Bir Anneler Günü hediyesi tezgâhı

“Allah’ım on yıl mı oldu? Eve mini minnacık bir altı aylık bebekle gelişimin üzerinden gerçekten on yıl geçti mi? İnsanların “Başkasının çocuğu sevilmez” dediklerinin, “kendi doğurduğunla bir olmaz ama” sözlerinin üzerinden hakikaten on yıl mı geçti?” Koruyucu anne Mutlu Tönbekici yazdı.

Bu günlerde tatlı bir telaş var evde. Bana “anneler günü” hediyesi alacakmış. Para istiyor! Sadece para istemiyor, ayrıca İstiklal Caddesi’nde o gördüğü dükkana da götürmemi istiyor. Hangi dükkân söylemiyor. Ben bir kafede kahvemi içerken o alıp gelecekmiş. Sürprizmiş! Bir anneler günü hediyesi tezgâhı var ortalıkta.

Bunları da açık açık söylemiyor da ben parçaları birleştirdim. Gülüyorum kendi kendime. Bir çocuğun her halini insan sever mi? Ne alacağını çaktırmamaya çalışmalar, alacağı şeyin fiyatını hatırlamayıp para yerine kredi kartımı istemeler, bana bir şey alırken aslında kendine de bir şey alacağını güya belli etmemeler… O hınzır gülüşü, çın çın kahkahası, başımı kendine çeke çeke sulu sulu öpmesi…

Allah’ım on yıl mı oldu? Eve mini minnacık bir altı aylık bebekle gelişimin üzerinden gerçekten on yıl geçti mi? İnsanların “Bu çok cılız, nasıl büyüteceksin?”, “başkasının çocuğu sevilmez”, “kendi doğurduğunla bir olmaz ama” sözlerinin üzerinden hakikaten on yıl mı geçti?

Yooo… Yıllar su gibi geçti, farkında bile değilim demeyeceğim. Dolu dolu bir on yıl geçti. Neredeyse her dakikasının farkında ola ola…

Başlarda ne büyük bir şamata olmuştu! Gazetelerde boy boy röportajlar, televizyonlarda uzun uzun yayınlar, dergilere kapak olmalar, Ayşe Arman’ından İclal Aydın’ına, Özlem Gürses’ten Gülben Ergen’ine neredeyse görüşmediğim, programına çıkmadığım kimse kalmamıştı. O zamanlar ünlüydüm. Hadi doğrusunu söyleyeyim yarı ünlüydüm. Vatan Gazetesi’nde popüler bir köşe yazarıydım. Bir gazetecinin koruyucu aile olması dikkat çekmişti. Ben de her gelen röportaj teklifini değerlendiriyordum. Sadece röportaj da yapmıyordum. Birçok yerde sunum da yapmıştım. Derdim, -bazılarının sandığı gibi- bu sayede ünlü olmak değildi. Zaten bilinen biriydim. Derdim, koruyucu aileliği Türkiye’ye tanıtmaktı. Evet, ben bir çocuğun ailesi olmuştum ama geride daha 20 bin çocuk vardı. Aklım onlarda kalmıştı.

Koruyucu aile tanıtıcısı

Ve gerçekten de bir faydam olduğunu düşünüyorum. Her gün hiç tanımadığım insanlardan en az iki telefon alıyordum. Yalan yok yüzlerce insanla görüşmüşümdür. Bana nasıl başvuracaklarını soranlar, bekâra veriyorlar mı diye soranlar, başvurduk, mülakatta nasıl konuşacağız, nasıl giyineceğiz diye soranlar, eşim istemiyor ama ben çok istiyorum, boşanayım mı diye soranlar… Aklınıza ne gelirse soruyordu insanlar.

Çok başarılı bir gazeteci olamamıştım belki ama çok başarılı bir “koruyucu aile tanıtıcısı” olmuştum! Kimbilir belki de misyonum aslında buydu. Sayemde bin çocuk ailelendiyse (ki öyle olduğunu tahmin ediyorum) ne mutlu bana…

İlk günler

Gelin size ilk günlerden söz edeyim. Geldiğinde altı aylık olmasına rağmen üç aylık bir çocuk kadardı. Bakışları donuk, dünya ile ilgisi neredeyse yok gibiydi. Kucağa alıyorsun, hoppa hoppa yapıyorsun ama o ayaklarını hiç oynatmıyordu. Hâlbuki yapması gereken ayaklarıyla tepme hareketiydi.

