir duvara çarpmış gibi olursunuz, sevebilirsiniz, nefret edebilirsiniz, ama kayıtsız kalamazsınız. Hayatla ölümün zıtlığı gibi birçok zıtlık içerir resimleri.

BACON – THREE STUDIES FOR FIGURES AT THE BASE OF A CRUCIFIXION

Babası Bacon’ı on altı yaşında, annesinin iç çamaşırlarıyla ayna karşısında poz verirken yakaladığında bir şok yaşamış olmalı. Bacon’ı derhal evden atmış. Bacon hayatının geri kalanında insanları şaşırtmaya, hatta dehşete düşürmeye devam etti, ressam olduktan sonra tüm dünyayı şoke eden resimler yaptı.

‘‘Tabii ki acı çekiyorum. Kim çekmiyor ki? Ama beni iyi bir ressam yapan şey, çektiğim acılar değil, iradem ve kendi benliğim üzerinde çalışma şeklim. İnsanın yaşamıyla işi arasında bir bağ var… ama bir yandan da yok,’’ diyor Francis Bacon bir röportajda.[2]

BACON – STUDY AFTER VELAZQUEZ PORTRAIT OF POPE INNOCENT X

Bacon’ın birçok resminde ürpertici bir çığlık görürüz. Eisenstein’ın Potemkin Zırhlısı filminden çok etkilenmiş Bacon, özellikle Odessa Merdiveni’nde kadının çığlık attığı sahneden[3]. Henüz resme başlamadan önce seyrettiği halde filmin bu karesi aklında yer etmiş. ‘‘Bir gün en iyi çığlık resmini yapmayı umdum,’’ diyor. Bunu başaramadığını söylüyor ve en iyi çığlık resminin Poussin’e ait olduğunu düşünüyor. Masumların Katliamı resmini kastediyor. [4]

Dünyanın en bilinen çığlık resmiyse Norveçli ressam Edvard Munch’a ait şüphesiz.

Munch, yaşadığı acıların sanatıyla olan ilişkisine Bacon’dan çok farklı bakıyor. Alkolizm ve kaygılar içinde yaşamasına rağmen iyileşirse resim yapamayacağından korktuğu için yıllarca tedaviyi reddetmiş: “Yaşam korkum benim için hastalığım gibi gerekli. Anksiyete ve hastalığım olmazsa dümensiz bir gemi olurum. Çektiğim acılar, benim ve sanatımın bir parçası. Benden ayrılamazlar ve bunların ortadan kaldırılması, sanatımı da yok eder.” [5]

Munch beş yaşındayken annesini veremden kaybedince ablası Sophie’ye bağlanmıştı. Ama dokuz yıl sonra ablası da aynı hastalıktan öldü. Kendisi de sık sık verem tedavisi oldu ve ölümü hep yakınında hissetti. Sadece yüzünün ve bir iskelet kolunun göründüğü karanlık içindeki otoportresine bakınca ölümle olan bu yakın ilişkisini hatırlamamak mümkün değil.

MUNCH, OTOPORTRE

“Hastalık, delilik ve ölüm, beşiğimin başında bekleyen ve tüm hayatım boyunca yanımdan gitmeyen kara melekler” demiş, babası ve erkek kardeşini de verem yüzünden kaybeden, kız kardeşinin delirmesine tanık olan Munch.

MUNCH – ANXIETY

Ölüm temasına eserlerinde sıkça yer veriyor çünkü hayatının ilk otuz yılı hep ölümle geçmiş. Babası da eşinin ölümünün ardından ruhsal olarak pek sağlıklı değil, sürekli ölümden ve öteki dünyadan bahsetmesi, henüz küçük bir çocuk olan Edvard’ın kaygılarını daha da derinleştirmiş olmalı. Munch’un acılarıyla sanatı arasında bağ kuran sözlerinin verdiği cesaretle resimlerindeki yüzlerde onun kendi kaygılarının izini arayabiliriz.

MUNCH – EVENING ON KARL JOHANN STREET

Fazla bilinmese de Munch’un yaptığı çok sayıda doğa resmi var. Aslında Doğa ve insanın içinde olduğu çevre onun resimlerinde büyük bir rol oynuyor. Mesela Çığlık resminde figürün yüzü kadar hatta belki ondan daha çok çevresini resmediş şekli kaygıyı veriyor. Figüre doğru uzanan çizgiler ve gökyüzünün kan kırmızı olması kaygı hissini güçlendiriyor.

