Tüm dünya ona, o babasına hayrandı: Zira kıramadığı tek rekor onundu

Yüzyılın futbolcusu, iyi niyet elçisi, vakıf kurucusu, sinema oyuncusu ve besteci… Buraya sığmayacak kadar çok meziyete sahipti Pelé. Neredeyse yarım yüzyıl önce futbolu bırakmasına rağmen en çok kazananlar arasındaydı. Ve bir gün çoklu organ yetmezliğinden hayata gözlerini yumdu. Sahi kimdi Pelé? Murat Aksoy yazdı.

“Yapabildiğimiz her şeyi yapsaydık,

buna kendimiz bile şaşardık.”

Thomas Edison

 

Onun için “dünyanın gelmiş geçmiş en iyi futbolcusu” denir. Tam adı: Edson Arantes do Nascimento… Ama biz onu “Pelé” diye biliyoruz. Ünlü sunucu Halit Kıvanç’ın anlattığını doğru kabul edersek, konserve kutularıyla oynarken çıkan sesten dolayı adı Pelé kalmış…

Babası, yani João Ramos do Nascimento (nam-ı diğer Dondinho), 20. yüzyıl yaşamını icatlarıyla derinden etkileyen Amerikalı mucit ve işadamı Thomas Edison’a hayranmış. Bu sebeple 23 Ekim 1940’ta, Três Corações’te doğan oğlunun adını “Edson” koymuş.

On dört yaşında Waldemar de Brito tarafından keşfedilene kadar ayakkabı parlatmış. Brezilya Milli Takımı, ilk Dünya Kupası’nı kazandığında ise on yedi yaşındaymış…

Rivayet edilir ki, onu izlemek adına savaşlar durmuş… Mesela Nijerya’da iç savaş yaşanırken[efn_note] Nijerya İç Savaşı, 1967 ve 1970 yılları arasında bir milyondan fazla insanın ölümüne yol açmıştı.[/efn_note] sırf Pelé’nin maçını izleyebilmek için 2 günlük ateşkes ilan edilmiş…

Kariyeri boyunca 1367 maça çıkmış ve 1293 gol atmış. (Bu kırılması imkânsız rekor hâlâ elinde bulunuyor.)

Henüz 16 yaşındayken Santos’a transfer olmuş ve 1956’dan 1974’e kadar bu formayı terletmiş. 10 kupa kaldırmış. 11 kez gol krallığı sevinci yaşamış. Ama Brezilya hükümeti, kendisini “ulusal hazine” ilan ettiğinden, yurt dışında oynama izni alamamış uzunca bir süre…

Tam futbolu bırakmak üzereyken, kapısını New York Cosmos takımı çalmış. 1975’ten 1977’ye kadar bu takımda oynamış. Ve sonrasında yeşil sahalardan uzaklaşmış…
Profesyonel hayatı boyunca 6 defa bir maçta 5 gol, 30 defa bir maçta 4 gol ve 92 defa da bir maçta üç gol atmış.

Daima birileriyle kıyaslanmış; hem dün hem bugün… Bir dönem Maradona mı, Pelé mi diye sorgulanmış. Şimdilerde ise Messi mi, Pelé mi diye konuşuluyor.

Neyse ki, 1999’da tüm zamanların en iyi boksörü Muhammed Ali ve tüm zamanların en büyük basketbolcusu Michael Jordan’ı geride bırakarak “Yüzyılın Sporcusu” seçilmesi, bazılarının ağzını kapatmış…

Brezilyalı gazeteci Armando Nogueira’ya göre, “Eğer Pelé insan olarak doğmasaymış, futbol topu olarak doğarmış”… O kadar özdeş bir hayat sürmüş futbolla…

Futbolu bıraktıktan sonra da popülaritesini kaybetmeyen ender kişilerden olmuş Pelé; ülkesinin ve FIFA’nın “iyi niyet elçisi” seçilmiş. Ayrıca türlü kurum, vakıf ve derneklerde görev almış. 1994-1998 yılları arasında Brezilya Spor Bakanlığı görevini üstlenmiş. “Pelé Kuralı”nı hayata geçirmiş; böylece Brezilyalı oyuncuların haklarını koruyan bu yasa 2001’de yürürlüğe girmiş.

Bu yaşayan futbol efsanesi 82 yaşında hayata gözlerini yumana kadar yılda 18 milyon dolar (12 milyon avro) kazanıyordu. Yani 2022’de bile dünyanın en çok kazanan futbolcularının gelirine yakın bir gelir… Futbolu bırakalı 40 küsur yıl oldu oysa. Ama yeşil sahalar onun gibisini görmedi daha.

Evet! Pelé’den bahsediyoruz. İran şahının sadece 2 dakika konuşabilmek için tam üç saat havaalanında beklediği futbolcudan… Gerçek ismiyle söyleyecek olursak Edison Arantes do Nascimento’dan…

Üç Kalp’te doğuyor efsane

Çoraptan yapılma bir topla başlayan bir futbol hayatı… Neresinden baksanız cazip, kışkırtıcı! Gecenin kör karanlığında parlayan neon ışıkları gibi… Kızgın güneşin altında yolunu kaybetmiş seyyaha uzatılan pusula gibi… Dahası: Soluk soluğa, defalarca izlenecek bir film gibi…

O halde, biraz daha yakından, hatta içten, kimileyin tanıklıklarla, kimileyin hayal gücünün yardımıyla bakalım bu muazzam hayata… Bakalım ve görelim, kimler ve neler dahil olmuş… Niçin olmuş?

Três Corações… Brezilya’nın güneydoğusunda, “Ocak Irmağı” anlamına gelen Rio de Janeiro’nun hemen kuzeyine düşen Minas Gerais eyaletine bağlı 80 bin nüfuslu, 828 km²’lik bir yerleşke… Altın madenleriyle zengin bir yerleşke…

Três Corações (yani Üç Kalp), İsa, Meryem ve Yusuf’un kalplerini temsil ediyor. Bir çiftçi öyle koymuş adını ve halk zamanla benimsemiş, sevmiş bu adı…

Portekizler tarafından uzun süre sömürülen işte bu yerleşkede, takvim yaprakları 23 Ekim 1940’ı gösterdiğinde, bir erkek çocuk, eski tuğlalardan yapılma fakir ve perişan bir haneyi şenlendirdi. Kömür kara gözleriyle Celeste ve Dondinho çiftini dünyanın en mutlu çifti yaptı. Her ne kadar doğum esnasında acılı ve sıkıntılı anlar yaşasa da genç anne…

O tarihlerde doğacak çocuğun cinsiyetini öğrenebilmek pek mümkün değildi. Zira bu teknoloji, Três Corações’e uğramamıştı henüz. Bundan ötürü baba merak içindeydi: Acaba kız mı olacak, oğlan mı?