İlk on günümüz ne yalan söyleyeyim epey tedirgin geçti. Göz teması kurmuyor, şaklabanlıklarıma tepki vermiyor, kucağa gelmeye heves etmiyor, çok uzun süreler uyuyordu. Kendi kendime “otizimli herhalde” dedim. İçimi bir ateş sardı ama yapacak bir şey yoktu. Kaderim/kısmetim buymuş dedim.

Altı ay, aynı tavan, aynı çatlak

Doktora götürdüm. Dünyanın belki de en tatlı doktoru Zekai Dinçer’e. Bebeğin bezine kadar üstünü başını çıkarıp, kucağına aldı. Eski usûlde, dokunarak, koklayarak, hoplatarak, sağını solunu her yerini çok dikkatle inceledi. (Başka hiçbir doktorda böyle bir muayene görmedim bir daha)

“Hayır” dedi. “Ne otizimli ne başka bir şey. Altı ay boyunca aynı yatakta, aynı tavanın aynı çatlağına bakmaktan böyle durgunlaşmış. Uyaran eksikliği. Alın onu pazara götürün, çarşıya götürün. Renk görsün, ses duysun, kokular koklasın, kalabalıklara karışsın. Bol bol kucağınızda taşıyın. Hatta uzun bir bezle kendinize sarıp sarmalayın. Hiçbir şeyi kalmayacak” dedi.

Muayenehaneden çıkarken “altı ay, aynı tavan, aynı çatlak” cümlesi kafamın içinde uğuldayıp duruyordu. Ah be güzelim, ah be kuşum, ah benim boşuna sakin olmayan bebişim… dedim kendime ağlayarak… Öyle demişlerdi yurttaki bakımveren ablalaları. “Sakın kaçırma bunu! Çok sakin! Seni hiiiiç üzmez!”

Sonraki günler kelimenin tam anlamıyla “yapışık” geçti. “Sling” dedikleri elastik bir bez aldım. Sardım sarmaladım kendime astım. Ne yapıyorsak beraber yaptık. Pazara gittik, çarşıya çıktık, yürüyüş yaptık. Koynumda uyuyordu, koynumda bakınıyordu, koynumda besleniyordu. Her gün başka yere götürüyordum. Her gün başka insanlarla tanıştırıyordum. Şehir dışına bile çıktık. Bir gezgin sincap yaratmak kolay mı!

Sevginin gücü

O cılız, o donuk, o ürkek çocuk üç ay içinde nasıl canlandı, nasıl serpildi, nasıl neşelendi anlatamam size! Ben sevginin ve ilginin gücünü gözlerimle gördüm arkadaşlar! “Çocuk kuru ekmekle büyür de sevgisiz büyümez” derlerdi, inanmazdım. Ama doğruymuş! Büyülenmiş gibiydi! Bir peri gelmiş de sihirli dokunuşunu yapmış gibiydi.

Meğer aslında hiç de sakin bir çocuk değilmiş! Meğer aslında kıpır kıpır bir çocukmuş… Meğer gülmeye, eğlenmeye aç bir çocukmuş.

Yeniden götürdüğümde, doktor gözlerine inanamadı! Boyu, kilosu normalin üzerinde bir hızda artmıştı. “Yaa!” dedi. “Dememiş miydim ben size.”

Zıpır evlat

Doktorun dediği her şey oldu gerçekten. Uzadı, güçlendi, güzelleşti, dillendi ve dünyanın en komik, en yaramaz, en tatlı ve en zıpır çocuğu oldu!

Zıpır derken: Çok ciddiyim!

Bazen kafamı kaldırıp onu çok yüksek bir ağacın tepesinde veya iki sandalye üst üste koymuş yüklüğe tırmanırken veya buz gibi bir şelalenin altında veya ahıra girmiş ineği ve buzağısıyla sohbet ederken veya sokaklara içi su dolu balonlar atarken veya yapışkan kağıtlarla millete tuzak kurarken veya “slime” denilen o iğrenç şeyi yapacağım diye bütün makyaj malzemelerimi, diş macunlarını, deterjanlarını, unları, şekerleri karıştırırken gördüğümde yuvadaki ablalarının lafı aklıma geliyor: “Sakın kaçırma bunu! Çok sakin! Seni hiiiiç üzmez!”

