“Ne olsa olur” çağında insanı anlamaya çalışmak

“İnsan olma, sevapları ve günahlarıyla, pek değişmiyor. Çevrem bende hiç ötekilik hissi uyandırmadı. Ancak 147’ler olayıyla hocam üniversiteden uzaklaştırılınca, kürsüdeki diğer hocalar asaletimi onaylamadılar. Pek çok ödül aldım. Bunları, “yaptıklarının farkındayız” demenin bir yolu olarak gördüm.” Prof. Dr. İoanna Kuçuradi yazdı.

Sorduklarınıza cevap vermek için şöyle başlıyayım: 4 Ekim 1936’da, İstanbul’da, Rum bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelmişim. Adım “tanrının armağanı” anlamına geliyor, soyadım ise Kütükoğlu…

Babam, İstanbul doğumlu. Bir Sisam göçmeninin oğlu. Annem ise dört yaşındayken Çorlu’dan İstanbul’a göç etmiş bir ailenin kızı.

Altı yıllık ilkokulu Merkez Rum Ortaokulu’nda, ortaokul ile liseyi de Zapyon Kız Lisesi’nde okudum ve 1954’te bitirdim.

Babam eczacıydı. Benim de eczacı olmamı çok istiyordu. Ama ben eczacı olmadım.

Kendimi oynarken hatırlamıyorum

Doğduğum şehir, yaşadığım mahalle, yakın çevrem, bende hiç “öteki”lik hissi uyandırmadı. ‘Yabancı’ kimdir? Tanımadığımız insandır. ‘Fobi’li kelimeleri, örneğin ‘ksenofobi’yi, ‘islamofobi’yi ‘yabancı düşmanlığı’, ‘İslam düşmanlığı’ şeklinde çeviriyorlar; oysa onların anlamı ‘yabancı korkusu’, ‘İslam korkusu’dur. Korku da, bir insanı sarınca, en zor karşı konacak yaşantı. Ne var ki, bütün insanların tek ortak kimliği olan “insan olma”yı öne çıkarırsak, olan bitenlere farklı bir gözle bakılabilir.

Bu gözü kazanmada önemli bir rolü annemiz-babamız oynuyor. Ama onlardan da çok bunu, böyle bir göze sahip bir öğretmenin “eline düşme” şansımızın olması sağlıyor.

Çocukluk anılarım pek fazla değil. Kendimi oynarken hemen hemen hiç hatırlamıyorum. Ortaokul ve lisede Eski Yunan trajedilerini, Donkişot’u, Kırmızı ve Siyah’ı, Fahim Bey ve Biz’i, Platon’un bazı dialoglarını, özellikle de dialog olmayan tek eseri olan Soktates’in Hesap Vermesini1 ve çok da şiir okuduğumu hatırlayabiliyorum.

Neden felsefe okudum?

Bu soru bana sık sık sorulur. Hep söylediğim gibi, arkadan baktığımda, beni felsefe okumaya götüren, galiba, etrafımda gördüğüm aynı şeylerin farklı değerlendirilmesiydi. Buna başkaldırmam, bunu problem edinmemi ve bu konuda felsefî bilgi ortaya koymamı sağladı.

Çoğulculuğa pek olumlu bakılıyor, ama dikkat: Bilgi söz konusu olduğu yerde “çoğulculuk” olmaz! Çoğulculuk nerede söz konusu olabilir? Bilginin söz konusu olmadığı konularda, örneğin kültürel değer yargılarında ve normlarda, yaşam tarzlarında…

Ama yine dikkat: Bir olguyu saptamak başka, onu kabullenmek başkadır. Bir konudaki bilgiye ters düşen bir değer yargısının ve bir insan hakkına ters düşen bir kültürel normun değişmesi için ne gerekiyorsa, yapılmalı. Bir normun “bizim” kültürümüze ait olmasına değil, onun niteliğine ̶ neyi koruduğuna veya neyi harcadığına ̶ bakmak gerekir. Ayırımcılıkla savaşmak için bir olgu olan değerlendirmelerdeki “çoğulluğu” savunmak, bir yanlışı bir yanlışla “düzeltmeye” kalkışmaktır. Bugün dünya olarak bazı yaşadıklarımızın arkasında ̶ başta bu çoğulculuğun ve yanlış anlaşılan özgürlüğün arkasında ̶ “bütün kültürlere saygı” ve dolayısıyla postmodern “anything goes/ne olsa olur” var.

147’ler olayı… Mitingler…

1959’da İstanbul Üniversitesi Felsefe Bölümünden mezun oldum. Prof. Dr. Takiyettin Mengüşoğlu’nun asistanı olarak bu bölümde göreve başladım.

Hoca, felsefenin yaşamla ilgisini hep göz önünde bulundururdu. Bu da derslerini çok canlı yapardı.

Üniversite öğrenciliğim yılları sırasında, ders dışında Felsefe Bölümünün kitaplığında çalışır, eve dönmeden önce de sık sık Beyazıt’taki kitapçıları, sahafları dolaşır, bir de Beyazıt Camiinin dışındaki koca çınarın altında arkadaşlarımla çay içerdim.

İstanbul Üniversitesi’ndeki ilk asistanlığım sırasında öğrenci olayları başlamıştı. Turan Emeksiz o sıradaki olaylarda ölmüştü. 147’ler olayı2… Mitingler…

O dönem hoca-öğrenci ilişkileri şimdikinden çok daha mesafeliydi. Hocalar da, şimdikilere göre daha yaşlı başlıydı. Üniversitelerin artışıyla birlikte çok genç, deneyimli sayılamayacak hocalar da görev almaya başladı. Bunun olumlu yanları olduğu gibi, olumsuz yanları da var. “Akıl yaşta değil, başta” diye bir söz var. Doğru. Ama aklı başta olan bir hocada deneyim de olunca, tam hoca oluyor.

Eğlenceli değil, uğraştıran bir hocayım

Benim için, “Sınavlarında ısrarla Kant soran eğlenceli ve zeki öğretmen”, “Koridorlarda etrafında bir hale ile dolaşan” denildiğini söylüyorsunuz.

Ben “eğlenceli” olduğumu düşünmüyorum. Uğraştıran bir hocayım. Bazen öğrenciler bana “iyi” bir şey söylemek için “ders çok keyifliydi” diyorlar. Ben de onlara “ders keyif yeri değil, uğraşma yeridir” diye karşılık veriyorum. Derse katılanları, kendi adlarına düşünmeye, adeta zorluyorum. Öğrenciler, böyle bir düşünmenin ürünü olan her şeyi derste söylemede serbesttirler. Benim öğretmenlikle ilgili olarak çok sık söylediğim şeylerden biri de şu: Hoca, öğrenciye kocaman bir odada nereye bakacağını söylemeli; ama orada ne göreceğini söylememeli. Öyle bir kolaylaştırıcı olmalı öğretmen. Öğretmenliğin zor olduğu durumlar var, kolay olduğu durumlar var. Öğrenciye gösterilmek istenenler, önce öğretmenin kafasında açık olmalı.

Ortaöğretim yıllarımda kendilerinden hayat için bir şeyler öğrendiğim hocalarım Mesude Kongar (Emre Kongar’ın annesi) ve Dimitri Papakonstandinu’dur. Üniversitede de Takiyettin Mengüşoğlu ile Hilmi Ziya Ülken’dir. ‘Hayat için’e yaptığım vurgu dikkatinizi çekmiştir herhalde. Böyle şeyleri, ayrıca, öğretmen olmayan iki dosttan da öğrendim.