Çığlık resminin birçok çeşitlemesini yapmış Munch, bazılarının altında bir şiir ya da şiirden bir dize var. Bu şiirde muhtemelen resme ilham kaynağı olan günü anlatıyor: Gökyüzünün güneş batarken kan kırmızısına boyandığını görüyor, derin bir üzüntü dalgası hissediyor ve ölümüne yorgun olduğunu söylüyor. Şiiri şu dizeyle bitiriyor: Doğa’daki büyük Çığlık’ı hissettim. Hem şiir hem de ortamın titreşimi, öndeki figürün çığlık atmadığını, çığlığı duyduğu için kaygılandığını düşündürüyor. Arkadaki figürlerse çığlığın farkında bile değil.

MUNCH – ÇIĞLIK

Munch sadece içinde değil, etrafına bakarken de acıyı hissediyor. İnsanın doğayla ve çevresiyle bütün olması, Munch’un üzerinde durduğu önemli temalardan biri. Alkol ve kaygılar onu dayanılmaz bir noktaya getirince tedavi olmayı kabul ediyor ve tedaviden sonra doğaya yakın yaşamayı tercih ediyor.

VAN GOGH – IRISES

Huzuru doğada bulan, içindeki ruhsal çatışmayı doğayı resimleyerek dindirmeye çalışan bir diğer sanatçı da Vincent Van Gogh. Renkleri kullanışıyla, fırça darbeleriyle, farklı bakışı, farklı görüşüyle sanat tarihinde derin bir iz bırakan Van Gogh hayatı boyunca kendini sevdirememenin, beğendirememenin acısını çekti. Kardeşi Theo hariç hiç kimseden yakınlık görmedi. Hep karşılıksız aşklar yaşadı. Tüm hayatı yalnızlık içinde ve huzursuz bir arayışla geçti.

VAN GOGH – SELF PORTRAIT

Van Gogh resme yönelmeden önce birçok işte başarısız oldu. On yedi yaşında, sanat simsarı olan amcasının yanında çalışmaya başladı, ama sürdüremedi; sonra İngiltere’de öğretmenliği denedi, olmadı; din adamı olup yoksullara yardım etmek için okula gitti, ama sınavlarda başarısız oldu, maden işçilerine vaizlik yapmaya gitti, tüm yiyeceğini onlara vererek tam bir adanmışlıkla çalışsa bile vaizliği yetersiz bulunduğu için bu işten de ayrıldı.

Aslında Van Gogh’u Theo’ya borçluyuz. Hiçbir işi yapamadığı bu noktada Theo, Vincent’a ressam olmasını öneriyor. Çizim yapmayı bildiğini hatırlatıyor ve yağlı boya resim yapmayı öğrenip bunu meslek olarak seçmesini tavsiye ediyor. Sadece önermekle kalmıyor, hayatının sonuna kadar Van Gogh’a maddi ve manevi olarak destek oluyor.

Van Gogh resim yapmaya başladıktan sonra kendini tümüyle bu işe adadı. Ama hayatı yalnızlık, frengi, alkol, parasızlık, yetersiz beslenme ve halüsinasyonlarla gittikçe daha da zorlaşmıştı. Hayatının son dönemlerinde gittikçe sıklaşan sinir krizleri nedeniyle tamamen delirmekten ve bir daha resim yapamamaktan korkuyordu. Belki de bu korku yüzünden otuz yedi yaşında intihar etti.

VAN GOGH – SKULL WITH BURNING CIGARETTE

İçinde yaşadığı bu uç duygular mı onu bir deha yaptı, yoksa bu rahatsızlığına rağmen mi dünyanın en ünlü ressamlarından biri olmayı başardı? Bence ikisi de değil ya da her ikisi birden. Onu dahi yapan şey, içindeki karmaşayı sanata dönüştürecek bir tutkuyla çalışmasıydı. Yeteneğin resim yapma tutkusuyla bir ilgisi olmalı. Belki de yetenek denen şey, sanat yapmadan duramayacak kadar bu işe bağlı olma hali. Bu bir döngü yaratıyor, dahi çalışmadan duramıyor ve çalıştıkça dehası derinleşiyor.

VAN GOGH – WHEATFIELD WITH CROWS

Yayoi Kusama da gördüğü halüsinasyonlar yüzünden hayatı katlanılmaz hale gelen ressamlardan biri. On yaşında resme başlayan Kusama, hem resim yaparak kendini sakinleştirmeyi başarıyor hem de yeteneğinin farkında ve büyük bir ressam olmayı hayal ediyor. Ama varlıklı ailesinin Kusama için planı çok farklı. Annesi mürekkeplerini, fırçalarını alıp ona zengin bir erkeğin eşi olacağını, ev kadını olacağını söylüyor. Bunu asla kabul etmeyen Kusama, resim yapmayı hiç bırakmıyor ve bir gün Georgia O’Keefe’e resimlerini göndererek onun dikkatini çekmeyi başarıyor. O’Keefe, Kusama’ya yanıt vererek onu New Mexico’ya çağırıyor. Kusama bundan aldığı cesaretle, onun yanına değil ama tek başına New York’a gidiyor ve dev tuvallere çizdiği büyüleyici ağlarla sanat dünyasında kısa sürede bir yer ediniyor.

