Doğrusu; kasap reyonları misali edebiyatı parçalarına ayırmak ve mutlak gerçeklikmiş gibi salt o parça üzerinden bir genellemeye ulaşmak, oldum olası tuhaf ve saçma gelir bana. Sonuçta sepete atılan pirzola ile kıyma aynı hayvana ait olmayabilir ve söyleyeceğiniz her şey havada kalır.
Gel gör ki edebiyatı bir bilim (Literaturwissenschaft) gibi görmek alışkanlığı giderek yaygınlık kazanıyor. Kültür endüstrisinin bir diretmesi bu.
Wattpad namlı romanımsıların eli henüz Halide Edib Adıvar, Yakup Kadri Karaosmanoğlu ve Reşat Nuri Güntekin gibi demirbaşlara uzanamasa da, Aka Gündüz, Halide Nusret Zorlutuna, Şükufe Nihal (Başar), Güzide Sabri (Aygün) ve Müfide Ferit Tek gibi kalemleri rafın dışına attığı bir süreçteyiz.
Dijital çağ, görünmeyenin değersizleştiği, ulaşılamayanın unutulduğu zalim bir çağ. Yalnız içine atılanları öğütmüyor; civarında dolaşan hemen hemen her şeyi yutuyor.
Bundandır ki, bir miktar ezber tekrarı da olsa, 100’üncü yaşını bazı toplumsal ve ekonomik olayların gölgesinde kutladığımız Cumhuriyet’in Türk romanında izini sürmek yararlı olabilir.
Cumhuriyet romanı nedir?
Genji’nin Hikâyesi, dünya edebiyatında ilk roman örneği olarak görülür. Yazarı Murasaki Shibiku’dur ve 973 doğumludur.
‘Modern’ anlamda ilk romanın ise İspanyol yazar Miguel De Cervantes tarafından yazılan Don Quijote olduğu kabul edilir.
Bunca yıllık zamana rağmen ‘roman’ üzerinde uzlaşılmış değildir; dönem dönem biçimi, içeriği, tanımı değişir.
Bu sebeple ‘cumhuriyet romanı’ gibi bir türden söz etmek biraz abesle iştigal sayılır. Ama kolaylık olması açısından Cumhuriyet’i konu edinen romanlar ve Cumhuriyet’in kuruluş sürecinde yazılan romanlar diye bir tasnife gidilebilir.
Halit Ziya, Mehmet Rauf, Hüseyin Rahmi gibi yazarları bu tasnif içinde bir yere oturtmak zor ve biraz da anlamsızdır. Çünkü yazarı yazar kılan ‘şey’, öncelikle üslubu, sonrasında kurgu yeteneği ve nihayetinde anlattığıdır. Dolayısıyla ‘has’ yazarlar biriciktir (unique); önceleri ve sonraları yoktur.
Öte yandan popüler film türleri gibi tür romanları da vardır. Ancak ‘Cumhuriyet romanı’ bir tür olmayı başaracak standarda henüz ulaşamadı.
Cumhuriyet romanları ne anlatır?
Bu dönemde (1923-1950) yazılan romanlarda Cumhuriyet devrimleri, yeni oluşan toplumsal kurumlar ve onların beraberlerinde getirdiği değerler ele alınır.
Bilhassa Cumhuriyet’in ilk çeyreğinde yazılan romanlar ayna gibidir; Türkiye’nin geçirdiği tarihî ve sosyo-kültürel değişimleri görünür kılmaya çalışır.
Bu da bizi ‘yansıtma kuramı’na çıkarır; yani edebiyat incelemeleri üzerine yapılan ilk teorik değerlendirmelere… Aristo’nun “mimesis” kavramından adını alan bu kuramın temel ilkeleri de yine Aristo’nun Poetika’sında yer alır.
Ancak ‘ayna’ sözcüğü ile ifade edilen bu yansıtmanın asıl işlevini Platon’un Devlet diyalogunda görürüz. Platon bu eserinde ressamın ve tragedya şairinin yaptığı işi, dünyaya bir ayna tutmak olarak tanımlar.
