Osmanlı Devleti, yıkılmasının ardından 100 yıl geçse bile bugün hâlâ birçok konuda hayranlıkla ve takdirle anılan bir imparatorluk. Onu bu denli saygı duyulan, merak edilen zaman zaman da çekinilen bir güç yapan yalnızca siyasi bir devlet olarak yaptıkları değil; aynı zamanda topraklarında yaşayan tüm canlıların yaşam hakkına bakış açısı.
Osmanlı Devleti’nde son dönem batılılaşma hareketleri başlığı altında bazı can sıkıcı olaylar yaşanmış olsa bile imparatorluğun genelinde hayvanlara saygı duyulur hatta beslenirlerdi. Özellikle İstanbul, bu anlamda merhametin ve birlikte yaşamanın da başkentiydi. Osmanlı halkı, İslamiyet öncesinden getirdikleri hayvanlara duydukları saygı ve İslamiyet’in merhameti çerçevesinde hayvanları ile yüzyıllarca birlikte huzur içinde yaşadılar. Bu durum ancak tüm dengelerin kaydığı 19. yüzyılda değişime uğradı.
Osmanlı döneminde sıklıkla karşılaşılan hayvanların başında binek hayvanları olarak kullanılan at, deve ve eşek geliyordu. Bu hayvanlar hem ulaşımda hem de taşımacılıkta Osmanlı haklının en fazla yararlandığı hayvanlardı. Maalesef, insanların hizmetinde kullanıldıkları için en fazla suistimale açık olanlar da onlardı.[1] II. Bayezıd (1447-1512), İstanbul İhtisab* Kanunnamesi’nde yük taşıyan hayvanlara merhametli davranılması gerektiğine dair bir ibare yayınlamıştı.[2] Benzer bir içerik 1725 yılında İstanbul kadısı tarafından da ele alınmış, Kethüzade Mehmet Efendi, hayvanların yük taşırken çok yorulmamalarını, yüklerini boşalttıktan sonra birisini taşımamaları için semerlerine çivi çakılmasını söylemişti.[3]
Her evin temeline yılan
İstanbul’da bazı tehlikeli hayvanlara da sıcak davranılıyordu, bunların içinde akrepler ya da yılanlar başta geliyordu. Her evin temelinde bir temel yılanı olması gerektiğine inanılırdı, buna ev yılanı denilirdi. “Şahmeran’ın başı için bana dokunma” denilerek yılanlar rahat bırakılıyordu. Ayrıca zehirli olan akreplere bile kötü davranılmıyordu. Yarasalar, sansarlar ve gelincikler de durduk yere öldürülmez, evlerin bir köşesinde yaşamasına izin verilirdi. Osmanlılar, evlerinde yuva yapan örümceğin ağını öğleden evvel temizliyorlardı ki hayvan kendisine yeni bir yuva yapacak kadar zaman bulabilsin. Ayrıca cuma günleri bu hayvanların ağlarını bozmamaya ve onlara zarar vermemeye de özen gösteriyorlardı.[4]
Osmanlı İmparatorluğu’nun 7. padişahı II. Mehmet’in (1432- 1481) iktidar yıllarında Osmanlı’da bulunan Angiolello, Fatih’in aslan gibi tehlikeli hayvanların zaman zaman sokaklarda dolaşmasına izin verdiğini aktarıyor.[5] Alman – Avusturya İmparatorluğu Büyükelçisi W. Wratislaw, başkentte elçilik ettiği yıllarda vaşak, ayı, yaban kedisi, aslan, kaplan gibi vahşi havyaları serbestçe gezerken gördüğünü aktarıyor.[6] Gene çeşitli yabancı elçiler ya da misafirler, Osmanlı’da fil ve zürafa gibi hayvanların da bakımının yapıldığını söylüyorlar. [7]
Evin sahibi kediler ve köpekler
Bu egzotik türlerin yanı sıra kedi ve köpekler, Osmanlı’da özellikle de başkentte ev sahibi gibi değerlendiriliyordu. İstanbul halkı için onlarla birlikte yaşamak çok normal olduğundan kediler ya da köpekler hakkında Osmanlıların kayıt tuttuğu pek bilinmez, ama yabancı misafirler ya da elçiler İstanbul’da kedi ve köpeklerin konforlu ve güvenli yaşadığını fark ettiklerinde çok şaşırıyorlardı.