Resim yapmak onun halüsinasyonlarla dolu hayatına devam edebilmek için bulduğu bir yöntem, onun yaşam mücadelesi için vazgeçilmez bir araç. Ama resimle olan ilişkisi, kendi kendine uyguladığı bir terapi olmanın çok ötesine geçiyor. Müthiş yeteneği sayesinde, yaşadığı katlanılmaz hissi, halüsinasyonları sanatına aktarmayı başarıyor. Her yeri kaplayan benekleri ve ağlarıyla, sürekli tekrarlayan desenleriyle izleyicinin başını döndüren, ayağını yerden kesen bir sanatçı Kusama.

‘‘Çiçekleri gördüğüm zaman her yer çiçek oluyor, paniğe kapılıyorum, öylesine her yeri kaplıyorlar ki onları yemek istiyorum,’’ diyor.

Kusama resimlerinin içinde kayboluyor. Bir süre sonra enstalasyonlar yapmaya başlıyor. Kendisinin de bu enstalasyonların içinde yer aldığı fotoğraflara baktığımızda sanatının içinde kayboluşunu simgesel olarak da görüyoruz. Bu enstalasyonlar, Kusama’nın işlerine dışarıdan bakan bir izleyici olmanın ötesinde, bizi de kendi halüsinatif dünyasının tam orta yerine yerleştiriyor.

Henüz küçük bir çocukken annesi ondan, sevgilileriyle buluşan babasını takip etmesini istemiş. Kusama her seferinde babasını takip edip sonra gördüklerini annesine anlatmış. Çok sinirlenen annesi de öfkesini hep ondan çıkartmış. Bu onda büyük bir travmaya ve seksle ilgili bir fobiye yol açmış. Çalışmalarında önemli bir yer tutan fallik yumuşak heykelleri, bu travmadan ve sekse karşı duyduğu tiksintiden kurtulmak için yaptığını söylüyor. ‘‘Nesneleri defalarca, defalarca yeniden üretmek, korkumu yenme yöntemimdi, ‘Psikosomatik Sanat’ adını verdiğim bir tür kendi kendimi sağaltma yöntemi.’’[6]

Fallik heykeller yapan bir kadın olarak sanat dünyasında epeyce şaşkınlık yaratan sanatçı, Vietnam savaşını protesto etmek için New York Borsası önünde arkadaşlarının çıplak bedenlerini beneklerle kapladı. Bir diğer savaş karşıtı gösteride Nixon’a yazdığı mektubu okuyordu. Dünyaya benzettiği bu barışçıl, sessiz yuvarlakların içinde gerçeğin saklı olduğunu söylüyor ‘’erkeksi bedenini severek, sakinleştirerek bu beneklerle donatayım, nazikçe, nazikçe Richard! Erkeksi savaşçı ruhunu sakinleştireyim’’ diyordu. Bu farklı protesto biçimleri ona büyük bir tanınırlık getirdi.

Enstalasyonlarında tekrarlayan desenleri önce duvar kâğıtlarıyla, sonra aynalarla sonsuzlaştırdı. Bu sonsuzluk odalarında izleyiciye benzersiz bir deneyim yaşatıyordu. İnsanın kendi bedeni ve benliğinden kurtulup çevresi ve doğayla bütünleşmesi onun ana temalarından biri oldu.

KUSAMA – INFINITY MIRROR ROOM

Duvar kâğıtlarını, yumuşak heykelleri ve aynaları, onun adını hiç anmadan kendi sergilerinde kullanmaya başlayan ve büyük galerilerle çalışan Warhol, Oldenburg ve Samaras gibi erkek sanatçılar nedeniyle Kusama derin bir bunalıma girdi ve intihara kalkıştı. [7] Erkek uzvu deseninin sürekli tekrarlandığı duvar kâğıdını gören Warhol, üç yıl sonra inek başı deseninin tekrarlandığı duvar kağıdıyla büyük bir galerinin duvarını kapladı. Oldenburg, yumuşak heykellerle dünya çağında bir ün kazandı, oysa yumuşak malzemelerle heykel yapmaya ilk başlayan Kusama’ydı. Samaras da Kusama’nın Sonsuz Ayna Odası’ndan birkaç ay sonra, büyük bir galeride aynalarla bir oda yapmıştı.

Kusama 1973te Tokyo’ya döndü, oradayken sağlığı iyice bozuldu. 1975’te bir psikiyatri kliniğine yerleşti, hastanenin çok yakınında bir stüdyo açtı ve hayatını o günden beri bu şekilde sürdürüyor. Her gün stüdyosuna gidip resim yapıyor, akşam kliniğe dönüyor.