1923-1950 arasında Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun Yaban, Reşat Nuri Güntekin’in Yaprak Dökümü, Abdülhak Şinasi Hisar’ın Fahim Bey ve Biz, Çamlıca’daki Eniştemiz, Peyami Safa’nın Dokuzuncu Hariciye Koğuşu, Sabahattin Ali’nin Kuyucaklı Yusuf ve Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Huzur’u okurla buluşur.
Ancak hemen fark edileceği gibi her biri bağımsız bir ada gibidir; birbirilerinin içinden geçmezler, birbirleriyle nadiren konuşurlar ve biçim olarak da, kurgu olarak da, dil olarak da farklılık arz ederler. Oysa ‘tür’ün temel özelliği müşterek fazlalığıdır.
Cumhuriyet romanının özellikleri nelerdir?
Millî Edebiyat akımından gelen yazarlar Cumhuriyet sürecinde de eser vermeyi sürdürürler. Onların romanlarında şöyle bir ayrıntı dikkate değer: Gözlemci gerçekçilik.
Nedir bu?
Kabaca şu: Anlatılan olaylar birikimli birinin süzgecinden geçirilerek verilir; geçmiş yıllardaki siyasi çalkantılar ve savaşlarla şekillenen yeni hayat ve ilan edilen Cumhuriyet rejiminin prensipleri, adına ‘birikim’ dediğimiz elekten geçirilerek verilir.
Öte yandan gözler İstanbul’dan uzaklaşır yavaş yavaş. Milli Mücadele’ye verdiği destek sayesinde önemli bir etkiye sahip olan Anadolu insanı kucaklanır. Onların yaşadığı topraklar, o topraklar üzerinde veriler zorlu uğraşı, gelenekler, ikili ilişkiler, feodal yapı artan realist bir gözlemle ele alınır romanlarda.
Attila İlhan’dan ödünç alarak söylersek, ‘yanlış batılılaşma’ odak temadır. Bunun yanı sıra aile içi meseleler de sık sık işlenir. İnkılapların Anadolu’ya yayılması, köylünün sorunları, taşraya giden aydın kesimin burada yaşadıkları, sanayileşme sonucu köyden kente göç edenlerin mücadelesi, büyük şehrin yoksul semtlerinde yaşayanlar (o dönem gecekondu ve varoş gözdeydi), küçük insanın macerası yaşama savaşı da bazen dokunulup kaçılarak, bazen derinlemesine ele alınır.
Üç isim: Halide Edip, Yakup Kadri ve Reşat Nuri
Cumhuriyet’in ilk yıllarında, edebi bağlamda özgünlük ve nitelik açısından üç yazarın eserleri mühimdir: Halide Edip Adıvar, Yakup Kadri Karaosmanoğlu ve Reşat Nuri Güntekin. Bu üç yazar, Tanzimat döneminde başlayan köye ve Anadolu’ya bakma arzusunu, sosyolojik bir temele de oturtarak bilinçle geliştirirler.
Halide Edib’in Ateşten Gömlek’i Kurtuluş Savaşı üzerine yazılan romanların ilkidir. Roman, İzmir’in işgali üzerine şehri kurtarmayı amaçlayan Milli Mücadele hareketlerinin hedeflerine nasıl ulaştığını anlatır. Fonda elbette aşk vardır.
Yakup Kadri’nin 1934 yılında yayımlanan Ankara romanı ise ütopiktir. Üç bölümden oluşur. Birinci bölümde Sakarya Savaşı öncesi (1922’ye kadar), ikinci bölümde Cumhuriyet’in ilanını izleyen yıllar (1926’ya kadar), üçüncü bölümde ise Cumhuriyet sonrasının 14’üncü ve 20’nci yılları (1937-1943’e kadar) anlatılır. Bu üç bölümdeki olaylar yazarın her bölümde ayrı bir kişilik olarak karşımıza çıkardığı Selma Hanım’ın çevresinde geçer. Selma Hanım’ın arayışı Ankara’nın arayışı; yazgısı Ankara’nın yazgısıdır. Selma Hanım’ın ilişki kurduğu erkekler ise bile isteye seçilmiş birer simgedirler.