Türkiye Felsefe Kurumu

Üniversiteyi bitirdikten sonra, Takiyettin Mengüşoğlu Hocam beni Sistematik Felsefe Kürsüsüne asistan olarak aldı. O zamanlar ilk atandığınızda önce “aday asistan” oluyordunuz, sonra da asaletiniz onaylanıyor veya onaylanmıyorlardı. 147’ler olayıyla Hocam üniversiteden uzaklaştırılınca, kürsüdeki diğer hocalar asaletimi onaylamamayı uygun gördüler. Böylece İstanbul Üniversitesi’nden ayrıldım. Bir süre sonra, 147’ler üniversiteye dönünce, Hoca beni yeniden üniversiteye almak istedi, ama girişimleri ̶ özetle ̶ başarısız oldu. Ben de, o sıralarda yeni kurulan Atatürk Üniversitesi eleman arayınca, 1965’te Erzurum’a gittim.

Erzurum’a gitmem çok iyi oldu. Çünkü orada yalnız hocalık yapmadım, kendim de çok şey öğrendim. Diyebilirim ki, ülkemizdeki birçok sorunu orada öğrendim. Erzurum’daki bazı öğrencilerim ve onların çocukları bugün de beni arıyor.

Atatürk Üniversitesi’nden, o sıralarda yeni kurulan Hacettepe Üniversitesi’ne geçtim. Yıl 1968’di.

Hacettepe’de, bir süre sonra, 1969’da, Felsefe Bölümü kuruldu ve bu bölüme başkan olarak atandım. Oradaki programlarımıza, önce Lisansüstü programlarla başladık ve birkaç asistanımız yetişip ders verebilecek duruma gelince, lisans programı yürütmeye başladık.

1973’te Varna’da toplanan 15. Dünya Felsefe Kongresine katıldığımda, orada gördüklerimle, ulusal bir felsefe kuruluşu kurmayı kafama koydum. Böylece 1974’te Felsefe Kurumu’nu kurduk. Daha sonra, Bakanlar Kurulu kararıyla, başına “Türkiye”yi ekledik ve 1997’de, yine Bakanlar Kurulu kararıyla, “kamu yararına dernek” olduk.

Kurumu kurarken amaçlarımız, Türkiye’de felsefeyi üniversitelerin dört duvarı dışına çıkarmak, kişinin yaşamında ve kamu hayatında felsefî bilgiye olan ihtiyacın farkına varılmasını sağlamak, uluslararası çalışmalar yapmak ve Türkiye’de yapılan çalışmaları dünya düzeyinde tanıtmaktı. Yaptığımız çalışmalar ve bu arada 21. Dünya Felsefe Kongresine ev sahipliği yapmak, Türkiye Felsefe Kurumu’nun amaçlarına doğru yaptıklarımızın örnekleridir.

Türkiye Felsefe Kurumu 1993 yılından beri, lise öğrencileri için Türkiye Felsefe Olimpiyatlarını düzenliyor; ilk kazananlardan ikisinin de ̶ İngilizce, Fransızca veya Almancayı bir deneme yazabilecek kadar biliyorsa ̶ Uluslararası Felsefe Olimpiyatlarına katılmasını sağlıyor. Kurum bugüne kadar iki defa Uluslararası Felsefe Olimpiyatları’na ev sahipliği yaptı.

Türkiye Felsefe Kurumu’nun 1994 yılına kadar yaptığı çalışmaların bir dökümü, Arslan Kaynardağ’ın Türkiye’de Felsefenin Kurumsallaşması ve Türkiye Felsefe Kurumu başlıklı kitabında bulunabilir. 1994’ten bu yana olan çalışmalarla ilgili olarak bir üyemizin yaptığı kapsamlı bir çalışmayı da, Cumhuriyetin 100. Yılı vesilesiyle yayınlayabileceğimizi umuyorum.

Reklamlar tüketim toplumunun beyin yıkayıcıları

Felsefeyle uğraşmanın, felsefî bilgiyi ortaya koymanın ana amaçlarından biri de, dünyamızın insana daha çok yakışır bir dünya olmasına sürekli katkıda bulunmaktır. Olan bitenlere ve yaşadıklarınıza bakarak bilgi ortaya koyduğunuz zaman, bu bilgi başka olan bitenleri anlamak için de kullanılabiliyor. Olan bitenler teorik düşünmeye örnek olabiliyor, bu örnekler de felsefî bilgiyi anlamayı kolaylaştırıyor.

Hava/atmosfer diye bir şey var. İnsanların çoğu bunun etkisinde kalıyor, farkına varmadan ondan etkileniyor. Bu havayı yaratanlar arasında medya var ̶ özellikle de reklamlar. Reklamlar, tüketim toplumunun beyin yıkayıcılarıdır. Reklamlarda bol sayıda mantık yanlışları, dil yanlışları ve kelime yanlışları var. Örneğin: Ancak bir insan için kullanılacak olan ‘rol model’ gibi bir ifade, bir ameliyathane için kullanılıyor; ya da bir fiil o bağlamda edilgen/pasif olarak kullanılması gerekirken, aktif olarak kullanılıyor. Etik sorunları ve kelime karşılamalarını bir yana bırakırsak, birçok kelime yanlış kullanılıyor ̶ örneğin ‘süreç’, ‘algılama’, ‘oldukça’ ve başka bir sürü kelime yanlış kullanılıyor: ‘süreç’ ‘süre’ yerine, ‘algılama’ ‘anlama’ yerine, ‘oldukça’ ‘çok’ yerine kullanılıyor. ‘Elbise/giysi’ yerine herkes, nedense, ‘kıyafet’ deyip duruyor. Telâffuz sorunları da bir yana. Hakkâri yerine Hakkari, ‘devlet erkânı’ yerine ‘devlet erkanı’ deniyor, televizyon spikeri bile bu kelimeleri böyle telâffuz ediyor.

Mars’a gitmek biraz “ayıp”

“Teknoloji ilerlemiş, tıptan bilime pek çok alanda çok önemli gelişmeler yaşanıyor, yapay zekâ, dijitalleşme etrafımızı sararken, insanlar neden mutsuz?” sorusuna gelince: Sizin bu söylediklerinizden dünyanın bütün insanları yararlanıyor mu? Pek tabiî ki, hayır! Birçok ülke, insanları için aşı alamazken, milyarlarca dolara mal olan Mars yolculuğu yapanlar oluyor. Dünyamızın birçok ülkesinde insanlar aşı bulamazken, bu kadar dolara mal olan Mars’a gitmek, bana, en hafif ifadeyle “ayıp” geliyor. Mars’a gitmek bekleyebilir.

İnsanların mutsuzluk duyması ise, anlam sorunuyla ilgili görünüyor. Anlamsızlık duygusu insanlara en yapılmayacak şeyleri yaptırabiliyor.

Bir yanlışı bir yanlışla düzeltme

Son yıllarda bütün dünyada şiddet çok çok artı, haddini bilmeme de artı, özgürlüğü yanlış anlama da. Bunun ana nedenlerinden biri, postmodernizmin yaygınlaştırdığı “ne olsa, olur” anlayışı, yani değer farklarını görmemektir.

Modern çağın bazı anlayışlarının yanlış anlaşılmasıyla ortaya çıkan durum, modernitenin hesabına yazıldı. Örneğin ‘özgürlüğün’ ‘eylemde sınır tanımama’, ‘serbestliğin’ ‘kendini tutmama/alıkoymama’ şeklinde anlaşılmasıyla ortaya çıkan durumdur bu. Aynı şekilde bir ülkede yaygın olan kültürden farklı bir kültüre sahip insanların uğradıkları ayırımcı muameleyle savaşmak için, iyi niyetle getirilen “bütün kültürlere saygı” da bu etkenler arasındadır. Buna ben, “bir yanlışı bir yanlışla düzeltmeye kalkışmak” diyorum.