Amca Jorge’nin ise derdi başkaydı:

“Of, çok şükür; yeterince siyah!”

Brezilya, dünyanın en güzel insanlarının yaşadığı 15 ülkeden biri… Koyu ten, bu sebeple çok önemli… Travma dışında estetik amaçlı burun ameliyatı yaptıran bir Alman veya Fransız neredeyse bulunmaz, ama Brezilya, en fazla estetik ameliyatın yapıldı ülke aynı zamanda…

Baba Dondinho, bu “yeterince siyah” bebeğin yanına usulca sokuldu. Sıska bacaklarına ve apış arasına baktı. Rahatladı. Sonra da, “Bu büyük bir futbolcunun bacakları…” dedi mırıldanır gibi… Zira kendisi de bir futbolcuydu ve anatomiden az çok anlıyordu.

Amca Jorge, hiç kuşkusuz, hoşnuttu bu kehanetten… Büyük bir futbolcunun amcası olmak kimi mutlu etmezdi ki… Ancak anne Celeste, aynı fikirde değildi eşiyle… O, refah bir hayat sürmesine yarayacak, her zaman her yerde geçerli bir mesleği olsun istiyordu oğlunun. Nitekim Dondinho futbolcuydu ve pek parlak bir hayatları yoktu.

Bir çift ayakkabıya muhtaçtı

Ailenin durumu iyi değildi. Pelé’nin de kolları sıvaması gerekiyordu. Sonuçta çocukların en büyüğü oydu. Ama üç kuruş, ama beş kuruş, aile bütçesine katkıda bulunmalıydı.

Nitekim mırın kırın etmedi. Sorumlu bir çocuk gibi davranıp, cep harçlığı ve asmacı Jorge’nin yardımıyla bir ayakkabı sandığı aldı. Yedi yaşındaydı sandığı tutan meşini omzuna geçirdiğinde…

Ailenin oturduğu Rubens Arruda Sokağı’nda insanlar giyecek bir çift ayakkabıya muhtaçtı. Çoğu çıplak ayakla işe, okula gidiyordu. Bu yüzden daha çok Bauru’nun nezih semtlerinde geziyor, zaten parlak ayakkabıları daha çok parlatıyordu.

Zaman zaman da maç günlerinde babası Dondinho’yla birlikte Bauru Atletico Kulübü’nün önüne tezgâh açıyordu. Zira orada ayakkabı giyen bir sürü insan vardı. İş çoktu yani…

Kuru fasulye üzerinde oturmak

Dondinho, yaklaşık bir yıl sonra belediyeye bağlı bir klinikte iş buldu. Zor sayılmazdı yaptığı; temizlik, gel götür işleri… Üstelik güvenceliydi. Yarım günlük işlere oranla kazancı yüksekti.

Zaman içinde belleri doğruldu. Geriye tek bir sorun kaldı: eğitim! Pelé artık okula gitmeliydi.

Öyle de oldu. Ernesto Monte İlkokulu’na yazdırıldığında sekiz yaşındaydı. Öğretmeni Dona Cida disiplinli biriydi. Kuraldışı şeylere tahammülü yoktu. Yaramazlıklara göz yummazdı. Ve Pelé, uslu sayılmazdı; kukla gibi biri değildi. Eh, derslerinde de iyi değildi. Bu sebeple sık sık kuru fasulye çuvalına diz üstü çökme cezası alırdı. Kuru fasulye üzerine oturmak nedir ki… Diye düşünmeyin asla! Küçük çakıl taşlarından sert olurdu fasulyeler ve fena can yakardı.

Hayalleri vardı Pelé’nin. Futbolcu değil, pilot olacaktı. Göklerde kartallar gibi uçacaktı.

Bu arzusunu bir gün babasına açtı.

“Uçmak çok hoşuma gidiyor.” dedi gururla.

Dondinho istifini bozmadı.

“Ulaşılmaz bir arzu!” diye karşılık verdi sakince.

Bir anda gözlerindeki ışıklar söndü Pelé’nin… İçini ısıtan ateş köreldi.

Morgda bir pilot

Günlerden bir gün, okulun bahçesinde top oynuyordu… Çocuklardan biri telaşla teneffüs alanına girdi. Acı bir haber verdi: morgda bir pilot var! Planör yere çakılmış, pilot da canından olmuştu.

Bunu, her çocuk gibi, Pelé de heyecan verici bulmuştu. Ölü ve pilot… İki kışkırtıcı şey! Hemen planörün düştüğü yere doğru koştu. Zira fazlasıyla meraklı, azıcık yaramazdı.

Olay yeri inceleme uzmanları gibi dolaştı yakınında planörden geriye kaldıysa… Kalbi küt küt attı. Gözleri, burun delikleri kocaman açıldı. Duyduğu heyecan o kadar belliydi ki…

Ancak yetmedi; bir de otopsinin yapıldığı hastaneye gitti. Camları pis pencerenin ardından bir ahşap üzerine boylu boyunca uzatılmış cesede baktı. Hayatında ilk kez bir ölü görüyordu Pelé… Eli ayağı dondu. Tüyleri ürperdi. Ve gördüğü bu sahne bir daha aklından hiç çıkmadı.

Belki, böylesi bir şeye tanıklık etmeseydi pilot olacaktı. Ama etti ve hayatı değişti. Bir daha Havacılar Kulübe’ne bile uğramadı.

Dondinho’nun oğlu

Mahalle takımı kurma ve sokaklarda kurulan takımla gece gündüz top oynama sürecinde Pelé’nin yanında iki şey vardı: Sete de Setembro (top oynadığı amatör kulüp) ile babası Dondinho… Bilhassa babası… Sol ayağıyla topa vuramayan Pelé’yi çalıştıran ilk kişiydi o. Hücumun, üçüncü bölgenin en önünde oynamak istemeyen oğlunu 10 numaraya hazırlayan da oydu.

O vakitler “Dondinho’nun oğlu” olarak bilinirdi Pelé; mahalli bir kulübün yıldız oyuncusunun oğlu… Bu bazen işine yarardı Pelé’nin… Çünkü bazen komşuların pencerelerine değerdi top… Camlar pek kibar olurdu bu mahallelerde ve hemen kırılırlardı… Sonra da suç, sokak arasında top oynayanlarda olurdu. Kızgın büyükler soluğu genellikle Dondinho’nun evinin önünde alırlardı. Almakla kalmaz, bas bas bağırırlardı:

“Oğlunuza sahip çıkın yahu. Yine camımızı kırdı.”