Allah için üzmüyor da gerçekten… Her anı, her hali, her yaramazlığı hoşuma gidiyor. Okula gittikten sonra evde bıraktığı her izi toplarken, silerken, süpürürken “çok şükür” diyorum. Çamaşırlarını koklaya koklaya makineye atıyorum. “Başkasının çocuğunu sevemezsin”, “doğurduğunla bir olmaz” diyenlere ise çok gülüyorum. Sevmek ne ki, içime sokasım geliyor.

Hiç mi zor günlerimiz olmadı? Elbette oldu. Her solo annenin yaşadığı tükenmişlikler, aşırı yorgunluklar, sabırsızlıklar, öfkesini ne yapacağını bilemediği zamanlar, benim onun hassasiyetlerini, onun benim hassasiyetlerimi henüz keşfedemediğimiz zamanlar oldu elbette. Ve zordu. Dünyanın öteki ucuna gidip, kangurular ülkesinde birbirimize sarılıp ağladığımız da oldu… Belki yine olacak, bilemem, ama her an için şükrediyorum inanın ki…

Bazen o kömür karası nefis gözlerine bakıp “ya almasaydım?” diyorum… “Ya onu orada bıraksaydım?”

İçimi bir ateş sarıyor. Yine kahkaha atacak mıydı her dakika? Yine hop hop zıp zıp olacak mıydı? Yine bir sosyal böcek, sevgi kelebeği, muzip çekirge olacak mıydı? Yine yaygarayı basacak mıydı istediği olmayınca? Yine ağlayacak mıydı gökler gürlediğinde?

Kime sarılacaktı o zaman? Kimin yatağına sızacaktı usul usul? Kimde bulacaktı tesellisini?

Ya olmasaydı

Gözümün önüne yurdun yemekhanesinde otururken geliyor. Tabağındaki yemeğiyle isteksiz isteksiz oynarken görüyorum onu. Yine yoğurttan nefret edecek miydi acaba? Daha doğrusu: Edebilecek miydi?

Gözümün önüne doğum günü geliyor. Elinde paketini bile açmadığı hediyesiyle kapıya gözünü dikmesi… Öfkeli iç sesi geliyor kulağıma: “Hiç olmazsa bugün, BARİ bugün beni hatırlasınlar!”

Gözümün önüne elinde karnesiyle yurda dönüşü geliyor… Bahçede boyası çoktan dökülmüş bir banka oturup uzun uzun karnenin altındaki “veli” ismine bakması… Hiç görmediği, hiç haber almadığı o isme… Nüfus kâğıdında yazan o isme… Yine gücenik iç sesini duyuyorum: “NEDEN?”

Sonra karnesini buruşturduğunu görüyorum. Sonra öfkesini alamayıp parça pinçik edişini. “Kimin için çalışıyorum ki?” deyişini duyuyorum. “Kimin için ödevlerimi yapıyorum ki?” “İyisiyle kötüsüyle kime ki bu notlar?” “Kim sevinecek?” “Kim üzülecek?” “Kim kızacak?”

Yurt ablasından azar işittiği geliyor gözümün önüne. “Niye kahvaltı etmiyorsun?” diye sorduklarını… Öyle durumlarda bana da baktığı gibi dimdik, gözünü bile kırpmadan baktığını görüyorum gözlerinin içine içine. Hiç sesini çıkartmadığını görüyorum. Diyemeyecek ki “peynir, zeytin, yoğurt ve patlıcan yiyemiyorum”. Diyemeyecek ki “ağzımı yakıyorlar”. Çok hassas bir dili olduğu için birçok yiyeceği yiyemediğini kendi dâhil kimse bilemeyecek çünkü. Kimse bunu fark edip ona özel yemekler hazırlamayacak.

Sütün gaz, kuru fasulyenin karın ağrısı, karnabaharın mide bulantısı yaptığını da bilmeyecek kimse. Şımarıklık yapıyor sanacaklar.

Öfke krizlerine girdiğini görüyorum. Kapılara tekmeler attığını. Eşyaları yerlere fırlattığını… Bağıracaklar ama bu onu daha çok kızdıracak. Kimse seslere karşı aşırı hassas olduğunu bilmeyecek çünkü…

İyice güzelleştiğinde okuldan yurda dönerken peşine düşecek çakallar geliyor gözümün önüne. Çürük zemine inşa edilmiş derme çatma kaleleri istila eden sırtlan sürüleri görüyorum… Ceylanımın yoldan çıkışı geliyor gözümün önüne. Kendinden önce yüzlercesinin çıktığı gibi… Bedbin iç sesi geliyor yine kulağıma: “Kim üzülecek ki ardımdan? Kim gözyaşı dökecek?”