Şiddet, istediğini gerçekleştirmek için başka yol bilmeyenlerin ve aramayanların, kimi zaman da doğru yoldan sonuç alacaklarından umudunu yitirenlerin başvurduğu davranışlardır.

Selfie’yi yadırgıyorum

Twitter’la siyaset yapmayı bugün neredeyse kimse yadırgamıyor. Ben yadırgıyorum. Çünkü siyaseti ciddî bir insansal etkinlik olarak görüyorum. Çağımızın narsisizminin bir ifadesi olan ‘selfie’ doğal bir davranış halini aldı. Ben onu da yadırgıyorum. Yadırgadıklarımın listesini vermeyeyim burada. Çoğunluğun yaptığı “normal” oluyor! Ama değeri sorgulanmıyor.

Etik değer bilgisiyle beslenmeyen bir gözün, bazı şeyleri görmemesi doğal. Günümüzün eğitiminde bu gözü eğitecek ne var ki? Çocuklarımıza okulda robotlar yapmaları öğretiliyor, ama etik konularda yaşamda işe yarayacak bilgi verilmiyor. Sık sık söylüyorum: çocuklarımızın bilgisel yeteneklerini geliştiriyoruz, ama etik yeteneklerini geliştirmeleri için onlara pek az yardımcı oluyoruz. Bu da çok tehlikeli. Üniversite öncesi eğitimde, çocuklarımızın etik yeteneklerini geliştirmelerine yardımcı olabilecek bazı dersler koymak ve bunları veren öğretmenleri hazırlamak gerekir.

İnsanlar robotlaşıyor mu?

Günümüzde robotlar insanlaştırılıyor, insanlar da robotlaştırılıyor. Ama ‘robotları insanlaştırma’ derken, ‘insanlaştırma’ esas anlamında kullanılıyor; ‘insanların robotlaştırılması’nda ise ‘robotlaştırılma’ mecazî anlamda kullanılıyor. İnsana özgü değerleri korumak için, önce onları bilmek ̶ neden “değerler” olduklarını bilmek ̶ , sonra da onları korumayı ̶ yani insan olmayı korumayı ̶ istemek gerekir. O zaman bu değerleri her durumda koruyamazsak da, önemli ölçüde koruyabiliyoruz. Ama bunu bir iki kişinin yapması yetmez.

Umarım, bu pandemi birçok insana insanların insan olarak aynılığını görebilmelerine yardımcı olmuştur. Ama dünyanın bir ucundan diğer ucuna kadar, birçok insanın pandemiye rağmen özgürlüğü ve özgürlükleri yanlış anlamalarında bir değişiklik göremedim. “Bu beden benimdir” yazan pankartlarla hâlâ, kısıtlamaları protesto etmek için sokaklara dökülebiliyorlar.

Bana galiba pek bir şey öğretmedi pandemi. İnsan olma, sevapları ve günahlarıyla, pek değişmiyor. Belki de, plan yapamamanın, günü gününe yaşamanın ne demek olduğunun deneyimini sağladı.

Şiirin uzağına düşmek

Bilge Karasu ile dostluğumuz, bana sık sık sorulan bir soru. Bilge Karasu’yu önce yazılarından “tanıdım”. Ama asıl, Bilge bizim Hacettepe Felsefe Bölümünde çalışmaya başlayınca dost olduk. Bilge edebiyatımızın en önemli isimlerinden biri olduğu gibi, dünya edebiyatında da onun önemli bir yeri vardır ̶ fazla farkında olan yoksa da. Uzun Sürmüş bir Günün Akşamı’ndaki Andronikos müthiş bir tip. Kafka’nın “Der Bau” başlıklı bir öyküsü var. Türkçeye çevrilmiş olup olmadığını bilmiyorum. Bu iki öyküde de çıkmazlar öylesine çarpıcı bir şekilde anlatılıyor ki…

Şiirden uzaklaştığımı hiç söylemedim. Ama şiir yazmaya devam etmedim. Bu, kendiliğinden oldu. Ben kendimi “ille yazacaksın” diye zorlamıyorum. “Sırası gelince” kafamdakilerden bazılarını kaleme alıyorum. Bu sıranın ne zaman geleceği ise önceden belli değil. Çok fazla da konuşma yapıyorum. Yakınlarıma “beni seviyorsanız, benden konuşma istemeyin” diyorum.

Şiir okumaya devam ediyorum. Uzun süre uçaklar ve hava alanları şiir okuma mekânlarım oldu. Şiir okumaya ayırdığım zaman genellikle bu.

Dünya Felsefe Kongresi

Boston’da düzenlenen 20. Dünya Felsefe Kongresi sırasında yapılan, Uluslararası Felsefe Kuruluşları Federasyonunun (FISP) Genel Kurul toplantısında FISP’nın başkanı seçildim. Başkan olmadan önce bu Federasyonun 5 yıl Yönetim Kurulu üyeliğini, 10 yıl da Genel Sekreterliğini yaptım. Aynı seçim için ABD’den Jaakko Hintikka, o çekilince de Ruth Barcan Marcus aday olmuştu. Ayrıca bir Alman ve, doğru hatırlıyorsam, bir de Polonyalı meslektaşım aday gösterilmişti.

İşte Boston’daki bu Genel Kurul sırasında başkan seçildim ve aynı Genel Kurul’da 21. Dünya Felsefe Kongresi’nin İstanbul’da, Türkiye Felsefe Kurumu’nun ev sahipliğinde toplanmasına karar verildi. 2003’te İstanbul’da düzenlediğimiz bu kongre, birçok meslektaşımın ifadesiyle, katıldıkları en başarılı kongre olmuş.

Logosu fil olan bir vakıf

Kuçuradi Felsefe ve İnsan Hakları Vakfı’nı 2014 yılında kurduk. Bu vakfa annem ile babamın ismini vermek ve onda felsefe ile insan haklarını bir araya getirmek istedim. Adının “Efimia ve Yorgo Kuçuradi Felsefe ve İnsan Hakları Vakfı” olmasını istiyordum. Ama işlemi yapan hukukçu arkadaşım bu adı “çok uzun” buldu ve sadece soyadımızı bıraktı. Vakfı kurmak istememin nedeni, ben öldükten sonra kitaplarıma ve felsefe ile insan haklarının biraradalığına sahip çıkacak ve çalışmalar yapacak bir kuruluşun olması gerektiği düşüncesidir.

Böyle bir bakışı kazanan insanların, bugün yakındığımız birçok şeyin değişmesine yardımcı olabileceklerini düşünüyorum. Bu Vakfa uygun bir mekân sağlamayı çok istiyorum. Ama şu anda böyle bir mekân/bina yaptıracak/satın alacak kadar paramız yok.