Yaşadığı travmaların ve duyduğu acıların, bir ressamı dahi yaptığını söylemek çok saçma olur. Ama bu yaşananlar, sanatçının algısında bir kırılma yaratıyor bence. Etrafında gördüğü objelere, durumlara daha farklı bakmasını sağlayan yeni bir boyut. Büyük acılar, insanın içinde bir çatlak açıyor. Bu çatlağın içinden neler çıkacağı, Bacon’ın dediği gibi sanatçının kendi benliği üzerindeki çalışmasına bağlı.

Yeteneğin çalışma isteğiyle olan bağlantısına yazı boyunca birkaç kez değindim. Peki işi tersine çevirip dâhilerdeki bu çalışma isteğinin nereden geldiğini sorsak? Belki de sanatın iyileştirici etkisi, acı çeken sanatçıyı bu kadar çok çalışmaya itiyor. Durdurulamaz bir şekilde resim yapma isteği, kendini iyileştirme çabasından kaynaklanıyor olabilir. Yine başa döndük ama holistik bir dedektifin de dediği gibi, her şey birbirine bağlı.

Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Fikir Turu’nun editöryel politikasını yansıtmayabilir.

Bu yazı ilk kez 27 Şubat 2025’te yayımlanmıştır.

[1] Daniel Farson, The Glided Gutter Life of Francis Bacon, Vintage, 1994, s.11

[2] John Gruen, The Artist Observed: 28 Interviews With Contemporary Artists, A Capella Books, 1991, s.4-5.

[3] Ersan ÇAĞATAY, Francis Bacon Resminde İmaj, Görüntü ve Temsiliyet, Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Yüksek Lisans Tezi, 2007.

[4] David SYLVESTER, The Brutality of Fact: Interviews with Francis Bacon, Thames and Hudson.

[5] Arthur Lubow, Edvard Munch: Beyond The Scream, Smithsonian Magazine, Mart 2006.

[6] Infinity Net, Autobiography of Yayoi Kusama, Tate Publishing, 2012

[7] Cath Pound, Yayoi Kusama’s extraordinary survival story, BBC.com, 2018. https://www.bbc.com/culture/article/20180925-yayoi-kusamas-extraordinary-survival-story

 

Arzu Taşçıoğlu
Arzu Taşçıoğlu
Arzu Taşçıoğlu - Ressam, müzisyen ve çevirmen. Disiplinlerarası çalışmalar yapan bir sanatçı ve araştırmacı. Marmara Üniversitesi, İngilizce Ekonomi bölümü mezunu. İslami Ekonomi alanındaki araştırmasıyla Milliyet Ödülleri’nde ikincilik ödülü aldı. Dune üçlemesi, Tanrı Vernon Little gibi ödüllü kitapları dilimize çevirdi. Genel kültür yarışmalarında soru yazarlığı ve hakemlik, çeşitli televizyon programlarında metin yazarlığı ve yardımcı yönetmenlik yaptı. Sanat ve tıp ilişkisini inceleyen Asklepios ve Türk Edebiyatı üzerine İngilizce hazırlanan Turkish Book Review dergilerinin yayın yönetmenliğini ve sanat yönetmenliğini üstlendi. Plan b yayınevi’nin kurucularından... İstanbul'da yaşıyor; resim ve müzikle uğraşıyor. Atölyehane Sohbetleri adlı YouTube programında Deniz Arcak’la müzik sohbetleri yapıyor. Sözlerini yazıp söylediği dört şarkısı yayınlandı.

YORUMLAR

Subscribe
Bildir
guest

0 Yorum
Eskiler
En Yeniler Beğenilenler
Inline Feedbacks
View all comments

Son Eklenenler

Sanatın Çığlığı: Ressamın kırılma noktası

Sanatçılar neden en karanlık duygularımıza dokunur? Bacon’ın çığlıkları, Munch’un kaygıları, Van Gogh’un yalnızlığı… Büyük ressamları dahi yapan, yaşadıkları acılar mı, yoksa onları sanat aracılığıyla dönüştürme iradeleri mi? Sanatın derinliklerine bir yolculuk... Arzu Taşçıoğlu yazdı.

Ruhun karanlık noktalarını kurcalayan sanatçılar hep heyecan verici olur. Edebiyatta Dostoyevski bunu eşsiz bir şekilde yapar. Köşe bucak kendi kendimizden sakladığımız duyguları çıkartıp orta yere koyuverir. Bu beklenmedik dürüstlük karşısında şaşırırız, anlatıcının ya da kahramanın adına pişmanlıkla utanç arası bir hisse kapılırız. İçimize, üstümüze sinen bu histen uzun süre kurtulamayız.