İçim dağlanıyor… Ya almasaydım onu? Ya onu orada bıraksaydım?

Anişko!

Tam o sırada telefonuma mesajı geliyor: “Anişko, ekran süremi aç!” Gülümsüyorum yine kendi kendime. Yeni oyunumuz/mücadelemiz: Uzaktan iPad’ini kontrol etmem! Bunu keşfedip telefonumu iPad’ine bağladığımdan beri benden izinsiz tabletini kullanamıyor, benden izinsiz hiçbir şey indiremiyor.

Buna ben çok eğlenirken o sinir oluyor tabii. İlk günler cıngar çıkardı. Öte yandan biliyorum ki hoşuna da gidiyor. Biliyor çünkü onu korumaya çalıştığımı. Biliyor “annesi”nin onun sağlam kayası, sağlam zemini olduğunu. Sağlam zeminlere inşa edilmeyen kalelerin çökeceğini de bir şekilde hissediyor.

Derken Anneler Günü hediyesi düşüyor kucağıma. Bir Gua Sha taşı. Yüzüme masaj yapıp kırışıklıklarımdan kurtulmamı istiyor belli ki… Pek de sevinçli: İstiklal Caddesi’ne artık gitmeye gerek yokmuş, köşedeki BİM getirmiş, hem daha ucuzmuş hem daha güzelmiş, bak rengine bak şahaneymiş ama yanındaki roller onun olabilir miymiş…

Kahkahayı patlatıyorum… Yanındaki roller onun olabilir miymiş… Her şey bunun için tezgahlanmadıysa ne olayım…

Çok şükür diyorum… Çok şükür. İyi ki yanımda…

Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Fikir Turu’nun editöryel politikasını yansıtmayabilir.

Bu yazı ilk kez 12 Mayıs 2023’te yayımlanmıştır.

Mutlu Tönbekici
Mutlu Tönbekici
Mutlu Tönbekici - 1969’da İsviçre’de doğan Mutlu Tönbekici, Marmara Üniversitesi Uluslarası İlişkiler ve Siyaset Bilimleri Fakültesi’nden mezun olduktan sonra ATV Ana Haber’de dış haberler bölümünde gazeteciliğe başladı. Daha sonra Hürriyet Gazetesi’ne geçti. Sabah Gazetesi’nde çalışırken Tuğçe Baran takma ismiyle köşe yazarlığına başladı. Vatan Gazetesi kurulunca oraya transfer oldu. Sekiz yıl sonra kendi ismiyle köşesine devam etti. 14 yıldan sonra istifa etti ve kitap yazmaya başladı. En son çocuklara yönelik “Güzel Ülke Atlası” isimli kitabını çıkardı. Şu an hem yetişkinler için hem de yine çocuklar için romanlar yazmakta.

YORUMLAR

Subscribe
Bildir
guest

0 Yorum
Inline Feedbacks
View all comments

Son Eklenenler

Bir Anneler Günü hediyesi tezgâhı

“Allah’ım on yıl mı oldu? Eve mini minnacık bir altı aylık bebekle gelişimin üzerinden gerçekten on yıl geçti mi? İnsanların “Başkasının çocuğu sevilmez” dediklerinin, “kendi doğurduğunla bir olmaz ama” sözlerinin üzerinden hakikaten on yıl mı geçti?” Koruyucu anne Mutlu Tönbekici yazdı.

Bu günlerde tatlı bir telaş var evde. Bana “anneler günü” hediyesi alacakmış. Para istiyor! Sadece para istemiyor, ayrıca İstiklal Caddesi’nde o gördüğü dükkana da götürmemi istiyor. Hangi dükkân söylemiyor. Ben bir kafede kahvemi içerken o alıp gelecekmiş. Sürprizmiş! Bir anneler günü hediyesi tezgâhı var ortalıkta.