Kim derdi ki, o günah keçisi Pelé, Dondinho’nun oğlu Pelé, büyüyecek, büyük futbolcu olacak ve Dondinho’ya, “Biliyor musun, o Pelé’nin babası…” denecek…

14 yaşında bir çocuk

Küçük Pelé için farklı bir başlangıç, 1954’te Bauru’da BAC’ın altyapıya öncelik verip bir takım kurmasıyla yaşandı. Bu “çocuk takımı”na Baquinho denildi; yani Küçük BAC… Takımın sorumlusu, bir tüccardı. Pamuk üreticileri sendikasından Joao Fernandes’ti. Takımın koçu ise eski bir futbolcuydu; “dansçı” lakaplı Waldemar de Brito…

Pelé, elemelere çağrılsa da, başlarda pek gönüllü, pek iştahlı değildi bu işe… Ancak babasının teşvikiyle itiraz etmeyip elemelere girdi. Seçildikten sonra da Baquinho ile sözleşme imzalandı. Bu, Pelé’nin ilk resmi imzasıydı. Artık lisanslı bir futbolcuydu o… 4 bin 500 Brezilya Reali ödeme yapılacaktı kendisine…

Bir çocuk için, 14 yaşındaki bir çocuk için fena bir ücret sayılmazdı bu. Bilhassa da dönemin koşulları düşünüldüğünde…

Pelé ilk kazandığı parayla annesine gazla çalışan bir fırın aldı. Annesi Pelé’ye çok teşekkür etti, ama herkese bu fırını kullanamadıklarını, bir sır olarak saklamalarını söyledi. Çünkü bulundukları bölgeye gaz hizmeti çok sonraları gelecekti.

Başarının anlamı ne?

Baquinho… Bauru Atlético Clube yani… Kısaca BAC… Geçmişi 1919’a kadar uzanan, De Brito’un kurmuş olduğu amatör, ama düzgün bir kulüp…

Sanıldığı gibi 11 değil, 14 yaşında kaydoluyor buraya Pelé… Ve burası, şort, çorap, ayakkabı gibi endişeler duymadığı ilk yer oluyor hayatında…

Baquinho için “başarı”nın anlamı ne olabilir ki… O vakitler Şampiyonlar Ligi yoktu. Olsa bile, orada oynama lüksü yoktu. Sonuçta Amerika kıtasında, Brezilya denen koca ülkede, küçücük bir yerleşke takımıydı… Ama başarı başarıdır elbette… Gençlik turnuvaları dahi olsa…

São Paulo, Sporting Gazete ile Diario de Bauru gazeteleri el ele tutuşmuş ve bir şampiyona düzenlemişti. Mükemmel sayılabilecek bir organizasyondu. Ve Pelé, 997 no’lu futbolcu olarak burada yerini almıştı. İşte ileride ne kadar “büyük” olacağının en ciddi sinyalini burada, bu şampiyonada vermişti Pelé: 33 maça çıkmış ve tamı tamına 148 gol kaydetmişti. Sayesinde takımı Baquinho da şampiyon olmuştu.

Pelé, Baquinho’da iki yıl oynadı. Mucizevi olarak da üç yıl üst üste kaldığı okulunu nihayet bitirmeyi başardı.

Ünlü bir futbolcu olmak

Her güzel şey bir gün bitermiş… Pelé’nin Baquinho dönemi de çok sürmedi. Waldemar de Brito, São Paulo büyükler kulübüne gitmeye karar verince, bazıları için BAC günlerinin sonu gelmiş oldu.

Doğrusu Waldemar de Brito, São Paulo’ya gidince, Pelé’yi de beraberinde götüreceğini düşünmüştü herkes… Nedense bu böyle olmadı. Dolayısıyla Pelé de kendine göre bir arayışa girdi. Bauru da Radium adında bir takımla maçlara çıkmaya başladı. Buradaki oyunu herkesin ilgisini çekti. Bangu adındaki bir Rio kulübü kapısını çaldı mesela… Ancak annesi teklifi kabul etmedi. Ufacık bir çocuğun Rio de Janeiro’da ne işi vardı…

Aylar geçti bu arada… Pelé biraz daha büyüdü. Fiziği biraz daha gelişti. Güçlendi. Hızlandı. Hatta hırslandı. Futbolcu olmak istiyordu. Ünlü bir futbolcu olmak…

Tam umudun kesildiği, artık futbolun yanı sıra üç beş kuruş kazanabileceği, istikrarlı bir iş aramaya niyetlenirken Waldemar de Brito yetişti imdada… Ansızın Bauru’ya geldi. Pelé’nin annesini ve babasını ikna etti. Rio’dan daha az ürkütücü olan Santos’a gitme iznini kopardı.

Santos yılları başlamak üzereydi. Zira Waldemar de Brito, onun genç takımda ısınıp büyüklere çıkacağına ve bir gün büsbüyük olacağından emindi.

Ve New York Cosmos

Her yenilik, her değişim, aslında koskocaman bir muammadır. Santos serüveni de Pelé için işte böyle bir şeydi.

Kulüp kariyerinin büyük çoğunluğunu Santos’ta geçirdi Pelé. Orada toplamda 25 kupayı havaya kaldırdı. 1962’de kulübe tarihinin ilk Libertadores Kupası’nı kazandırdı. Ardından 1963’te tekrar şampiyon oldu. Libertadores şampiyonu olarak oynadığı iki Kıtalararası Kupa Finali’nde (1962, 1963) sırasıyla Benfica ve Milan’a karşı oynadığı dört maçta dokuz gol attı; Santos iki finali de kazandı. Kariyerinin son iki yılını New York Cosmos’ta geçirdi ve giydiği on numaralı forma emekliye ayrıldı.