Vakfın amblemi olan küçücük filin birkaç bakımdan anlamlı olan bir hikâyesi var: Hindistan’da, Mumbai yakınlarında Fil Adası (Elephant Island) adlı bir ada var. Bu adada eski bir uygarlığın kaya heykelleri bulunuyor. Evlerde akan suyun olmadığı bu adada az sayıda yoksul insan oturuyor. Mumbai Üniversitesi’nin düzenlediği bir konferanstan sonra, bu adaya gittik. Vapurun bıraktığı yerde, kıyıda, turistik eşyanın satıldığı birkaç kulübe vardı. Taşa oyulmuş çeşitli boylardaki filler, turistik eşyalar arasındaydı. Bir satıcıya yaklaşıp, fillere baktım ve “dönüşte alırım” diyerek uzaklaştım. Dönüşte aynı satıcıdan fillerimi satın alıp giderken, satıcı arkamdan koştu ve bu fillerin en küçüğü olan bir fili bana uzatarak, “Bu benim size hediyem. Sözünüzde durdunuz” dedi.

Dürüstlük her yerde bir değer

Bu filime her gün bakıyorum ve etik ya da değerler üzerinde konuşurken/ders verirken, dinleyenlere gösteriyorum. Dünyanın bir ucundaki bir adada, adını bilmediğim, yüzünü hatırlayamadığım bir insanın bana hediye ettiği bu küçük fil, neden benim için anlamlı? Çünkü, bu olayın sıcak anısından öte, Fil Adası’nda turistik eşya satan bu insanın yaptığı, etikteki bir-iki savımın empirik bir doğrulaması oluyor. Şunların: Kültürel değer yargıları ─yani grupların “şunu yapmak iyidir, bunu yapmak kötüdür” dedikleri─ ile etik değerler ─örneğin dürüstlük, saygı, güven vd.─ arasındaki farkı gördüğümüz takdirde, değerin ve değerlerin göreceliği-mutlaklığı tartışması son buluyor. Göreli olan, kültürel değer yargılarıdır, değerler ise göreli ya da mutlak olacak bir şey değil. Fil Adası’ndaki satıcı herhalde çok dinlemiştir, dönüşte alma niyetiyle söylenmeyen “dönüşte alırım” sözünü. Bunun için, dönüşte almak niyetiyle bu sözü söyleyeni kendince ödüllendirmek istediğini sanıyorum. Dürüstlüğü Fil Adası’ndaki bir insan da değerli görüyor.

İşte Vakfımızın amblemi yaptığımız küçük filin hikâyesi bu. Amblemi, diğer meziyetlerinin arasında çok başarılı bir çizer de olan eski arkadaşım Halil Ustaoğlu çizdi.

Demek ki yaptıklarımın farkındalar

Evet, birçok ödülüm var. Ödüller, benim gözümde, “yaptıklarının farkındayız” demenin bir yolu. O kadar, ama çok önemli. Bunun için bana verilen ödüller arasında bir fark görmüyorum. Ama ödüllere de Kant’ın “ödevden dolayı” – “ödeve uygun” ayrımı uygulanabilir.

Noktalı virgül ve iletişim

Felsefe yazıları yazıyorsanız, “dil” üzerine düşünmemeniz mümkün değil. Ancak ben, dildeki anlam sorunlarıyla birlikte gramere de bakıyorum Noktalı virgül, epey zamandır virgül yerine, başıboş bir şekilde kullanılıyor. Noktalama işaretlerinin bir mantığı var, süs için değil. Bildiğiniz herhangi bir dili ustaca kullanan yazarlara bakarsanız, noktalama işaretlerinin işlevini görürsünüz.

Dil, iletişim malzemesidir; kişinin başka kişilerle ve kendisiyle iletişiminde bir araç değil, bir malzeme. Bu malzemeyi ustalıkla “kullanmak” gerekir, onunla oynamak değil. Türkçenin başına gelenleri görmek için, reklamlarda kullanılan dile ve her akşam televizyon programlarına katılanlarının çoğunun kullandığı dile bakmak yeter.

Ben burada, farklı sorunlara, onları kategorileştirmeden örnek vereyim: ‘Özveri’ kelimesini kullanıyorum, ama “ben anlam fedakârlığı yapmam” derim, ‘anlam özverisi’ değil. ‘Süreç’ kelimesinin istilasına uğradık. ‘Süreç’, ‘algılama’, ‘oldukça’, ‘kıyafet’, ‘rol model’ ve başka birçok kelime başıboş ya da yanlış kullanılıyor. Daha önce bunların örneklerini verdim. Konvansiyonalist dil teorisinden yana değilse insan ̶ benim gibi ̶ , bu kelimelerin başıboş kullanılması ona çok batıyor.

Bilgisayar dilinin de yol açtığı sorunlar az değil. Örneğin birçok formda, ‘belge’ kelimesi değil, ‘döküman’ kelimesi yazılıyor, hem de kelime yanlış okunarak. Doğru telâffuzu ‘doküman’dır.

Bu ve bu gibi sorunlar, kişilerin düşünme ufkunu sınırlıyor, anlamlar arasındaki ince farkları görmelerine engel oluyor, kafaları yoksullaştırıyor.

Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Fikir Turu’nun editöryel politikasını yansıtmayabilir.

Bu yazı ilk kez 22 Ekim 2021’de yayımlanmıştır.

  1. Yaygın adıyla: Sokrates’in Savunması…
  2. 27 Mayıs 1960 askerî darbesinin ardından kurulan askerî yönetimin 147 öğretim üyesini üniversitelerden ihraç etme kararı…

İoanna Kuçuradi
İoanna Kuçuradi
Prof. Dr. Ioanna Kuçuradi - Felsefeci, akademisyen ve yazar. 4 Ekim 1936'da İstanbul’da doğdu. 1954’te girdiği İstanbul Üniversitesi, Felsefe Bölümü’nden 1959’da mezun oldu. 1965’te hazırladığı “Schopenhauer ve Nietzsche’de İnsan Problemi” adlı çalışma ile doktorasını tamamladı. 1965-68 yıllarında Atatürk Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’nde Felsefe ve Latince dersleri verdi. 1968’de Hacettepe Üniversitesi, Sosyal ve İdari Bilimler Fakültesi Eğitim Bölümü’ne geçti ve henüz asistanken felsefe bölümünü kurdu. 1970’te “İnsan Felsefesi Bakımından Değer Problemi” adlı teziyle doçent, 1978'de ise “Aristoteles’in Ousia’sı ve Substans Kavramı” adlı çalışmasıyla profesör oldu. 1974 yılı başlarında Ankara’da kurulan Felsefe Kurumu Derneği’nin kurulmasına öncülük etti. 1982’de Uluslararası Felsefe Kurumları Federasyonu’nun yönetim kurulu üyeliğine, 1988’de genel sekreterliğine, 1998’de başkanlığına seçildi. Başta Goethe Madalyası olmak üzere birçok uluslararası ödül kazandı. 2003 yılında düzenlenen 21. Dünya Felsefe Kongresi’nin Türkiye’de yapılmasına öncülük etti. Başlıca eserleri: “Perdenin Arkası” (1962, şiir); “Max Scheler ve Nietzsche’de Trajik” (1965), “Nietzsche ve İnsan” (1966), “Schopenhauer ve İnsan” (1967), “Etik” (1977), “Sanata Felsefeyle Bakmak” (1980), “Yüzyılımızda İnsan Felsefesi - Takiyettin Mengüşoğlu’nun Anısına” (1997) Başlıca çevirileri: “Pratik Aklın Eleştirisi” (Kant, 1980), “Ahlâk Metafizjğinin Temellendirilmesi” (Kant, 1981), “Gelecekte Bilim Olarak Ortaya Çıkabilecek Her Metafiziğe Prolegomena” (Kant, 1983)

YORUMLAR

Subscribe
Bildir
guest

3 Yorum
Eskiler
En Yeniler Beğenilenler
Inline Feedbacks
View all comments

Son Eklenenler

“Ne olsa olur” çağında insanı anlamaya çalışmak

“İnsan olma, sevapları ve günahlarıyla, pek değişmiyor. Çevrem bende hiç ötekilik hissi uyandırmadı. Ancak 147’ler olayıyla hocam üniversiteden uzaklaştırılınca, kürsüdeki diğer hocalar asaletimi onaylamadılar. Pek çok ödül aldım. Bunları, “yaptıklarının farkındayız” demenin bir yolu olarak gördüm.” Prof. Dr. İoanna Kuçuradi yazdı.