Resim sanatında da böyle sanatçılar vardır; kendi ruhumuzdaki kuytu yerlere, hiç girmek istemeyeceğimiz, loş, pis köşelere bizi itiverirler. Hani hiç hatırlamak istemediğimiz hisleri tıkıştırıp ite kaka kapattığımız bir çekmece vardır içimizde, bir bakarız o çekmece yerinden çıkarılıp da yemek masasının üstüne konmuş, işte öyle bir his bu.

Francis Bacon böyle bir etki yaratan ressamlardan. Sert, mahrem ve dehşete düşürücü bir etkisi var resimlerinin. İngiliz sanatçıya, Neden böyle korkunç resimler yapıyorsun, diye sorduklarında, Ben korkunç şeyler çizmiyorum, diyor. Hayata tutkuyla bağlı olmasının, onda ölümle ilgili büyük bir farkındalık yarattığını söylüyor: ‘‘Eğer hayatı gerçekten seviyorsan, daima ölümün gölgesinde gezersin.’’[1]

İlk kez bir Bacon gördüğünüzde sert bir duvara çarpmış gibi olursunuz, sevebilirsiniz, nefret edebilirsiniz, ama kayıtsız kalamazsınız. Hayatla ölümün zıtlığı gibi birçok zıtlık içerir resimleri.

BACON – THREE STUDIES FOR FIGURES AT THE BASE OF A CRUCIFIXION

Babası Bacon’ı on altı yaşında, annesinin iç çamaşırlarıyla ayna karşısında poz verirken yakaladığında bir şok yaşamış olmalı. Bacon’ı derhal evden atmış. Bacon hayatının geri kalanında insanları şaşırtmaya, hatta dehşete düşürmeye devam etti, ressam olduktan sonra tüm dünyayı şoke eden resimler yaptı.

‘‘Tabii ki acı çekiyorum. Kim çekmiyor ki? Ama beni iyi bir ressam yapan şey, çektiğim acılar değil, iradem ve kendi benliğim üzerinde çalışma şeklim. İnsanın yaşamıyla işi arasında bir bağ var… ama bir yandan da yok,’’ diyor Francis Bacon bir röportajda.[2]

BACON – STUDY AFTER VELAZQUEZ PORTRAIT OF POPE INNOCENT X

Bacon’ın birçok resminde ürpertici bir çığlık görürüz. Eisenstein’ın Potemkin Zırhlısı filminden çok etkilenmiş Bacon, özellikle Odessa Merdiveni’nde kadının çığlık attığı sahneden[3]. Henüz resme başlamadan önce seyrettiği halde filmin bu karesi aklında yer etmiş. ‘‘Bir gün en iyi çığlık resmini yapmayı umdum,’’ diyor. Bunu başaramadığını söylüyor ve en iyi çığlık resminin Poussin’e ait olduğunu düşünüyor. Masumların Katliamı resmini kastediyor. [4]

Dünyanın en bilinen çığlık resmiyse Norveçli ressam Edvard Munch’a ait şüphesiz.

Munch, yaşadığı acıların sanatıyla olan ilişkisine Bacon’dan çok farklı bakıyor. Alkolizm ve kaygılar içinde yaşamasına rağmen iyileşirse resim yapamayacağından korktuğu için yıllarca tedaviyi reddetmiş: “Yaşam korkum benim için hastalığım gibi gerekli. Anksiyete ve hastalığım olmazsa dümensiz bir gemi olurum. Çektiğim acılar, benim ve sanatımın bir parçası. Benden ayrılamazlar ve bunların ortadan kaldırılması, sanatımı da yok eder.” [5]

Munch beş yaşındayken annesini veremden kaybedince ablası Sophie’ye bağlanmıştı. Ama dokuz yıl sonra ablası da aynı hastalıktan öldü. Kendisi de sık sık verem tedavisi oldu ve ölümü hep yakınında hissetti. Sadece yüzünün ve bir iskelet kolunun göründüğü karanlık içindeki otoportresine bakınca ölümle olan bu yakın ilişkisini hatırlamamak mümkün değil.

MUNCH, OTOPORTRE

“Hastalık, delilik ve ölüm, beşiğimin başında bekleyen ve tüm hayatım boyunca yanımdan gitmeyen kara melekler” demiş, babası ve erkek kardeşini de verem yüzünden kaybeden, kız kardeşinin delirmesine tanık olan Munch.

MUNCH – ANXIETY

Ölüm temasına eserlerinde sıkça yer veriyor çünkü hayatının ilk otuz yılı hep ölümle geçmiş. Babası da eşinin ölümünün ardından ruhsal olarak pek sağlıklı değil, sürekli ölümden ve öteki dünyadan bahsetmesi, henüz küçük bir çocuk olan Edvard’ın kaygılarını daha da derinleştirmiş olmalı. Munch’un acılarıyla sanatı arasında bağ kuran sözlerinin verdiği cesaretle resimlerindeki yüzlerde onun kendi kaygılarının izini arayabiliriz.