Bunları da açık açık söylemiyor da ben parçaları birleştirdim. Gülüyorum kendi kendime. Bir çocuğun her halini insan sever mi? Ne alacağını çaktırmamaya çalışmalar, alacağı şeyin fiyatını hatırlamayıp para yerine kredi kartımı istemeler, bana bir şey alırken aslında kendine de bir şey alacağını güya belli etmemeler… O hınzır gülüşü, çın çın kahkahası, başımı kendine çeke çeke sulu sulu öpmesi…

Allah’ım on yıl mı oldu? Eve mini minnacık bir altı aylık bebekle gelişimin üzerinden gerçekten on yıl geçti mi? İnsanların “Bu çok cılız, nasıl büyüteceksin?”, “başkasının çocuğu sevilmez”, “kendi doğurduğunla bir olmaz ama” sözlerinin üzerinden hakikaten on yıl mı geçti?

Yooo… Yıllar su gibi geçti, farkında bile değilim demeyeceğim. Dolu dolu bir on yıl geçti. Neredeyse her dakikasının farkında ola ola…

Başlarda ne büyük bir şamata olmuştu! Gazetelerde boy boy röportajlar, televizyonlarda uzun uzun yayınlar, dergilere kapak olmalar, Ayşe Arman’ından İclal Aydın’ına, Özlem Gürses’ten Gülben Ergen’ine neredeyse görüşmediğim, programına çıkmadığım kimse kalmamıştı. O zamanlar ünlüydüm. Hadi doğrusunu söyleyeyim yarı ünlüydüm. Vatan Gazetesi’nde popüler bir köşe yazarıydım. Bir gazetecinin koruyucu aile olması dikkat çekmişti. Ben de her gelen röportaj teklifini değerlendiriyordum. Sadece röportaj da yapmıyordum. Birçok yerde sunum da yapmıştım. Derdim, -bazılarının sandığı gibi- bu sayede ünlü olmak değildi. Zaten bilinen biriydim. Derdim, koruyucu aileliği Türkiye’ye tanıtmaktı. Evet, ben bir çocuğun ailesi olmuştum ama geride daha 20 bin çocuk vardı. Aklım onlarda kalmıştı.

Koruyucu aile tanıtıcısı

Ve gerçekten de bir faydam olduğunu düşünüyorum. Her gün hiç tanımadığım insanlardan en az iki telefon alıyordum. Yalan yok yüzlerce insanla görüşmüşümdür. Bana nasıl başvuracaklarını soranlar, bekâra veriyorlar mı diye soranlar, başvurduk, mülakatta nasıl konuşacağız, nasıl giyineceğiz diye soranlar, eşim istemiyor ama ben çok istiyorum, boşanayım mı diye soranlar… Aklınıza ne gelirse soruyordu insanlar.

Çok başarılı bir gazeteci olamamıştım belki ama çok başarılı bir “koruyucu aile tanıtıcısı” olmuştum! Kimbilir belki de misyonum aslında buydu. Sayemde bin çocuk ailelendiyse (ki öyle olduğunu tahmin ediyorum) ne mutlu bana…

İlk günler

Gelin size ilk günlerden söz edeyim. Geldiğinde altı aylık olmasına rağmen üç aylık bir çocuk kadardı. Bakışları donuk, dünya ile ilgisi neredeyse yok gibiydi. Kucağa alıyorsun, hoppa hoppa yapıyorsun ama o ayaklarını hiç oynatmıyordu. Hâlbuki yapması gereken ayaklarıyla tepme hareketiydi.

İlk on günümüz ne yalan söyleyeyim epey tedirgin geçti. Göz teması kurmuyor, şaklabanlıklarıma tepki vermiyor, kucağa gelmeye heves etmiyor, çok uzun süreler uyuyordu. Kendi kendime “otizimli herhalde” dedim. İçimi bir ateş sardı ama yapacak bir şey yoktu. Kaderim/kısmetim buymuş dedim.

Altı ay, aynı tavan, aynı çatlak

Doktora götürdüm. Dünyanın belki de en tatlı doktoru Zekai Dinçer’e. Bebeğin bezine kadar üstünü başını çıkarıp, kucağına aldı. Eski usûlde, dokunarak, koklayarak, hoplatarak, sağını solunu her yerini çok dikkatle inceledi. (Başka hiçbir doktorda böyle bir muayene görmedim bir daha)

“Hayır” dedi. “Ne otizimli ne başka bir şey. Altı ay boyunca aynı yatakta, aynı tavanın aynı çatlağına bakmaktan böyle durgunlaşmış. Uyaran eksikliği. Alın onu pazara götürün, çarşıya götürün. Renk görsün, ses duysun, kokular koklasın, kalabalıklara karışsın. Bol bol kucağınızda taşıyın. Hatta uzun bir bezle kendinize sarıp sarmalayın. Hiçbir şeyi kalmayacak” dedi.