Sorduklarınıza cevap vermek için şöyle başlıyayım: 4 Ekim 1936’da, İstanbul’da, Rum bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelmişim. Adım “tanrının armağanı” anlamına geliyor, soyadım ise Kütükoğlu…

Babam, İstanbul doğumlu. Bir Sisam göçmeninin oğlu. Annem ise dört yaşındayken Çorlu’dan İstanbul’a göç etmiş bir ailenin kızı.

Altı yıllık ilkokulu Merkez Rum Ortaokulu’nda, ortaokul ile liseyi de Zapyon Kız Lisesi’nde okudum ve 1954’te bitirdim.

Babam eczacıydı. Benim de eczacı olmamı çok istiyordu. Ama ben eczacı olmadım.

Kendimi oynarken hatırlamıyorum

Doğduğum şehir, yaşadığım mahalle, yakın çevrem, bende hiç “öteki”lik hissi uyandırmadı. ‘Yabancı’ kimdir? Tanımadığımız insandır. ‘Fobi’li kelimeleri, örneğin ‘ksenofobi’yi, ‘islamofobi’yi ‘yabancı düşmanlığı’, ‘İslam düşmanlığı’ şeklinde çeviriyorlar; oysa onların anlamı ‘yabancı korkusu’, ‘İslam korkusu’dur. Korku da, bir insanı sarınca, en zor karşı konacak yaşantı. Ne var ki, bütün insanların tek ortak kimliği olan “insan olma”yı öne çıkarırsak, olan bitenlere farklı bir gözle bakılabilir.

Bu gözü kazanmada önemli bir rolü annemiz-babamız oynuyor. Ama onlardan da çok bunu, böyle bir göze sahip bir öğretmenin “eline düşme” şansımızın olması sağlıyor.

Çocukluk anılarım pek fazla değil. Kendimi oynarken hemen hemen hiç hatırlamıyorum. Ortaokul ve lisede Eski Yunan trajedilerini, Donkişot’u, Kırmızı ve Siyah’ı, Fahim Bey ve Biz’i, Platon’un bazı dialoglarını, özellikle de dialog olmayan tek eseri olan Soktates’in Hesap Vermesini1 ve çok da şiir okuduğumu hatırlayabiliyorum.

Neden felsefe okudum?

Bu soru bana sık sık sorulur. Hep söylediğim gibi, arkadan baktığımda, beni felsefe okumaya götüren, galiba, etrafımda gördüğüm aynı şeylerin farklı değerlendirilmesiydi. Buna başkaldırmam, bunu problem edinmemi ve bu konuda felsefî bilgi ortaya koymamı sağladı.

Çoğulculuğa pek olumlu bakılıyor, ama dikkat: Bilgi söz konusu olduğu yerde “çoğulculuk” olmaz! Çoğulculuk nerede söz konusu olabilir? Bilginin söz konusu olmadığı konularda, örneğin kültürel değer yargılarında ve normlarda, yaşam tarzlarında…

Ama yine dikkat: Bir olguyu saptamak başka, onu kabullenmek başkadır. Bir konudaki bilgiye ters düşen bir değer yargısının ve bir insan hakkına ters düşen bir kültürel normun değişmesi için ne gerekiyorsa, yapılmalı. Bir normun “bizim” kültürümüze ait olmasına değil, onun niteliğine ̶ neyi koruduğuna veya neyi harcadığına ̶ bakmak gerekir. Ayırımcılıkla savaşmak için bir olgu olan değerlendirmelerdeki “çoğulluğu” savunmak, bir yanlışı bir yanlışla “düzeltmeye” kalkışmaktır. Bugün dünya olarak bazı yaşadıklarımızın arkasında ̶ başta bu çoğulculuğun ve yanlış anlaşılan özgürlüğün arkasında ̶ “bütün kültürlere saygı” ve dolayısıyla postmodern “anything goes/ne olsa olur” var.

147’ler olayı… Mitingler…

1959’da İstanbul Üniversitesi Felsefe Bölümünden mezun oldum. Prof. Dr. Takiyettin Mengüşoğlu’nun asistanı olarak bu bölümde göreve başladım.

Hoca, felsefenin yaşamla ilgisini hep göz önünde bulundururdu. Bu da derslerini çok canlı yapardı.

Üniversite öğrenciliğim yılları sırasında, ders dışında Felsefe Bölümünün kitaplığında çalışır, eve dönmeden önce de sık sık Beyazıt’taki kitapçıları, sahafları dolaşır, bir de Beyazıt Camiinin dışındaki koca çınarın altında arkadaşlarımla çay içerdim.

İstanbul Üniversitesi’ndeki ilk asistanlığım sırasında öğrenci olayları başlamıştı. Turan Emeksiz o sıradaki olaylarda ölmüştü. 147’ler olayı2… Mitingler…

O dönem hoca-öğrenci ilişkileri şimdikinden çok daha mesafeliydi. Hocalar da, şimdikilere göre daha yaşlı başlıydı. Üniversitelerin artışıyla birlikte çok genç, deneyimli sayılamayacak hocalar da görev almaya başladı. Bunun olumlu yanları olduğu gibi, olumsuz yanları da var. “Akıl yaşta değil, başta” diye bir söz var. Doğru. Ama aklı başta olan bir hocada deneyim de olunca, tam hoca oluyor.

Eğlenceli değil, uğraştıran bir hocayım

Benim için, “Sınavlarında ısrarla Kant soran eğlenceli ve zeki öğretmen”, “Koridorlarda etrafında bir hale ile dolaşan” denildiğini söylüyorsunuz.

Ben “eğlenceli” olduğumu düşünmüyorum. Uğraştıran bir hocayım. Bazen öğrenciler bana “iyi” bir şey söylemek için “ders çok keyifliydi” diyorlar. Ben de onlara “ders keyif yeri değil, uğraşma yeridir” diye karşılık veriyorum. Derse katılanları, kendi adlarına düşünmeye, adeta zorluyorum. Öğrenciler, böyle bir düşünmenin ürünü olan her şeyi derste söylemede serbesttirler. Benim öğretmenlikle ilgili olarak çok sık söylediğim şeylerden biri de şu: Hoca, öğrenciye kocaman bir odada nereye bakacağını söylemeli; ama orada ne göreceğini söylememeli. Öyle bir kolaylaştırıcı olmalı öğretmen. Öğretmenliğin zor olduğu durumlar var, kolay olduğu durumlar var. Öğrenciye gösterilmek istenenler, önce öğretmenin kafasında açık olmalı.

Ortaöğretim yıllarımda kendilerinden hayat için bir şeyler öğrendiğim hocalarım Mesude Kongar (Emre Kongar’ın annesi) ve Dimitri Papakonstandinu’dur. Üniversitede de Takiyettin Mengüşoğlu ile Hilmi Ziya Ülken’dir. ‘Hayat için’e yaptığım vurgu dikkatinizi çekmiştir herhalde. Böyle şeyleri, ayrıca, öğretmen olmayan iki dosttan da öğrendim.