Reşat Nuri ise ‘yeni’ toplumun aydın sınıfı olarak gördüğü öğretmene odaklanır. Savunduğu idealleri bu eserlerinde kullanır. Yarattığı beş öğretmen karakteriyle Cumhuriyet idealinin gerçekleşmesine hizmet etmeyi umar.
Kimdir bu beş öğretmen?
Hemen söyleyeyim: Feride (Çalıkuşu), Nihal (Bir Köy Öğretmeni), Şahin (Yeşil Gece), Zehra (Acımak) ve Ömer (Kan Davası).
Anılması gerekenler
Her türlü listeleme birilerini öne çıkarırken diğerlerini öteler, arkada, gölgede bırakır. Oysa fırından alınan ekmekler gibi değildir roman denilen şey; ne un aynı, ne fırın aynı, ne usta aynıdır.
Bu yüzden haksızlık etmemek adına anılması gereken öteki yazarlara da bir bakalım:
Diğer eserlerinde sosyal meseleleri daha çok ansa da, romanlarda aşkı ve kadınları anlatmayı tercih eder Refik Halit Karay. 2000 Yılının Sevgilisi, o dönemin bestselleri olur. Elimizde net bir istatistik yoksa da, yüz binden fazla okura ulaştığı iddia edilir kaynaklarda. Nilgün, o hacimli roman, öyle beğenilir ki, o yıllarda doğan kız çocuklarının adı Nilgün olur. Ayrıca Yezidin Kızı ile Bu Bizim Hayatımız da okunası eserleri arasındadır.
Bir Şoförün Gizli Defteri, Yayla Kızı, Dikmen Yıldızı romanlarıyla tanınan Aka Gündüz’ü bugün bilen kaç genç var acaba… Müfredat ve Yeşilçam dahi onu ‘ayakta’ tutmaya yetmedi ne yazık ki… Üstelik Odun Kokusu gibi bir eser günümüz alfabesine çevrilmeyi bekliyor yıllardır.
Çok üretmenin sığlık getireceğine inanıyorsanız Peyami Safa sizi yanıltacaktır. Müstear oburu bir yazar olsa da adını koymaya layık bulduğu şu üç eser, çoğumuzun zaten okuduğu romandır: Fatih-Harbiye, Dokuzuncu Hariciye Koğuşu, Yalnızız…
Sıralanan yazarların çok ötesinde bir isim Mahmut Yesari. Sıçrama tahtası toplumsal sorunlardır ve bunları ağdasız bir dille aktarır. Çulluk, Çoban Yıldızı, Ak Saçlı Genç Kız, Su Sinekleri vaktiyle çok okunurdu.
Kadın yazarlar
Yazarları ‘erkek’ ve ‘kadın’ diye ayırmak absürt bir yaklaşım. Sonuçta her iki cinsi de birleştiren payda ‘edebiyat’… Duyarlılık farkı bir edebi kriter olmasa gerek. Ne var ki böyle bir kabul varsa, o halde daha çok şairliğiyle ün kazanan Halide Nusret Zorlutuna ve onun Küller, Gül’ün Babası Kim, Büyükanne, Aydınlık Kapı gibi romanları anılmalı.
Yine şair kimliğiyle tanınıp sevilen Şükufe Nihal’in Renksiz Istırap, Yakut Kayalar, Çöl Güneşi, Yalnız Dönüyorum romanlarını okumakta yarar var.