70’li yıllarda New York

Şimdi dönüp baktığınızda o eski günlerin çok güzel günler olduğunu söylemek kolay olacaktır. Pelé ve Cosmos, statlara büyük kalabalıklar çekmenin yanı sıra oyuna da cazibe ve parıltı katmıştı. Fakat 70’li yılların ortasında New York pek çok açıdan karmaşık bir görüntüye sahipti. Finansal zorluklarla ve yüksek suç oranı gibi konularla boğuşurken ileri gitmeye çalışan, fakat bir şekilde diğer güçler tarafından geri çekiliyormuş gibi bir izlenim vardı. New York City 1975 yılında federal yönetimden ve Başkan Ford’dan finansal yardım talebinde bulunduğunda ret cevabı aldı ve bu da New York Daily News’teki o meşhur “Ford’dan New York’a: Geber.” başlığının atılmasına yol açtı. 1977 yılında Son of Sam Ağustos’ta tutuklanana dek rasgele işlediği cinayetlerle şehri terörize etti. Times Square de sokaklardaki görüntüsüyle bugünkü halinden çok farklıydı.

Üç kez evlendi

Pelé, ne çocukluğunda ne de yetişkinliğinde evcil biri oldu. Nitekim bu dışarı tutkusu, özel hayatına da yansıdı. Popülerliğinin etkisiyle düzenli bir aile hayatı yaşayamadı. Üç kez evlendi ve bu üç evlilikten yedi çocuğu oldu.

Tabii onu bu denli “büyük” yapan bu özelliği değil hiç kuşkusuz. Onu yaşarken unutulmazlar arasına sokan asıl şey, üç kez havaya kaldırdığı Dünya Kupası. Bunu ondan başka yapabilen, erkek ya da kadın, başka bir sporcu yok.

Yedisinde neyse yetmişinde de odur insan, derler ya. Pek itibar etmemek lazım. Büyüdükçe küçülmesini bildi Pelé. Ama bu biraz zaman aldı tabii… Mesela kulübü Santos FC, 18 Haziran 1968 tarihinde Bogotá’da bir hazırlık maçında Kolombiya Olimpiyat Takımı’yla oynuyordu. Efsane sambacı küçük sayılmazdı; 28 yaşındaydı. Yani futbol için olgunluk sayılabilecek bir çağda…

Futbolda kırmızı kartın henüz olmadığı günler… Malum, “kırmızı kart” kuralı 1970 yılında getirildi. İşte bu maçta, Brezilyalı efsane bir defans oyuncusuna faul yapıyor. Yetmiyor, hakem Guillermo Velasquez’e hakaret ediyor. Bunun üzerine hakem Pelé’yi oyundan atıyor.

Düşünün; dünyanın en iyi oyuncularından biri sahanın dışına davet ediliyor. Olacak şey mi? Trübünler tıklım tıklım. Fakir insanların tek eğlencesi. Onu izlemeye gelmişler.

Sonra ne mi oldu?

Ne olacak, kızılca kıyamet koptu. Santos’lu futbolcular hakemin etrafını sardı. Hakem, o çemberden gözünde morlukla çıktı. Sahayı Pelé değil, o terk etti.

Yaptığı her şey, hemen hemen her şey, ezber bozdu. Yurt dışına çıkmasın diye yasa bile çıkarıldı.

1962 Dünya Kupası sonrasında zengin Avrupa kulüpler Pelé’nin peşine düşmekte gecikmediler. O dönem için büyük sayılan transfer ücretleri teklif ettiler. Ancak Brezilya hükümeti, Pelé’yi “resmi ulusal hazine” ilan edip, ülke dışına transfer olmasını yasakladı.

Pelé, o kadar çok ilk sığdırdı ki hayatına, belki de bunca ilk’i yaşayan ilk kişi de o. Ama biz, birkaç tanesini anmakla yetinelim: Atari 2600’deki Pelé’s Soccer isimli oyunla, bir video oyununa ismini veren ilk sporcu oldu; Life Magazine dergisine kapak olan ilk siyahi oldu.

Belki bunlar unutuldu. Ama şunlar muhtemelen unutulmayacak. Çünkü yazma yeteneği olan nadir futbolculardandı o. Akla ilk gelen İbrahimoviç ise ikincisi Pelé. Birçok otobiyografi yazdı. Belgesellerde oynadı. Ayrıca çeşitli besteler yaptı. Evet, evet; besteler yaptı. Mesela 1977’de Pelé isimli filmin tüm soundtrack’ini o besteledi. İkinci Dünya Savaşı’nda Nazi kampından kaçmaya çalışan bir grubu anlatan Escape To Victory adlı filmde 60’ların ve 70’lerin iyi bilinen oyuncuları ile birlikte rol aldı.

FIFA’nın “yüzyılın futbolcusu” ilan ettiği Pelé’nin neredeyse kırmadığı rekor yok. Biri hariç: hayatı boyunca kırmaya uğraştığı, ama kıramadığı tek bir rekor…

Bir maçta 5 kafa golü atma rekoru…

O rekorun sahibi hâlâ João Ramos ‘Dondinho’ do Nascimento…

Yani babası…

İngiliz psikanalist Donald Winnicott, kendini canlı hissetmek, canlı olmakla ilgili basit, lakin çarpıcı bir söz eder. “Kucaklama arttığında var olma devam edecektir.” der.
Bu, Pelé için söylenmiş sanki: Onu kucaklayanlar oldukça o hep var olacak!

Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Fikir Turu’nun editöryel politikasını yansıtmayabilir.

Bu yazı ilk kez 30 Aralık 2022’de yayımlanmıştır.

Murat Aksoy
Murat Aksoy
Murat Aksoy – Çevirmen, yazar ve eski futbolcu… 1968’de Ankara’da doğdu. İlk, orta ve yükseköğrenimini Almanya’da yaptı. Torna tesviye ve teknik resim eğitimi gördü. FC Schwarz Weiss’ta futbol oynamaya başladı. Sonra Münih Türkgücü takımına transfer oldu. İran Milli Takımı’nın kalecisi Nasır, Galatasaray’da haklı bir üne kavuşan Erhan Önal ve Savaş Koç’la birlikte oynadı. Gözünde çıkan bir rahatsızlık sonucu futbolu bıraktı. Özel bir kuruluşta, Türkiye’den Almanya’ya göç etmiş işçilere Almanca öğretti. Turizm bürolarında rehberlik, tercüme bürolarında ise çevirmenlik yaptı. 1988 yılında Türkiye’ye döndü. Bir süre dersanelerde Almanca dersleri verdi. Doğan Egmont, Bordo Siyah, Turkuaz ve İkarus gibi yayınevlerine 100’ün üzerinde kitap çevirdi. “Futbolun Devleri” adında yaklaşık 20 kitaptan oluşan biyografi dizisinin yazarı…

YORUMLAR

Subscribe
Bildir
guest

0 Yorum
Inline Feedbacks
View all comments

Son Eklenenler

Tüm dünya ona, o babasına hayrandı: Zira kıramadığı tek rekor onundu

Yüzyılın futbolcusu, iyi niyet elçisi, vakıf kurucusu, sinema oyuncusu ve besteci… Buraya sığmayacak kadar çok meziyete sahipti Pelé. Neredeyse yarım yüzyıl önce futbolu bırakmasına rağmen en çok kazananlar arasındaydı. Ve bir gün çoklu organ yetmezliğinden hayata gözlerini yumdu. Sahi kimdi Pelé? Murat Aksoy yazdı.