Türkiye Felsefe Kurumu

Üniversiteyi bitirdikten sonra, Takiyettin Mengüşoğlu Hocam beni Sistematik Felsefe Kürsüsüne asistan olarak aldı. O zamanlar ilk atandığınızda önce “aday asistan” oluyordunuz, sonra da asaletiniz onaylanıyor veya onaylanmıyorlardı. 147’ler olayıyla Hocam üniversiteden uzaklaştırılınca, kürsüdeki diğer hocalar asaletimi onaylamamayı uygun gördüler. Böylece İstanbul Üniversitesi’nden ayrıldım. Bir süre sonra, 147’ler üniversiteye dönünce, Hoca beni yeniden üniversiteye almak istedi, ama girişimleri ̶ özetle ̶ başarısız oldu. Ben de, o sıralarda yeni kurulan Atatürk Üniversitesi eleman arayınca, 1965’te Erzurum’a gittim.

Erzurum’a gitmem çok iyi oldu. Çünkü orada yalnız hocalık yapmadım, kendim de çok şey öğrendim. Diyebilirim ki, ülkemizdeki birçok sorunu orada öğrendim. Erzurum’daki bazı öğrencilerim ve onların çocukları bugün de beni arıyor.

Atatürk Üniversitesi’nden, o sıralarda yeni kurulan Hacettepe Üniversitesi’ne geçtim. Yıl 1968’di.

Hacettepe’de, bir süre sonra, 1969’da, Felsefe Bölümü kuruldu ve bu bölüme başkan olarak atandım. Oradaki programlarımıza, önce Lisansüstü programlarla başladık ve birkaç asistanımız yetişip ders verebilecek duruma gelince, lisans programı yürütmeye başladık.

1973’te Varna’da toplanan 15. Dünya Felsefe Kongresine katıldığımda, orada gördüklerimle, ulusal bir felsefe kuruluşu kurmayı kafama koydum. Böylece 1974’te Felsefe Kurumu’nu kurduk. Daha sonra, Bakanlar Kurulu kararıyla, başına “Türkiye”yi ekledik ve 1997’de, yine Bakanlar Kurulu kararıyla, “kamu yararına dernek” olduk.

Kurumu kurarken amaçlarımız, Türkiye’de felsefeyi üniversitelerin dört duvarı dışına çıkarmak, kişinin yaşamında ve kamu hayatında felsefî bilgiye olan ihtiyacın farkına varılmasını sağlamak, uluslararası çalışmalar yapmak ve Türkiye’de yapılan çalışmaları dünya düzeyinde tanıtmaktı. Yaptığımız çalışmalar ve bu arada 21. Dünya Felsefe Kongresine ev sahipliği yapmak, Türkiye Felsefe Kurumu’nun amaçlarına doğru yaptıklarımızın örnekleridir.

Türkiye Felsefe Kurumu 1993 yılından beri, lise öğrencileri için Türkiye Felsefe Olimpiyatlarını düzenliyor; ilk kazananlardan ikisinin de ̶ İngilizce, Fransızca veya Almancayı bir deneme yazabilecek kadar biliyorsa ̶ Uluslararası Felsefe Olimpiyatlarına katılmasını sağlıyor. Kurum bugüne kadar iki defa Uluslararası Felsefe Olimpiyatları’na ev sahipliği yaptı.

Türkiye Felsefe Kurumu’nun 1994 yılına kadar yaptığı çalışmaların bir dökümü, Arslan Kaynardağ’ın Türkiye’de Felsefenin Kurumsallaşması ve Türkiye Felsefe Kurumu başlıklı kitabında bulunabilir. 1994’ten bu yana olan çalışmalarla ilgili olarak bir üyemizin yaptığı kapsamlı bir çalışmayı da, Cumhuriyetin 100. Yılı vesilesiyle yayınlayabileceğimizi umuyorum.

Reklamlar tüketim toplumunun beyin yıkayıcıları

Felsefeyle uğraşmanın, felsefî bilgiyi ortaya koymanın ana amaçlarından biri de, dünyamızın insana daha çok yakışır bir dünya olmasına sürekli katkıda bulunmaktır. Olan bitenlere ve yaşadıklarınıza bakarak bilgi ortaya koyduğunuz zaman, bu bilgi başka olan bitenleri anlamak için de kullanılabiliyor. Olan bitenler teorik düşünmeye örnek olabiliyor, bu örnekler de felsefî bilgiyi anlamayı kolaylaştırıyor.

Hava/atmosfer diye bir şey var. İnsanların çoğu bunun etkisinde kalıyor, farkına varmadan ondan etkileniyor. Bu havayı yaratanlar arasında medya var ̶ özellikle de reklamlar. Reklamlar, tüketim toplumunun beyin yıkayıcılarıdır. Reklamlarda bol sayıda mantık yanlışları, dil yanlışları ve kelime yanlışları var. Örneğin: Ancak bir insan için kullanılacak olan ‘rol model’ gibi bir ifade, bir ameliyathane için kullanılıyor; ya da bir fiil o bağlamda edilgen/pasif olarak kullanılması gerekirken, aktif olarak kullanılıyor. Etik sorunları ve kelime karşılamalarını bir yana bırakırsak, birçok kelime yanlış kullanılıyor ̶ örneğin ‘süreç’, ‘algılama’, ‘oldukça’ ve başka bir sürü kelime yanlış kullanılıyor: ‘süreç’ ‘süre’ yerine, ‘algılama’ ‘anlama’ yerine, ‘oldukça’ ‘çok’ yerine kullanılıyor. ‘Elbise/giysi’ yerine herkes, nedense, ‘kıyafet’ deyip duruyor. Telâffuz sorunları da bir yana. Hakkâri yerine Hakkari, ‘devlet erkânı’ yerine ‘devlet erkanı’ deniyor, televizyon spikeri bile bu kelimeleri böyle telâffuz ediyor.

Mars’a gitmek biraz “ayıp”

“Teknoloji ilerlemiş, tıptan bilime pek çok alanda çok önemli gelişmeler yaşanıyor, yapay zekâ, dijitalleşme etrafımızı sararken, insanlar neden mutsuz?” sorusuna gelince: Sizin bu söylediklerinizden dünyanın bütün insanları yararlanıyor mu? Pek tabiî ki, hayır! Birçok ülke, insanları için aşı alamazken, milyarlarca dolara mal olan Mars yolculuğu yapanlar oluyor. Dünyamızın birçok ülkesinde insanlar aşı bulamazken, bu kadar dolara mal olan Mars’a gitmek, bana, en hafif ifadeyle “ayıp” geliyor. Mars’a gitmek bekleyebilir.

İnsanların mutsuzluk duyması ise, anlam sorunuyla ilgili görünüyor. Anlamsızlık duygusu insanlara en yapılmayacak şeyleri yaptırabiliyor.

Bir yanlışı bir yanlışla düzeltme

Son yıllarda bütün dünyada şiddet çok çok artı, haddini bilmeme de artı, özgürlüğü yanlış anlama da. Bunun ana nedenlerinden biri, postmodernizmin yaygınlaştırdığı “ne olsa, olur” anlayışı, yani değer farklarını görmemektir.

Modern çağın bazı anlayışlarının yanlış anlaşılmasıyla ortaya çıkan durum, modernitenin hesabına yazıldı. Örneğin ‘özgürlüğün’ ‘eylemde sınır tanımama’, ‘serbestliğin’ ‘kendini tutmama/alıkoymama’ şeklinde anlaşılmasıyla ortaya çıkan durumdur bu. Aynı şekilde bir ülkede yaygın olan kültürden farklı bir kültüre sahip insanların uğradıkları ayırımcı muameleyle savaşmak için, iyi niyetle getirilen “bütün kültürlere saygı” da bu etkenler arasındadır. Buna ben, “bir yanlışı bir yanlışla düzeltmeye kalkışmak” diyorum.