MUNCH – EVENING ON KARL JOHANN STREET

Fazla bilinmese de Munch’un yaptığı çok sayıda doğa resmi var. Aslında Doğa ve insanın içinde olduğu çevre onun resimlerinde büyük bir rol oynuyor. Mesela Çığlık resminde figürün yüzü kadar hatta belki ondan daha çok çevresini resmediş şekli kaygıyı veriyor. Figüre doğru uzanan çizgiler ve gökyüzünün kan kırmızı olması kaygı hissini güçlendiriyor.

Çığlık resminin birçok çeşitlemesini yapmış Munch, bazılarının altında bir şiir ya da şiirden bir dize var. Bu şiirde muhtemelen resme ilham kaynağı olan günü anlatıyor: Gökyüzünün güneş batarken kan kırmızısına boyandığını görüyor, derin bir üzüntü dalgası hissediyor ve ölümüne yorgun olduğunu söylüyor. Şiiri şu dizeyle bitiriyor: Doğa’daki büyük Çığlık’ı hissettim. Hem şiir hem de ortamın titreşimi, öndeki figürün çığlık atmadığını, çığlığı duyduğu için kaygılandığını düşündürüyor. Arkadaki figürlerse çığlığın farkında bile değil.

MUNCH – ÇIĞLIK

Munch sadece içinde değil, etrafına bakarken de acıyı hissediyor. İnsanın doğayla ve çevresiyle bütün olması, Munch’un üzerinde durduğu önemli temalardan biri. Alkol ve kaygılar onu dayanılmaz bir noktaya getirince tedavi olmayı kabul ediyor ve tedaviden sonra doğaya yakın yaşamayı tercih ediyor.

VAN GOGH – IRISES

Huzuru doğada bulan, içindeki ruhsal çatışmayı doğayı resimleyerek dindirmeye çalışan bir diğer sanatçı da Vincent Van Gogh. Renkleri kullanışıyla, fırça darbeleriyle, farklı bakışı, farklı görüşüyle sanat tarihinde derin bir iz bırakan Van Gogh hayatı boyunca kendini sevdirememenin, beğendirememenin acısını çekti. Kardeşi Theo hariç hiç kimseden yakınlık görmedi. Hep karşılıksız aşklar yaşadı. Tüm hayatı yalnızlık içinde ve huzursuz bir arayışla geçti.

VAN GOGH – SELF PORTRAIT

Van Gogh resme yönelmeden önce birçok işte başarısız oldu. On yedi yaşında, sanat simsarı olan amcasının yanında çalışmaya başladı, ama sürdüremedi; sonra İngiltere’de öğretmenliği denedi, olmadı; din adamı olup yoksullara yardım etmek için okula gitti, ama sınavlarda başarısız oldu, maden işçilerine vaizlik yapmaya gitti, tüm yiyeceğini onlara vererek tam bir adanmışlıkla çalışsa bile vaizliği yetersiz bulunduğu için bu işten de ayrıldı.

Aslında Van Gogh’u Theo’ya borçluyuz. Hiçbir işi yapamadığı bu noktada Theo, Vincent’a ressam olmasını öneriyor. Çizim yapmayı bildiğini hatırlatıyor ve yağlı boya resim yapmayı öğrenip bunu meslek olarak seçmesini tavsiye ediyor. Sadece önermekle kalmıyor, hayatının sonuna kadar Van Gogh’a maddi ve manevi olarak destek oluyor.

Van Gogh resim yapmaya başladıktan sonra kendini tümüyle bu işe adadı. Ama hayatı yalnızlık, frengi, alkol, parasızlık, yetersiz beslenme ve halüsinasyonlarla gittikçe daha da zorlaşmıştı. Hayatının son dönemlerinde gittikçe sıklaşan sinir krizleri nedeniyle tamamen delirmekten ve bir daha resim yapamamaktan korkuyordu. Belki de bu korku yüzünden otuz yedi yaşında intihar etti.

VAN GOGH – SKULL WITH BURNING CIGARETTE

İçinde yaşadığı bu uç duygular mı onu bir deha yaptı, yoksa bu rahatsızlığına rağmen mi dünyanın en ünlü ressamlarından biri olmayı başardı? Bence ikisi de değil ya da her ikisi birden. Onu dahi yapan şey, içindeki karmaşayı sanata dönüştürecek bir tutkuyla çalışmasıydı. Yeteneğin resim yapma tutkusuyla bir ilgisi olmalı. Belki de yetenek denen şey, sanat yapmadan duramayacak kadar bu işe bağlı olma hali. Bu bir döngü yaratıyor, dahi çalışmadan duramıyor ve çalıştıkça dehası derinleşiyor.