Ben ise tercihimi Güzide Sabri’den yana kullanmak isterim. Münevver, Ölmüş Bir Kadının Evrak-ı Metrukesi, Nedret romanlarıyla tanışmak, buluşmak gerek zaman yaratıp…
Bir de Müfide Ferit Tek var tabii… Ve onun Pervaneler’i…
1950’lerden sonrası…
İlk romanlarını İkinci Dünya Savaşı yıllarında yayımlamaya başlayan yazarlarda toplumsal kaygının ağırlık kazandığı, toplumsal konuların çeşitlendiği görülür. Konuların çeşitlenmesinde; katılmayıp sıkıntısını çektiğimiz savaş başucunda durur yazarların. Ama ‘köy edebiyatı’ olarak adlandırılan ve 1970’e değin genişleyerek süren bir tür vardır ki, muhakkak sebepleri, sonuçları incelenmeli. Hemen düzelteyim: Daha çok incelenmeli.
Bu süreçte Halikarnas Balıkçısı ıskalanmaması gereken bir duraktır. Cumhuriyet dönemi romanına ilk kez ‘deniz insanları’nı sokar. İlk romanı Aganta Burina Burinata’da deniz sevgisi, denizin çekiciliği, denizcilerin yaşadığı zorluklar, güzellikler genel olarak denizdeki yaşam bir kahraman vasıtasıyla anlatılırken, Uluç Ali ve Turgut Reis’te Osmanlı İmparatorluğu’nun denizlerde sınırlarını genişletmek için yaptığı savaşlar işlenir.
İkinci Dünya Savaşı yıllarında yetişen köy çıkışlı, Köy Enstitülü yazarların köy ve kasaba romanlarını yayımlamaya başladıkları görülür. Yaşar Kemal, Orhan Kemal, Fakir Baykurt, Talip Apaydın ve Kemal Tahir bu konuların önde gelen yazarları olarak yer alırlar.
Bu süreçte iki isim duruşları ve üsluplarıyla ciddi farklılık arz eder. Biri Attila İlhan, diğeri ise Aziz Nesin’dir. Sokaktaki Adam ve Zenciler Birbirine Benzemez adlı romanlarıyla kent insanının yaşayışına, soranlarına eğilir Attila İlhan; ilkin tematik, sonrasında da üslupsal bir kırılma yaşanır edebiyatımızda. Neredeyse birbirinin aynı değilse de benzeri hikâyelerin anlatıldığı bir süreçte, kent ve kentlinin dünyası, bol imgeli ve bol metaforlu cümlelerle kurgulanır.
Mizahın romanda iyi kullanımına en iyi örnek Aziz Nesin kitaplarıdır. Çocuk eğitiminin ve kimi değer yargılarının eleştirildiği Şimdiki Çocuklar Harika; insanların birbirlerini aldatmalarının, dalaverelerin sürüp gideceğini ele aldığı Zübük; sosyete olarak geçinenlerin iç yüzünü verdiği Tatlı Betüş; futbolun kitleleri nasıl kendine bağladığını verdiği Gol Kralı bulunmaz nimetlerdir okur için.
Ancak üzücü olan şudur: Fethi Naci’nin dediği gibi Türk futbolu gibidir Türk romanı da; dönem dönem ‘inanılmaz’ güzellikte eserler yazılır ve genelde ‘ortalama’ pek aşılmaz. Nasıl ki Atatürk’ü sinemanın imkânlarını kullanarak anlatan bir film çekmeyi (bir iki çaba dışında) başaramamışsak, bir Atatürk romanı yazmayı da (bir iki istisna dışında) başaramamıştır Türk edebiyatı.
Şart mıdır bu?
Yanıtlanması zor bir soru. Ama eğer tür romanına inanıyorsak ve edebiyatın eğitimde bir rolü olduğunu düşünüyorsak, önemsenmeli. Eğer romanı, salt roman olarak görüyor ve türden bağımsız düşünüyorsak, umursamamalı.
Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Fikir Turu’nun editöryel politikasını yansıtmayabilir.
Bu yazı ilk kez 27 Ekim 2023’te yayımlanmıştır.