Şiddet, istediğini gerçekleştirmek için başka yol bilmeyenlerin ve aramayanların, kimi zaman da doğru yoldan sonuç alacaklarından umudunu yitirenlerin başvurduğu davranışlardır.

Selfie’yi yadırgıyorum

Twitter’la siyaset yapmayı bugün neredeyse kimse yadırgamıyor. Ben yadırgıyorum. Çünkü siyaseti ciddî bir insansal etkinlik olarak görüyorum. Çağımızın narsisizminin bir ifadesi olan ‘selfie’ doğal bir davranış halini aldı. Ben onu da yadırgıyorum. Yadırgadıklarımın listesini vermeyeyim burada. Çoğunluğun yaptığı “normal” oluyor! Ama değeri sorgulanmıyor.

Etik değer bilgisiyle beslenmeyen bir gözün, bazı şeyleri görmemesi doğal. Günümüzün eğitiminde bu gözü eğitecek ne var ki? Çocuklarımıza okulda robotlar yapmaları öğretiliyor, ama etik konularda yaşamda işe yarayacak bilgi verilmiyor. Sık sık söylüyorum: çocuklarımızın bilgisel yeteneklerini geliştiriyoruz, ama etik yeteneklerini geliştirmeleri için onlara pek az yardımcı oluyoruz. Bu da çok tehlikeli. Üniversite öncesi eğitimde, çocuklarımızın etik yeteneklerini geliştirmelerine yardımcı olabilecek bazı dersler koymak ve bunları veren öğretmenleri hazırlamak gerekir.

İnsanlar robotlaşıyor mu?

Günümüzde robotlar insanlaştırılıyor, insanlar da robotlaştırılıyor. Ama ‘robotları insanlaştırma’ derken, ‘insanlaştırma’ esas anlamında kullanılıyor; ‘insanların robotlaştırılması’nda ise ‘robotlaştırılma’ mecazî anlamda kullanılıyor. İnsana özgü değerleri korumak için, önce onları bilmek ̶ neden “değerler” olduklarını bilmek ̶ , sonra da onları korumayı ̶ yani insan olmayı korumayı ̶ istemek gerekir. O zaman bu değerleri her durumda koruyamazsak da, önemli ölçüde koruyabiliyoruz. Ama bunu bir iki kişinin yapması yetmez.

Umarım, bu pandemi birçok insana insanların insan olarak aynılığını görebilmelerine yardımcı olmuştur. Ama dünyanın bir ucundan diğer ucuna kadar, birçok insanın pandemiye rağmen özgürlüğü ve özgürlükleri yanlış anlamalarında bir değişiklik göremedim. “Bu beden benimdir” yazan pankartlarla hâlâ, kısıtlamaları protesto etmek için sokaklara dökülebiliyorlar.

Bana galiba pek bir şey öğretmedi pandemi. İnsan olma, sevapları ve günahlarıyla, pek değişmiyor. Belki de, plan yapamamanın, günü gününe yaşamanın ne demek olduğunun deneyimini sağladı.

Şiirin uzağına düşmek

Bilge Karasu ile dostluğumuz, bana sık sık sorulan bir soru. Bilge Karasu’yu önce yazılarından “tanıdım”. Ama asıl, Bilge bizim Hacettepe Felsefe Bölümünde çalışmaya başlayınca dost olduk. Bilge edebiyatımızın en önemli isimlerinden biri olduğu gibi, dünya edebiyatında da onun önemli bir yeri vardır ̶ fazla farkında olan yoksa da. Uzun Sürmüş bir Günün Akşamı’ndaki Andronikos müthiş bir tip. Kafka’nın “Der Bau” başlıklı bir öyküsü var. Türkçeye çevrilmiş olup olmadığını bilmiyorum. Bu iki öyküde de çıkmazlar öylesine çarpıcı bir şekilde anlatılıyor ki…

Şiirden uzaklaştığımı hiç söylemedim. Ama şiir yazmaya devam etmedim. Bu, kendiliğinden oldu. Ben kendimi “ille yazacaksın” diye zorlamıyorum. “Sırası gelince” kafamdakilerden bazılarını kaleme alıyorum. Bu sıranın ne zaman geleceği ise önceden belli değil. Çok fazla da konuşma yapıyorum. Yakınlarıma “beni seviyorsanız, benden konuşma istemeyin” diyorum.

Şiir okumaya devam ediyorum. Uzun süre uçaklar ve hava alanları şiir okuma mekânlarım oldu. Şiir okumaya ayırdığım zaman genellikle bu.

Dünya Felsefe Kongresi

Boston’da düzenlenen 20. Dünya Felsefe Kongresi sırasında yapılan, Uluslararası Felsefe Kuruluşları Federasyonunun (FISP) Genel Kurul toplantısında FISP’nın başkanı seçildim. Başkan olmadan önce bu Federasyonun 5 yıl Yönetim Kurulu üyeliğini, 10 yıl da Genel Sekreterliğini yaptım. Aynı seçim için ABD’den Jaakko Hintikka, o çekilince de Ruth Barcan Marcus aday olmuştu. Ayrıca bir Alman ve, doğru hatırlıyorsam, bir de Polonyalı meslektaşım aday gösterilmişti.

İşte Boston’daki bu Genel Kurul sırasında başkan seçildim ve aynı Genel Kurul’da 21. Dünya Felsefe Kongresi’nin İstanbul’da, Türkiye Felsefe Kurumu’nun ev sahipliğinde toplanmasına karar verildi. 2003’te İstanbul’da düzenlediğimiz bu kongre, birçok meslektaşımın ifadesiyle, katıldıkları en başarılı kongre olmuş.

Logosu fil olan bir vakıf

Kuçuradi Felsefe ve İnsan Hakları Vakfı’nı 2014 yılında kurduk. Bu vakfa annem ile babamın ismini vermek ve onda felsefe ile insan haklarını bir araya getirmek istedim. Adının “Efimia ve Yorgo Kuçuradi Felsefe ve İnsan Hakları Vakfı” olmasını istiyordum. Ama işlemi yapan hukukçu arkadaşım bu adı “çok uzun” buldu ve sadece soyadımızı bıraktı. Vakfı kurmak istememin nedeni, ben öldükten sonra kitaplarıma ve felsefe ile insan haklarının biraradalığına sahip çıkacak ve çalışmalar yapacak bir kuruluşun olması gerektiği düşüncesidir.

Böyle bir bakışı kazanan insanların, bugün yakındığımız birçok şeyin değişmesine yardımcı olabileceklerini düşünüyorum. Bu Vakfa uygun bir mekân sağlamayı çok istiyorum. Ama şu anda böyle bir mekân/bina yaptıracak/satın alacak kadar paramız yok.