Tarihçi Ömer Obuz, 1836’da İstanbul’a gelen İngiliz yazar, tarihçi ve gezgin Julia Pardeo’nun burada köpekler için yapılmış çok sayıda kulübenin olduğunu görünce şaşırdığını aktarır.[8] 19. yüzyılın son çeyreğinde İstanbul’da bulunan ve şehri gezen müzisyen Anna Grosser Rilke, şehrin özellikle yoksul bölgelerinde köpeklerin korunduğunu, soğuk kış günlerinde altlarına battaniyeler serildiğini söyler.[9] Botanikçi Turneford da benzer örneklerden bahseder, Türklerin yaralı hayvanları tedavi ettiğini, (bu yaralanmalar bazen insanlar yüzünden bazen de köpeklerin kavgaları nedeni ile olabiliyordu) altlarına üşümesinler diye saman konulduğunu ve onlara kulübeler yaptıklarını aktarır.[10]
Osmanlı tebası, sokakta hamile bir köpek gördüklerinde atlarından inerek onlara ot toplayıp altlarına ot serecek kadar bu hayvanlara saygı duyuyorlardı. Mezarlarında hayvanların su içebileceği alanlar yapıyor, sokaklara su dolu kaplar bırakıyorlardı.
Bu örneklerin yanı sıra köpeklere kaynar su dökenler ya da onları tekmeleyenler de daima şehirde bulunuyordu. İstanbul bu zıtlıkların şehriydi, ama genel olarak aktarılanlara bakıldığında merhametin ve koruyuculuğun daha baskın olduğu söylenilebilir.
Osmanlılar çağdaşlarına göre hayvanlar konusunda çok daha hassaslardı. Yabancı misafirlerin avlanmalarına da karşı çıkıyorlardı, örneğin yunusların yağından yararlanmak için onları yakalamaya çalışanlara izin vermediler.[11] Türkler, bu misafirler martıları vurduklarında onlara katil muamelesi yapmaktan da hiç çekinmiyorlardı.
Kediler her zaman güvendeydi
Osmanlı’da belki de en konforlu ve rahat yaşayanlar kedilerdi, Avrupa’da anlamsız yere kedilere işkence yapılırken Osmanlı’da güven içinde yaşıyorlardı. Avrupa’da kedilere işkence yapmak ne kadar normalse Osmanlı’da kedileri beslemek ve onları korumak o denli normal ve yapılması gereken bir davranıştı.
İslam’ın bazı yorumlarında necis (pis) sayılan köpeklerin bile Osmanlı’da çoğunlukla rahatça yaşadığı düşünüldüğünde Peygamber’in sevdiği kediler, İstanbul’un ev sahipleriydi.
Osmanlılar kedileri seviyorlardı ve onları köpekler gibi kapılarının önünde değil evlerinin içinde de besliyorlardı. Kendi ülkelerinde şeytani ve hain kabul edilen kedilerin İstanbul’da korunduğunu ve ev halkından sayıldığı gören yabancı misafirler en çok bu durumu yadırgıyorlardı.[12]
Osmanlı’da kedilerin beslenmesi için vakıflar kuruluyordu. Yani insanlar, sokaktaki kedilerin (tabii köpeklerin de) beslenmesi için düzenli olarak bağışta bulunuyorlardı. Görevi bu hayvanları beslemek olan birisi, düzenli şekilde bu hayvanlara sakatat ya da farklı tür etler pişirip dağıtıyordu. Mancacı denilen kişiler hayvanlar için sakatat pişirir, bunları camilerin önünde ya da meydanlarda satarlardı. Hayırsever birisi, kediler ya da köpekler beslensin diye mancacıya para öderdi. Bu durum, Osmanlılar için oldukça normaldi.