“Yapabildiğimiz her şeyi yapsaydık,

buna kendimiz bile şaşardık.”

Thomas Edison

 

Onun için “dünyanın gelmiş geçmiş en iyi futbolcusu” denir. Tam adı: Edson Arantes do Nascimento… Ama biz onu “Pelé” diye biliyoruz. Ünlü sunucu Halit Kıvanç’ın anlattığını doğru kabul edersek, konserve kutularıyla oynarken çıkan sesten dolayı adı Pelé kalmış…

Babası, yani João Ramos do Nascimento (nam-ı diğer Dondinho), 20. yüzyıl yaşamını icatlarıyla derinden etkileyen Amerikalı mucit ve işadamı Thomas Edison’a hayranmış. Bu sebeple 23 Ekim 1940’ta, Três Corações’te doğan oğlunun adını “Edson” koymuş.

On dört yaşında Waldemar de Brito tarafından keşfedilene kadar ayakkabı parlatmış. Brezilya Milli Takımı, ilk Dünya Kupası’nı kazandığında ise on yedi yaşındaymış…

Rivayet edilir ki, onu izlemek adına savaşlar durmuş… Mesela Nijerya’da iç savaş yaşanırken[efn_note] Nijerya İç Savaşı, 1967 ve 1970 yılları arasında bir milyondan fazla insanın ölümüne yol açmıştı.[/efn_note] sırf Pelé’nin maçını izleyebilmek için 2 günlük ateşkes ilan edilmiş…

Kariyeri boyunca 1367 maça çıkmış ve 1293 gol atmış. (Bu kırılması imkânsız rekor hâlâ elinde bulunuyor.)

Henüz 16 yaşındayken Santos’a transfer olmuş ve 1956’dan 1974’e kadar bu formayı terletmiş. 10 kupa kaldırmış. 11 kez gol krallığı sevinci yaşamış. Ama Brezilya hükümeti, kendisini “ulusal hazine” ilan ettiğinden, yurt dışında oynama izni alamamış uzunca bir süre…

Tam futbolu bırakmak üzereyken, kapısını New York Cosmos takımı çalmış. 1975’ten 1977’ye kadar bu takımda oynamış. Ve sonrasında yeşil sahalardan uzaklaşmış…
Profesyonel hayatı boyunca 6 defa bir maçta 5 gol, 30 defa bir maçta 4 gol ve 92 defa da bir maçta üç gol atmış.

Daima birileriyle kıyaslanmış; hem dün hem bugün… Bir dönem Maradona mı, Pelé mi diye sorgulanmış. Şimdilerde ise Messi mi, Pelé mi diye konuşuluyor.

Neyse ki, 1999’da tüm zamanların en iyi boksörü Muhammed Ali ve tüm zamanların en büyük basketbolcusu Michael Jordan’ı geride bırakarak “Yüzyılın Sporcusu” seçilmesi, bazılarının ağzını kapatmış…

Brezilyalı gazeteci Armando Nogueira’ya göre, “Eğer Pelé insan olarak doğmasaymış, futbol topu olarak doğarmış”… O kadar özdeş bir hayat sürmüş futbolla…

Futbolu bıraktıktan sonra da popülaritesini kaybetmeyen ender kişilerden olmuş Pelé; ülkesinin ve FIFA’nın “iyi niyet elçisi” seçilmiş. Ayrıca türlü kurum, vakıf ve derneklerde görev almış. 1994-1998 yılları arasında Brezilya Spor Bakanlığı görevini üstlenmiş. “Pelé Kuralı”nı hayata geçirmiş; böylece Brezilyalı oyuncuların haklarını koruyan bu yasa 2001’de yürürlüğe girmiş.

Bu yaşayan futbol efsanesi 82 yaşında hayata gözlerini yumana kadar yılda 18 milyon dolar (12 milyon avro) kazanıyordu. Yani 2022’de bile dünyanın en çok kazanan futbolcularının gelirine yakın bir gelir… Futbolu bırakalı 40 küsur yıl oldu oysa. Ama yeşil sahalar onun gibisini görmedi daha.

Evet! Pelé’den bahsediyoruz. İran şahının sadece 2 dakika konuşabilmek için tam üç saat havaalanında beklediği futbolcudan… Gerçek ismiyle söyleyecek olursak Edison Arantes do Nascimento’dan…

Üç Kalp’te doğuyor efsane

Çoraptan yapılma bir topla başlayan bir futbol hayatı… Neresinden baksanız cazip, kışkırtıcı! Gecenin kör karanlığında parlayan neon ışıkları gibi… Kızgın güneşin altında yolunu kaybetmiş seyyaha uzatılan pusula gibi… Dahası: Soluk soluğa, defalarca izlenecek bir film gibi…

O halde, biraz daha yakından, hatta içten, kimileyin tanıklıklarla, kimileyin hayal gücünün yardımıyla bakalım bu muazzam hayata… Bakalım ve görelim, kimler ve neler dahil olmuş… Niçin olmuş?

Três Corações… Brezilya’nın güneydoğusunda, “Ocak Irmağı” anlamına gelen Rio de Janeiro’nun hemen kuzeyine düşen Minas Gerais eyaletine bağlı 80 bin nüfuslu, 828 km²’lik bir yerleşke… Altın madenleriyle zengin bir yerleşke…

Três Corações (yani Üç Kalp), İsa, Meryem ve Yusuf’un kalplerini temsil ediyor. Bir çiftçi öyle koymuş adını ve halk zamanla benimsemiş, sevmiş bu adı…

Portekizler tarafından uzun süre sömürülen işte bu yerleşkede, takvim yaprakları 23 Ekim 1940’ı gösterdiğinde, bir erkek çocuk, eski tuğlalardan yapılma fakir ve perişan bir haneyi şenlendirdi. Kömür kara gözleriyle Celeste ve Dondinho çiftini dünyanın en mutlu çifti yaptı. Her ne kadar doğum esnasında acılı ve sıkıntılı anlar yaşasa da genç anne…

O tarihlerde doğacak çocuğun cinsiyetini öğrenebilmek pek mümkün değildi. Zira bu teknoloji, Três Corações’e uğramamıştı henüz. Bundan ötürü baba merak içindeydi: Acaba kız mı olacak, oğlan mı?