VAN GOGH – WHEATFIELD WITH CROWS

Yayoi Kusama da gördüğü halüsinasyonlar yüzünden hayatı katlanılmaz hale gelen ressamlardan biri. On yaşında resme başlayan Kusama, hem resim yaparak kendini sakinleştirmeyi başarıyor hem de yeteneğinin farkında ve büyük bir ressam olmayı hayal ediyor. Ama varlıklı ailesinin Kusama için planı çok farklı. Annesi mürekkeplerini, fırçalarını alıp ona zengin bir erkeğin eşi olacağını, ev kadını olacağını söylüyor. Bunu asla kabul etmeyen Kusama, resim yapmayı hiç bırakmıyor ve bir gün Georgia O’Keefe’e resimlerini göndererek onun dikkatini çekmeyi başarıyor. O’Keefe, Kusama’ya yanıt vererek onu New Mexico’ya çağırıyor. Kusama bundan aldığı cesaretle, onun yanına değil ama tek başına New York’a gidiyor ve dev tuvallere çizdiği büyüleyici ağlarla sanat dünyasında kısa sürede bir yer ediniyor.

Resim yapmak onun halüsinasyonlarla dolu hayatına devam edebilmek için bulduğu bir yöntem, onun yaşam mücadelesi için vazgeçilmez bir araç. Ama resimle olan ilişkisi, kendi kendine uyguladığı bir terapi olmanın çok ötesine geçiyor. Müthiş yeteneği sayesinde, yaşadığı katlanılmaz hissi, halüsinasyonları sanatına aktarmayı başarıyor. Her yeri kaplayan benekleri ve ağlarıyla, sürekli tekrarlayan desenleriyle izleyicinin başını döndüren, ayağını yerden kesen bir sanatçı Kusama.

‘‘Çiçekleri gördüğüm zaman her yer çiçek oluyor, paniğe kapılıyorum, öylesine her yeri kaplıyorlar ki onları yemek istiyorum,’’ diyor.

Kusama resimlerinin içinde kayboluyor. Bir süre sonra enstalasyonlar yapmaya başlıyor. Kendisinin de bu enstalasyonların içinde yer aldığı fotoğraflara baktığımızda sanatının içinde kayboluşunu simgesel olarak da görüyoruz. Bu enstalasyonlar, Kusama’nın işlerine dışarıdan bakan bir izleyici olmanın ötesinde, bizi de kendi halüsinatif dünyasının tam orta yerine yerleştiriyor.

Henüz küçük bir çocukken annesi ondan, sevgilileriyle buluşan babasını takip etmesini istemiş. Kusama her seferinde babasını takip edip sonra gördüklerini annesine anlatmış. Çok sinirlenen annesi de öfkesini hep ondan çıkartmış. Bu onda büyük bir travmaya ve seksle ilgili bir fobiye yol açmış. Çalışmalarında önemli bir yer tutan fallik yumuşak heykelleri, bu travmadan ve sekse karşı duyduğu tiksintiden kurtulmak için yaptığını söylüyor. ‘‘Nesneleri defalarca, defalarca yeniden üretmek, korkumu yenme yöntemimdi, ‘Psikosomatik Sanat’ adını verdiğim bir tür kendi kendimi sağaltma yöntemi.’’[6]

Fallik heykeller yapan bir kadın olarak sanat dünyasında epeyce şaşkınlık yaratan sanatçı, Vietnam savaşını protesto etmek için New York Borsası önünde arkadaşlarının çıplak bedenlerini beneklerle kapladı. Bir diğer savaş karşıtı gösteride Nixon’a yazdığı mektubu okuyordu. Dünyaya benzettiği bu barışçıl, sessiz yuvarlakların içinde gerçeğin saklı olduğunu söylüyor ‘’erkeksi bedenini severek, sakinleştirerek bu beneklerle donatayım, nazikçe, nazikçe Richard! Erkeksi savaşçı ruhunu sakinleştireyim’’ diyordu. Bu farklı protesto biçimleri ona büyük bir tanınırlık getirdi.

Enstalasyonlarında tekrarlayan desenleri önce duvar kâğıtlarıyla, sonra aynalarla sonsuzlaştırdı. Bu sonsuzluk odalarında izleyiciye benzersiz bir deneyim yaşatıyordu. İnsanın kendi bedeni ve benliğinden kurtulup çevresi ve doğayla bütünleşmesi onun ana temalarından biri oldu.