Vakfın amblemi olan küçücük filin birkaç bakımdan anlamlı olan bir hikâyesi var: Hindistan’da, Mumbai yakınlarında Fil Adası (Elephant Island) adlı bir ada var. Bu adada eski bir uygarlığın kaya heykelleri bulunuyor. Evlerde akan suyun olmadığı bu adada az sayıda yoksul insan oturuyor. Mumbai Üniversitesi’nin düzenlediği bir konferanstan sonra, bu adaya gittik. Vapurun bıraktığı yerde, kıyıda, turistik eşyanın satıldığı birkaç kulübe vardı. Taşa oyulmuş çeşitli boylardaki filler, turistik eşyalar arasındaydı. Bir satıcıya yaklaşıp, fillere baktım ve “dönüşte alırım” diyerek uzaklaştım. Dönüşte aynı satıcıdan fillerimi satın alıp giderken, satıcı arkamdan koştu ve bu fillerin en küçüğü olan bir fili bana uzatarak, “Bu benim size hediyem. Sözünüzde durdunuz” dedi.

Dürüstlük her yerde bir değer

Bu filime her gün bakıyorum ve etik ya da değerler üzerinde konuşurken/ders verirken, dinleyenlere gösteriyorum. Dünyanın bir ucundaki bir adada, adını bilmediğim, yüzünü hatırlayamadığım bir insanın bana hediye ettiği bu küçük fil, neden benim için anlamlı? Çünkü, bu olayın sıcak anısından öte, Fil Adası’nda turistik eşya satan bu insanın yaptığı, etikteki bir-iki savımın empirik bir doğrulaması oluyor. Şunların: Kültürel değer yargıları ─yani grupların “şunu yapmak iyidir, bunu yapmak kötüdür” dedikleri─ ile etik değerler ─örneğin dürüstlük, saygı, güven vd.─ arasındaki farkı gördüğümüz takdirde, değerin ve değerlerin göreceliği-mutlaklığı tartışması son buluyor. Göreli olan, kültürel değer yargılarıdır, değerler ise göreli ya da mutlak olacak bir şey değil. Fil Adası’ndaki satıcı herhalde çok dinlemiştir, dönüşte alma niyetiyle söylenmeyen “dönüşte alırım” sözünü. Bunun için, dönüşte almak niyetiyle bu sözü söyleyeni kendince ödüllendirmek istediğini sanıyorum. Dürüstlüğü Fil Adası’ndaki bir insan da değerli görüyor.

İşte Vakfımızın amblemi yaptığımız küçük filin hikâyesi bu. Amblemi, diğer meziyetlerinin arasında çok başarılı bir çizer de olan eski arkadaşım Halil Ustaoğlu çizdi.

Demek ki yaptıklarımın farkındalar

Evet, birçok ödülüm var. Ödüller, benim gözümde, “yaptıklarının farkındayız” demenin bir yolu. O kadar, ama çok önemli. Bunun için bana verilen ödüller arasında bir fark görmüyorum. Ama ödüllere de Kant’ın “ödevden dolayı” – “ödeve uygun” ayrımı uygulanabilir.

Noktalı virgül ve iletişim

Felsefe yazıları yazıyorsanız, “dil” üzerine düşünmemeniz mümkün değil. Ancak ben, dildeki anlam sorunlarıyla birlikte gramere de bakıyorum Noktalı virgül, epey zamandır virgül yerine, başıboş bir şekilde kullanılıyor. Noktalama işaretlerinin bir mantığı var, süs için değil. Bildiğiniz herhangi bir dili ustaca kullanan yazarlara bakarsanız, noktalama işaretlerinin işlevini görürsünüz.

Dil, iletişim malzemesidir; kişinin başka kişilerle ve kendisiyle iletişiminde bir araç değil, bir malzeme. Bu malzemeyi ustalıkla “kullanmak” gerekir, onunla oynamak değil. Türkçenin başına gelenleri görmek için, reklamlarda kullanılan dile ve her akşam televizyon programlarına katılanlarının çoğunun kullandığı dile bakmak yeter.

Ben burada, farklı sorunlara, onları kategorileştirmeden örnek vereyim: ‘Özveri’ kelimesini kullanıyorum, ama “ben anlam fedakârlığı yapmam” derim, ‘anlam özverisi’ değil. ‘Süreç’ kelimesinin istilasına uğradık. ‘Süreç’, ‘algılama’, ‘oldukça’, ‘kıyafet’, ‘rol model’ ve başka birçok kelime başıboş ya da yanlış kullanılıyor. Daha önce bunların örneklerini verdim. Konvansiyonalist dil teorisinden yana değilse insan ̶ benim gibi ̶ , bu kelimelerin başıboş kullanılması ona çok batıyor.

Bilgisayar dilinin de yol açtığı sorunlar az değil. Örneğin birçok formda, ‘belge’ kelimesi değil, ‘döküman’ kelimesi yazılıyor, hem de kelime yanlış okunarak. Doğru telâffuzu ‘doküman’dır.

Bu ve bu gibi sorunlar, kişilerin düşünme ufkunu sınırlıyor, anlamlar arasındaki ince farkları görmelerine engel oluyor, kafaları yoksullaştırıyor.

Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Fikir Turu’nun editöryel politikasını yansıtmayabilir.

Bu yazı ilk kez 22 Ekim 2021’de yayımlanmıştır.

  1. Yaygın adıyla: Sokrates’in Savunması…
  2. 27 Mayıs 1960 askerî darbesinin ardından kurulan askerî yönetimin 147 öğretim üyesini üniversitelerden ihraç etme kararı…

İoanna Kuçuradi
İoanna Kuçuradi
Prof. Dr. Ioanna Kuçuradi - Felsefeci, akademisyen ve yazar. 4 Ekim 1936'da İstanbul’da doğdu. 1954’te girdiği İstanbul Üniversitesi, Felsefe Bölümü’nden 1959’da mezun oldu. 1965’te hazırladığı “Schopenhauer ve Nietzsche’de İnsan Problemi” adlı çalışma ile doktorasını tamamladı. 1965-68 yıllarında Atatürk Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’nde Felsefe ve Latince dersleri verdi. 1968’de Hacettepe Üniversitesi, Sosyal ve İdari Bilimler Fakültesi Eğitim Bölümü’ne geçti ve henüz asistanken felsefe bölümünü kurdu. 1970’te “İnsan Felsefesi Bakımından Değer Problemi” adlı teziyle doçent, 1978'de ise “Aristoteles’in Ousia’sı ve Substans Kavramı” adlı çalışmasıyla profesör oldu. 1974 yılı başlarında Ankara’da kurulan Felsefe Kurumu Derneği’nin kurulmasına öncülük etti. 1982’de Uluslararası Felsefe Kurumları Federasyonu’nun yönetim kurulu üyeliğine, 1988’de genel sekreterliğine, 1998’de başkanlığına seçildi. Başta Goethe Madalyası olmak üzere birçok uluslararası ödül kazandı. 2003 yılında düzenlenen 21. Dünya Felsefe Kongresi’nin Türkiye’de yapılmasına öncülük etti. Başlıca eserleri: “Perdenin Arkası” (1962, şiir); “Max Scheler ve Nietzsche’de Trajik” (1965), “Nietzsche ve İnsan” (1966), “Schopenhauer ve İnsan” (1967), “Etik” (1977), “Sanata Felsefeyle Bakmak” (1980), “Yüzyılımızda İnsan Felsefesi - Takiyettin Mengüşoğlu’nun Anısına” (1997) Başlıca çevirileri: “Pratik Aklın Eleştirisi” (Kant, 1980), “Ahlâk Metafizjğinin Temellendirilmesi” (Kant, 1981), “Gelecekte Bilim Olarak Ortaya Çıkabilecek Her Metafiziğe Prolegomena” (Kant, 1983)

YORUMLAR

Subscribe
Bildir
guest

3 Yorum
Eskiler
En Yeniler Beğenilenler
Inline Feedbacks
View all comments

Son Eklenenler

3
0
Would love your thoughts, please comment.x