Amca Jorge’nin ise derdi başkaydı:

“Of, çok şükür; yeterince siyah!”

Brezilya, dünyanın en güzel insanlarının yaşadığı 15 ülkeden biri… Koyu ten, bu sebeple çok önemli… Travma dışında estetik amaçlı burun ameliyatı yaptıran bir Alman veya Fransız neredeyse bulunmaz, ama Brezilya, en fazla estetik ameliyatın yapıldı ülke aynı zamanda…

Baba Dondinho, bu “yeterince siyah” bebeğin yanına usulca sokuldu. Sıska bacaklarına ve apış arasına baktı. Rahatladı. Sonra da, “Bu büyük bir futbolcunun bacakları…” dedi mırıldanır gibi… Zira kendisi de bir futbolcuydu ve anatomiden az çok anlıyordu.

Amca Jorge, hiç kuşkusuz, hoşnuttu bu kehanetten… Büyük bir futbolcunun amcası olmak kimi mutlu etmezdi ki… Ancak anne Celeste, aynı fikirde değildi eşiyle… O, refah bir hayat sürmesine yarayacak, her zaman her yerde geçerli bir mesleği olsun istiyordu oğlunun. Nitekim Dondinho futbolcuydu ve pek parlak bir hayatları yoktu.

Bir çift ayakkabıya muhtaçtı

Ailenin durumu iyi değildi. Pelé’nin de kolları sıvaması gerekiyordu. Sonuçta çocukların en büyüğü oydu. Ama üç kuruş, ama beş kuruş, aile bütçesine katkıda bulunmalıydı.

Nitekim mırın kırın etmedi. Sorumlu bir çocuk gibi davranıp, cep harçlığı ve asmacı Jorge’nin yardımıyla bir ayakkabı sandığı aldı. Yedi yaşındaydı sandığı tutan meşini omzuna geçirdiğinde…

Ailenin oturduğu Rubens Arruda Sokağı’nda insanlar giyecek bir çift ayakkabıya muhtaçtı. Çoğu çıplak ayakla işe, okula gidiyordu. Bu yüzden daha çok Bauru’nun nezih semtlerinde geziyor, zaten parlak ayakkabıları daha çok parlatıyordu.

Zaman zaman da maç günlerinde babası Dondinho’yla birlikte Bauru Atletico Kulübü’nün önüne tezgâh açıyordu. Zira orada ayakkabı giyen bir sürü insan vardı. İş çoktu yani…

Kuru fasulye üzerinde oturmak

Dondinho, yaklaşık bir yıl sonra belediyeye bağlı bir klinikte iş buldu. Zor sayılmazdı yaptığı; temizlik, gel götür işleri… Üstelik güvenceliydi. Yarım günlük işlere oranla kazancı yüksekti.

Zaman içinde belleri doğruldu. Geriye tek bir sorun kaldı: eğitim! Pelé artık okula gitmeliydi.

Öyle de oldu. Ernesto Monte İlkokulu’na yazdırıldığında sekiz yaşındaydı. Öğretmeni Dona Cida disiplinli biriydi. Kuraldışı şeylere tahammülü yoktu. Yaramazlıklara göz yummazdı. Ve Pelé, uslu sayılmazdı; kukla gibi biri değildi. Eh, derslerinde de iyi değildi. Bu sebeple sık sık kuru fasulye çuvalına diz üstü çökme cezası alırdı. Kuru fasulye üzerine oturmak nedir ki… Diye düşünmeyin asla! Küçük çakıl taşlarından sert olurdu fasulyeler ve fena can yakardı.

Hayalleri vardı Pelé’nin. Futbolcu değil, pilot olacaktı. Göklerde kartallar gibi uçacaktı.

Bu arzusunu bir gün babasına açtı.

“Uçmak çok hoşuma gidiyor.” dedi gururla.

Dondinho istifini bozmadı.

“Ulaşılmaz bir arzu!” diye karşılık verdi sakince.

Bir anda gözlerindeki ışıklar söndü Pelé’nin… İçini ısıtan ateş köreldi.

Morgda bir pilot

Günlerden bir gün, okulun bahçesinde top oynuyordu… Çocuklardan biri telaşla teneffüs alanına girdi. Acı bir haber verdi: morgda bir pilot var! Planör yere çakılmış, pilot da canından olmuştu.

Bunu, her çocuk gibi, Pelé de heyecan verici bulmuştu. Ölü ve pilot… İki kışkırtıcı şey! Hemen planörün düştüğü yere doğru koştu. Zira fazlasıyla meraklı, azıcık yaramazdı.

Olay yeri inceleme uzmanları gibi dolaştı yakınında planörden geriye kaldıysa… Kalbi küt küt attı. Gözleri, burun delikleri kocaman açıldı. Duyduğu heyecan o kadar belliydi ki…

Ancak yetmedi; bir de otopsinin yapıldığı hastaneye gitti. Camları pis pencerenin ardından bir ahşap üzerine boylu boyunca uzatılmış cesede baktı. Hayatında ilk kez bir ölü görüyordu Pelé… Eli ayağı dondu. Tüyleri ürperdi. Ve gördüğü bu sahne bir daha aklından hiç çıkmadı.

Belki, böylesi bir şeye tanıklık etmeseydi pilot olacaktı. Ama etti ve hayatı değişti. Bir daha Havacılar Kulübe’ne bile uğramadı.

Dondinho’nun oğlu

Mahalle takımı kurma ve sokaklarda kurulan takımla gece gündüz top oynama sürecinde Pelé’nin yanında iki şey vardı: Sete de Setembro (top oynadığı amatör kulüp) ile babası Dondinho… Bilhassa babası… Sol ayağıyla topa vuramayan Pelé’yi çalıştıran ilk kişiydi o. Hücumun, üçüncü bölgenin en önünde oynamak istemeyen oğlunu 10 numaraya hazırlayan da oydu.

O vakitler “Dondinho’nun oğlu” olarak bilinirdi Pelé; mahalli bir kulübün yıldız oyuncusunun oğlu… Bu bazen işine yarardı Pelé’nin… Çünkü bazen komşuların pencerelerine değerdi top… Camlar pek kibar olurdu bu mahallelerde ve hemen kırılırlardı… Sonra da suç, sokak arasında top oynayanlarda olurdu. Kızgın büyükler soluğu genellikle Dondinho’nun evinin önünde alırlardı. Almakla kalmaz, bas bas bağırırlardı:

“Oğlunuza sahip çıkın yahu. Yine camımızı kırdı.”