KUSAMA – INFINITY MIRROR ROOM

Duvar kâğıtlarını, yumuşak heykelleri ve aynaları, onun adını hiç anmadan kendi sergilerinde kullanmaya başlayan ve büyük galerilerle çalışan Warhol, Oldenburg ve Samaras gibi erkek sanatçılar nedeniyle Kusama derin bir bunalıma girdi ve intihara kalkıştı. [7] Erkek uzvu deseninin sürekli tekrarlandığı duvar kâğıdını gören Warhol, üç yıl sonra inek başı deseninin tekrarlandığı duvar kağıdıyla büyük bir galerinin duvarını kapladı. Oldenburg, yumuşak heykellerle dünya çağında bir ün kazandı, oysa yumuşak malzemelerle heykel yapmaya ilk başlayan Kusama’ydı. Samaras da Kusama’nın Sonsuz Ayna Odası’ndan birkaç ay sonra, büyük bir galeride aynalarla bir oda yapmıştı.

Kusama 1973te Tokyo’ya döndü, oradayken sağlığı iyice bozuldu. 1975’te bir psikiyatri kliniğine yerleşti, hastanenin çok yakınında bir stüdyo açtı ve hayatını o günden beri bu şekilde sürdürüyor. Her gün stüdyosuna gidip resim yapıyor, akşam kliniğe dönüyor.

Yaşadığı travmaların ve duyduğu acıların, bir ressamı dahi yaptığını söylemek çok saçma olur. Ama bu yaşananlar, sanatçının algısında bir kırılma yaratıyor bence. Etrafında gördüğü objelere, durumlara daha farklı bakmasını sağlayan yeni bir boyut. Büyük acılar, insanın içinde bir çatlak açıyor. Bu çatlağın içinden neler çıkacağı, Bacon’ın dediği gibi sanatçının kendi benliği üzerindeki çalışmasına bağlı.

Yeteneğin çalışma isteğiyle olan bağlantısına yazı boyunca birkaç kez değindim. Peki işi tersine çevirip dâhilerdeki bu çalışma isteğinin nereden geldiğini sorsak? Belki de sanatın iyileştirici etkisi, acı çeken sanatçıyı bu kadar çok çalışmaya itiyor. Durdurulamaz bir şekilde resim yapma isteği, kendini iyileştirme çabasından kaynaklanıyor olabilir. Yine başa döndük ama holistik bir dedektifin de dediği gibi, her şey birbirine bağlı.

Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Fikir Turu’nun editöryel politikasını yansıtmayabilir.

Bu yazı ilk kez 27 Şubat 2025’te yayımlanmıştır.

[1] Daniel Farson, The Glided Gutter Life of Francis Bacon, Vintage, 1994, s.11

[2] John Gruen, The Artist Observed: 28 Interviews With Contemporary Artists, A Capella Books, 1991, s.4-5.

[3] Ersan ÇAĞATAY, Francis Bacon Resminde İmaj, Görüntü ve Temsiliyet, Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Yüksek Lisans Tezi, 2007.

[4] David SYLVESTER, The Brutality of Fact: Interviews with Francis Bacon, Thames and Hudson.

[5] Arthur Lubow, Edvard Munch: Beyond The Scream, Smithsonian Magazine, Mart 2006.

[6] Infinity Net, Autobiography of Yayoi Kusama, Tate Publishing, 2012

[7] Cath Pound, Yayoi Kusama’s extraordinary survival story, BBC.com, 2018. https://www.bbc.com/culture/article/20180925-yayoi-kusamas-extraordinary-survival-story

 

Arzu Taşçıoğlu
Arzu Taşçıoğlu
Arzu Taşçıoğlu - Ressam, müzisyen ve çevirmen. Disiplinlerarası çalışmalar yapan bir sanatçı ve araştırmacı. Marmara Üniversitesi, İngilizce Ekonomi bölümü mezunu. İslami Ekonomi alanındaki araştırmasıyla Milliyet Ödülleri’nde ikincilik ödülü aldı. Dune üçlemesi, Tanrı Vernon Little gibi ödüllü kitapları dilimize çevirdi. Genel kültür yarışmalarında soru yazarlığı ve hakemlik, çeşitli televizyon programlarında metin yazarlığı ve yardımcı yönetmenlik yaptı. Sanat ve tıp ilişkisini inceleyen Asklepios ve Türk Edebiyatı üzerine İngilizce hazırlanan Turkish Book Review dergilerinin yayın yönetmenliğini ve sanat yönetmenliğini üstlendi. Plan b yayınevi’nin kurucularından... İstanbul'da yaşıyor; resim ve müzikle uğraşıyor. Atölyehane Sohbetleri adlı YouTube programında Deniz Arcak’la müzik sohbetleri yapıyor. Sözlerini yazıp söylediği dört şarkısı yayınlandı.

YORUMLAR

Subscribe
Bildir
guest

0 Yorum
Eskiler
En Yeniler Beğenilenler
Inline Feedbacks
View all comments

Son Eklenenler

0
Would love your thoughts, please comment.x