Zulüm de vardı
Ancak bu sıcak yaklaşımın yanı sıra hayvanlara zulmedenler de her daim bulunuyordu. Örneğin III. Murad’ın (1546- 1595) iktidar döneminde yaşayan Molla Abdülkerim maymunların asılması için özel bir çaba harcamıştı. Maymunlar, zeki ve eğitilebilir olmaları sebebiyle gemilerde gözcülük yapıyorlardı. Bir süre sonra bu durum çok normalleşti ve İstanbul’da maymun nüfuzu arttı. Bu hayvanların kadınları etkileyeceğini düşünen Molla, maymunların asılması için çok emek harcadı.
Aslanlarla kölelerin güreştirildiği de kayıtlarda yer alan bir diğer kötü muameledir.[13] Horoz dövüşü de Osmanlı’da oldukça yaygındı. Sultan Abdülaziz (1830-1876) de horoz dövüşlerine merakı ile bilinir, kaybeden horozu kestirdiği yenen horoza ise Mecidi Nişanı verdiği kayıtlarda yer alır.[14]
Hayvanların en kötü yüzyılı
19. yüzyıl, o zamana kadar münferit olaylar dışında genellikle huzur ve güven içinde yaşan sokak hayvanları için kötü bir yüzyıldır. Osmanlı Devleti, o dönemde hızla Batılılaşmaya çalışıyordu. Bu nedenle birçok alanda niceliğe değil niteliğe önem verdi ve içeriğinin kendisine uygun olup olmadığına aldırmaksızın Batılıların birçok alışkanlığını hızla edinilmeye çalışıldı.
1. Mahmud (1785- 1839) sokakları hayvanlardan temizlemenin mühim bir konu olduğunu düşünen ilk padişahlardan oldu. Bu karar onun modernleşme projesindeki hamlelerden biriydi. Sultan, köpekleri Büyükada yakınlarındaki kayalıklara sürdü. Ancak, halk bu karardan hiç haz etmedi; söylenmeye başladı.[15]
Örneğin 1821’de İstanbul’u ziyarete gelen Robert Walsh sokaktaki köpek nüfusuna dikkat çekmişti, bir süre sonra yeniden İstanbul’a gelen Walsh artık sokaklarda köpek kalmadığını fark edince çok şaşırdı. Halkın tepkisi üzerine yeniçerileri ortadan kaldıran padişah geri adım atmak zorunda kaldı, hayatta kalan köpeklerin canları bağışlandı, köpekler Üsküdar’a yollandı, her gün onlara düzenli şekilde ekmek gönderildi. [16]
Sokak köpeklerine karşı açılan savaş, geri kalmışlığa karşı açılan savaş çehresine büründü, bunun için dönemin önde gelen entelektüelleri köpeklerin imha edilmesinin muasırlığın ilk adımı olduğuna halkı inandırmak için devamlı yazı yazdılar. Bu isimlerin içinde Şinasi, Ebüzziya Tevfik ve Abdullah Cevdet gelir.[17]
Benzer yaklaşım İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin iktidara gelmesiyle hız kazanarak devam etti. 1909 yılında köpeklerden kurtulmak için harekete geçildi. Köpekler sokaklardan toplanacaktı, bir adaya yollanacak sözde burada besleneceklerdi. Doğrudan öldürmenin infial yaratacağından kuşkulanan hükümet, onları sürmeye karar verdi. Sürgün kararı Amerika’da dahi haber oldu.[18] Köpekler önce yakalanıp Topkapı’da bir yerde tutulmaya başlandı. Bir süre sonra bu hayvanlar korkunç koşullarda ölüme terk edilecekleri Hayırsız Ada denilen Marmara Adası’na terk edildi. Burayı ziyaret edenler gördüklerinin etkisini uzun süre unutamadılar. Açlıktan birbirini yiyen köpeklerin durumu, Osmanlı’nın merhamet ve saygısı ile hiç örtüşmeyecek düzeydeydi.[19] Maalesef bu acımasız yöntem Osmanlı Devleti yıkılana kadar devam etti ve bu vahşet Cumhuriyet’in ilk yıllarına da miras kaldı.