Kim derdi ki, o günah keçisi Pelé, Dondinho’nun oğlu Pelé, büyüyecek, büyük futbolcu olacak ve Dondinho’ya, “Biliyor musun, o Pelé’nin babası…” denecek…

14 yaşında bir çocuk

Küçük Pelé için farklı bir başlangıç, 1954’te Bauru’da BAC’ın altyapıya öncelik verip bir takım kurmasıyla yaşandı. Bu “çocuk takımı”na Baquinho denildi; yani Küçük BAC… Takımın sorumlusu, bir tüccardı. Pamuk üreticileri sendikasından Joao Fernandes’ti. Takımın koçu ise eski bir futbolcuydu; “dansçı” lakaplı Waldemar de Brito…

Pelé, elemelere çağrılsa da, başlarda pek gönüllü, pek iştahlı değildi bu işe… Ancak babasının teşvikiyle itiraz etmeyip elemelere girdi. Seçildikten sonra da Baquinho ile sözleşme imzalandı. Bu, Pelé’nin ilk resmi imzasıydı. Artık lisanslı bir futbolcuydu o… 4 bin 500 Brezilya Reali ödeme yapılacaktı kendisine…

Bir çocuk için, 14 yaşındaki bir çocuk için fena bir ücret sayılmazdı bu. Bilhassa da dönemin koşulları düşünüldüğünde…

Pelé ilk kazandığı parayla annesine gazla çalışan bir fırın aldı. Annesi Pelé’ye çok teşekkür etti, ama herkese bu fırını kullanamadıklarını, bir sır olarak saklamalarını söyledi. Çünkü bulundukları bölgeye gaz hizmeti çok sonraları gelecekti.

Başarının anlamı ne?

Baquinho… Bauru Atlético Clube yani… Kısaca BAC… Geçmişi 1919’a kadar uzanan, De Brito’un kurmuş olduğu amatör, ama düzgün bir kulüp…

Sanıldığı gibi 11 değil, 14 yaşında kaydoluyor buraya Pelé… Ve burası, şort, çorap, ayakkabı gibi endişeler duymadığı ilk yer oluyor hayatında…

Baquinho için “başarı”nın anlamı ne olabilir ki… O vakitler Şampiyonlar Ligi yoktu. Olsa bile, orada oynama lüksü yoktu. Sonuçta Amerika kıtasında, Brezilya denen koca ülkede, küçücük bir yerleşke takımıydı… Ama başarı başarıdır elbette… Gençlik turnuvaları dahi olsa…

São Paulo, Sporting Gazete ile Diario de Bauru gazeteleri el ele tutuşmuş ve bir şampiyona düzenlemişti. Mükemmel sayılabilecek bir organizasyondu. Ve Pelé, 997 no’lu futbolcu olarak burada yerini almıştı. İşte ileride ne kadar “büyük” olacağının en ciddi sinyalini burada, bu şampiyonada vermişti Pelé: 33 maça çıkmış ve tamı tamına 148 gol kaydetmişti. Sayesinde takımı Baquinho da şampiyon olmuştu.

Pelé, Baquinho’da iki yıl oynadı. Mucizevi olarak da üç yıl üst üste kaldığı okulunu nihayet bitirmeyi başardı.

Ünlü bir futbolcu olmak

Her güzel şey bir gün bitermiş… Pelé’nin Baquinho dönemi de çok sürmedi. Waldemar de Brito, São Paulo büyükler kulübüne gitmeye karar verince, bazıları için BAC günlerinin sonu gelmiş oldu.

Doğrusu Waldemar de Brito, São Paulo’ya gidince, Pelé’yi de beraberinde götüreceğini düşünmüştü herkes… Nedense bu böyle olmadı. Dolayısıyla Pelé de kendine göre bir arayışa girdi. Bauru da Radium adında bir takımla maçlara çıkmaya başladı. Buradaki oyunu herkesin ilgisini çekti. Bangu adındaki bir Rio kulübü kapısını çaldı mesela… Ancak annesi teklifi kabul etmedi. Ufacık bir çocuğun Rio de Janeiro’da ne işi vardı…

Aylar geçti bu arada… Pelé biraz daha büyüdü. Fiziği biraz daha gelişti. Güçlendi. Hızlandı. Hatta hırslandı. Futbolcu olmak istiyordu. Ünlü bir futbolcu olmak…

Tam umudun kesildiği, artık futbolun yanı sıra üç beş kuruş kazanabileceği, istikrarlı bir iş aramaya niyetlenirken Waldemar de Brito yetişti imdada… Ansızın Bauru’ya geldi. Pelé’nin annesini ve babasını ikna etti. Rio’dan daha az ürkütücü olan Santos’a gitme iznini kopardı.

Santos yılları başlamak üzereydi. Zira Waldemar de Brito, onun genç takımda ısınıp büyüklere çıkacağına ve bir gün büsbüyük olacağından emindi.

Ve New York Cosmos

Her yenilik, her değişim, aslında koskocaman bir muammadır. Santos serüveni de Pelé için işte böyle bir şeydi.

Kulüp kariyerinin büyük çoğunluğunu Santos’ta geçirdi Pelé. Orada toplamda 25 kupayı havaya kaldırdı. 1962’de kulübe tarihinin ilk Libertadores Kupası’nı kazandırdı. Ardından 1963’te tekrar şampiyon oldu. Libertadores şampiyonu olarak oynadığı iki Kıtalararası Kupa Finali’nde (1962, 1963) sırasıyla Benfica ve Milan’a karşı oynadığı dört maçta dokuz gol attı; Santos iki finali de kazandı. Kariyerinin son iki yılını New York Cosmos’ta geçirdi ve giydiği on numaralı forma emekliye ayrıldı.

70’li yıllarda New York

Şimdi dönüp baktığınızda o eski günlerin çok güzel günler olduğunu söylemek kolay olacaktır. Pelé ve Cosmos, statlara büyük kalabalıklar çekmenin yanı sıra oyuna da cazibe ve parıltı katmıştı. Fakat 70’li yılların ortasında New York pek çok açıdan karmaşık bir görüntüye sahipti. Finansal zorluklarla ve yüksek suç oranı gibi konularla boğuşurken ileri gitmeye çalışan, fakat bir şekilde diğer güçler tarafından geri çekiliyormuş gibi bir izlenim vardı. New York City 1975 yılında federal yönetimden ve Başkan Ford’dan finansal yardım talebinde bulunduğunda ret cevabı aldı ve bu da New York Daily News’teki o meşhur “Ford’dan New York’a: Geber.” başlığının atılmasına yol açtı. 1977 yılında Son of Sam Ağustos’ta tutuklanana dek rasgele işlediği cinayetlerle şehri terörize etti. Times Square de sokaklardaki görüntüsüyle bugünkü halinden çok farklıydı.

Üç kez evlendi

Pelé, ne çocukluğunda ne de yetişkinliğinde evcil biri oldu. Nitekim bu dışarı tutkusu, özel hayatına da yansıdı. Popülerliğinin etkisiyle düzenli bir aile hayatı yaşayamadı. Üç kez evlendi ve bu üç evlilikten yedi çocuğu oldu.

Tabii onu bu denli “büyük” yapan bu özelliği değil hiç kuşkusuz. Onu yaşarken unutulmazlar arasına sokan asıl şey, üç kez havaya kaldırdığı Dünya Kupası. Bunu ondan başka yapabilen, erkek ya da kadın, başka bir sporcu yok.

Yedisinde neyse yetmişinde de odur insan, derler ya. Pek itibar etmemek lazım. Büyüdükçe küçülmesini bildi Pelé. Ama bu biraz zaman aldı tabii… Mesela kulübü Santos FC, 18 Haziran 1968 tarihinde Bogotá’da bir hazırlık maçında Kolombiya Olimpiyat Takımı’yla oynuyordu. Efsane sambacı küçük sayılmazdı; 28 yaşındaydı. Yani futbol için olgunluk sayılabilecek bir çağda…

Futbolda kırmızı kartın henüz olmadığı günler… Malum, “kırmızı kart” kuralı 1970 yılında getirildi. İşte bu maçta, Brezilyalı efsane bir defans oyuncusuna faul yapıyor. Yetmiyor, hakem Guillermo Velasquez’e hakaret ediyor. Bunun üzerine hakem Pelé’yi oyundan atıyor.

Düşünün; dünyanın en iyi oyuncularından biri sahanın dışına davet ediliyor. Olacak şey mi? Trübünler tıklım tıklım. Fakir insanların tek eğlencesi. Onu izlemeye gelmişler.

Sonra ne mi oldu?

Ne olacak, kızılca kıyamet koptu. Santos’lu futbolcular hakemin etrafını sardı. Hakem, o çemberden gözünde morlukla çıktı. Sahayı Pelé değil, o terk etti.

Yaptığı her şey, hemen hemen her şey, ezber bozdu. Yurt dışına çıkmasın diye yasa bile çıkarıldı.

1962 Dünya Kupası sonrasında zengin Avrupa kulüpler Pelé’nin peşine düşmekte gecikmediler. O dönem için büyük sayılan transfer ücretleri teklif ettiler. Ancak Brezilya hükümeti, Pelé’yi “resmi ulusal hazine” ilan edip, ülke dışına transfer olmasını yasakladı.

Pelé, o kadar çok ilk sığdırdı ki hayatına, belki de bunca ilk’i yaşayan ilk kişi de o. Ama biz, birkaç tanesini anmakla yetinelim: Atari 2600’deki Pelé’s Soccer isimli oyunla, bir video oyununa ismini veren ilk sporcu oldu; Life Magazine dergisine kapak olan ilk siyahi oldu.

Belki bunlar unutuldu. Ama şunlar muhtemelen unutulmayacak. Çünkü yazma yeteneği olan nadir futbolculardandı o. Akla ilk gelen İbrahimoviç ise ikincisi Pelé. Birçok otobiyografi yazdı. Belgesellerde oynadı. Ayrıca çeşitli besteler yaptı. Evet, evet; besteler yaptı. Mesela 1977’de Pelé isimli filmin tüm soundtrack’ini o besteledi. İkinci Dünya Savaşı’nda Nazi kampından kaçmaya çalışan bir grubu anlatan Escape To Victory adlı filmde 60’ların ve 70’lerin iyi bilinen oyuncuları ile birlikte rol aldı.

FIFA’nın “yüzyılın futbolcusu” ilan ettiği Pelé’nin neredeyse kırmadığı rekor yok. Biri hariç: hayatı boyunca kırmaya uğraştığı, ama kıramadığı tek bir rekor…

Bir maçta 5 kafa golü atma rekoru…

O rekorun sahibi hâlâ João Ramos ‘Dondinho’ do Nascimento…

Yani babası…

İngiliz psikanalist Donald Winnicott, kendini canlı hissetmek, canlı olmakla ilgili basit, lakin çarpıcı bir söz eder. “Kucaklama arttığında var olma devam edecektir.” der.
Bu, Pelé için söylenmiş sanki: Onu kucaklayanlar oldukça o hep var olacak!

Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Fikir Turu’nun editöryel politikasını yansıtmayabilir.

Bu yazı ilk kez 30 Aralık 2022’de yayımlanmıştır.

Murat Aksoy
Murat Aksoy
Murat Aksoy – Çevirmen, yazar ve eski futbolcu… 1968’de Ankara’da doğdu. İlk, orta ve yükseköğrenimini Almanya’da yaptı. Torna tesviye ve teknik resim eğitimi gördü. FC Schwarz Weiss’ta futbol oynamaya başladı. Sonra Münih Türkgücü takımına transfer oldu. İran Milli Takımı’nın kalecisi Nasır, Galatasaray’da haklı bir üne kavuşan Erhan Önal ve Savaş Koç’la birlikte oynadı. Gözünde çıkan bir rahatsızlık sonucu futbolu bıraktı. Özel bir kuruluşta, Türkiye’den Almanya’ya göç etmiş işçilere Almanca öğretti. Turizm bürolarında rehberlik, tercüme bürolarında ise çevirmenlik yaptı. 1988 yılında Türkiye’ye döndü. Bir süre dersanelerde Almanca dersleri verdi. Doğan Egmont, Bordo Siyah, Turkuaz ve İkarus gibi yayınevlerine 100’ün üzerinde kitap çevirdi. “Futbolun Devleri” adında yaklaşık 20 kitaptan oluşan biyografi dizisinin yazarı…

YORUMLAR

Subscribe
Bildir
guest

0 Yorum
Inline Feedbacks
View all comments

Son Eklenenler

0
Would love your thoughts, please comment.x