Son zamanlarda sokak hayvanlarının akıbeti yeniden gündemde, tarihsel örnekler bizlere itilaf yolu ile çözüme ulaşılamayacağını gösteriyor. Bu coğrafya, sokak hayvanları ile birlikte yaşamaya alışkın, sürmek ya da “uyutmak” bir çözüm değil. Umuyoruz ki insancıl ve bilimsel yöntemlerle, zaman içinde bu sorunun da üstesinden geleceğiz.
Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Fikir Turu’nun editöryel politikasını yansıtmayabilir.
Bu yazı ilk kez 11 Haziran 2024’te yayımlanmıştır.
[1] Ömer Obuz, Osmanlı’dan Erken Cumhuriyet’e Hayvan Katliamları ve Himaye: Kediler, Köpekler, Kargalar, (İstanbul: İletişim Yayınları), s 24-25.
* Şeriat’ın hükümdara tanıdığı toplumsal hayatı düzenleme yetkisi
[2] Ahmet Akgündüz, Osmanlı Kanunnameleri ve Hukuk Tahlilleri, II. Cilt, (FEY Vakfı Yayınları: İstanbul, 1990), s 295- 296.
[3] Aktaran Ömer Obuz, Osmanlı’dan Erken Cumhuriyet’e Hayvan Katliamları, s 25.
[4] Burada Peygamber’in örümcek ağı sayesinde saklanmasının etkisi büyüktür.
[5] Giovanni Maria Angieolello, Sultan Fatih’in Sarayında Bir Esir- Giovanni Maria Angielello Gözünden Türk Tarihi, çev. Pınar Gökpar, (Profil Yayınları: İstanbul, 2022), ss 155- 156.
[6] Baron W. Wratislaw, Baron W. Wratislaw’ın anılanı, 16. Yüzyıl Osmanlısından Çizgiler, çev. Süreyya Dilmen, (İstanbul: Ad Yayıncılık, 1996), s 66.
[7] Phillippe du Fresne- Canaye, Fesne- Canaye Seyehatnamesi, 1573, çev. Teoman Tunçdoğan, (İstanbul: Kitap Yayınları, 2017). S 69.
[8] Ömer Obuz, Osmanlı’dan Erken Cumhuriyet’e Hayvan Katliamları, s 31.
[9] Anna Grosser Rilke, Avrupa Saraylarından Yıldız’a İstanbul’da Hoş Bir Sada, çev. Deniz Banoğlu, (Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları: İstanbul, 2017), ss 177- 179.
[10] Ömer Obuz, Osmanlı’dan Erken Cumhuriyet’e Hayvan Katliamları, s 31.
[11] Ömer Obuz, Osmanlı’dan Erken Cumhuriyet’e Hayvan Katliamları, s 36.
[12] Jean Thevenot, Thevenot Seyehatnamesi, çev. Ali Berktay, (İstanbul: Kitap Yayınevi, 2014), s 100.
[13] Ahmet Cavid, Hadika-i Vekayi, ed. Adnan Baycar, (Ankara: Türk Tarih Kurumu Yayınları, 1998), ss 53- 55.
[14] Charles Mismer, İslam Dünyası’ndan Hatıralar, çev. Mehmet Rauf, (İstanbul: Bedir Yayınları, 1975), s 47.
[15] Ömer Obuz, Osmanlı’dan Erken Cumhuriyet’e Hayvan Katliamları, s 71.
[16] Robert Walsh, İrlandalı Bir Vaizin Gözüyle II. Mahmud’un İstanbul’u, çev. Zeynep Rona, (İstanbul: Kitap Yayınları,2021), ss 403- 406.
[17] Abdullah Cevdet, İstanbul’da Köpekler, (İstanbul: Matbaa-i İctihad, 1909), s5.
[18] New York Daily Tribune, 27 Haziran 1909.
[19] Catherine Pinguet, İstanbul’un Köpekleri, çev. Saadet Özen, (İstanbul: Yapı Kredi Yayınları, 2009), ss 15-20.