Muayenehaneden çıkarken “altı ay, aynı tavan, aynı çatlak” cümlesi kafamın içinde uğuldayıp duruyordu. Ah be güzelim, ah be kuşum, ah benim boşuna sakin olmayan bebişim… dedim kendime ağlayarak… Öyle demişlerdi yurttaki bakımveren ablalaları. “Sakın kaçırma bunu! Çok sakin! Seni hiiiiç üzmez!”

Sonraki günler kelimenin tam anlamıyla “yapışık” geçti. “Sling” dedikleri elastik bir bez aldım. Sardım sarmaladım kendime astım. Ne yapıyorsak beraber yaptık. Pazara gittik, çarşıya çıktık, yürüyüş yaptık. Koynumda uyuyordu, koynumda bakınıyordu, koynumda besleniyordu. Her gün başka yere götürüyordum. Her gün başka insanlarla tanıştırıyordum. Şehir dışına bile çıktık. Bir gezgin sincap yaratmak kolay mı!

Sevginin gücü

O cılız, o donuk, o ürkek çocuk üç ay içinde nasıl canlandı, nasıl serpildi, nasıl neşelendi anlatamam size! Ben sevginin ve ilginin gücünü gözlerimle gördüm arkadaşlar! “Çocuk kuru ekmekle büyür de sevgisiz büyümez” derlerdi, inanmazdım. Ama doğruymuş! Büyülenmiş gibiydi! Bir peri gelmiş de sihirli dokunuşunu yapmış gibiydi.

Meğer aslında hiç de sakin bir çocuk değilmiş! Meğer aslında kıpır kıpır bir çocukmuş… Meğer gülmeye, eğlenmeye aç bir çocukmuş.

Yeniden götürdüğümde, doktor gözlerine inanamadı! Boyu, kilosu normalin üzerinde bir hızda artmıştı. “Yaa!” dedi. “Dememiş miydim ben size.”

Zıpır evlat

Doktorun dediği her şey oldu gerçekten. Uzadı, güçlendi, güzelleşti, dillendi ve dünyanın en komik, en yaramaz, en tatlı ve en zıpır çocuğu oldu!

Zıpır derken: Çok ciddiyim!

Bazen kafamı kaldırıp onu çok yüksek bir ağacın tepesinde veya iki sandalye üst üste koymuş yüklüğe tırmanırken veya buz gibi bir şelalenin altında veya ahıra girmiş ineği ve buzağısıyla sohbet ederken veya sokaklara içi su dolu balonlar atarken veya yapışkan kağıtlarla millete tuzak kurarken veya “slime” denilen o iğrenç şeyi yapacağım diye bütün makyaj malzemelerimi, diş macunlarını, deterjanlarını, unları, şekerleri karıştırırken gördüğümde yuvadaki ablalarının lafı aklıma geliyor: “Sakın kaçırma bunu! Çok sakin! Seni hiiiiç üzmez!”

Allah için üzmüyor da gerçekten… Her anı, her hali, her yaramazlığı hoşuma gidiyor. Okula gittikten sonra evde bıraktığı her izi toplarken, silerken, süpürürken “çok şükür” diyorum. Çamaşırlarını koklaya koklaya makineye atıyorum. “Başkasının çocuğunu sevemezsin”, “doğurduğunla bir olmaz” diyenlere ise çok gülüyorum. Sevmek ne ki, içime sokasım geliyor.

Hiç mi zor günlerimiz olmadı? Elbette oldu. Her solo annenin yaşadığı tükenmişlikler, aşırı yorgunluklar, sabırsızlıklar, öfkesini ne yapacağını bilemediği zamanlar, benim onun hassasiyetlerini, onun benim hassasiyetlerimi henüz keşfedemediğimiz zamanlar oldu elbette. Ve zordu. Dünyanın öteki ucuna gidip, kangurular ülkesinde birbirimize sarılıp ağladığımız da oldu… Belki yine olacak, bilemem, ama her an için şükrediyorum inanın ki…

Bazen o kömür karası nefis gözlerine bakıp “ya almasaydım?” diyorum… “Ya onu orada bıraksaydım?”

İçimi bir ateş sarıyor. Yine kahkaha atacak mıydı her dakika? Yine hop hop zıp zıp olacak mıydı? Yine bir sosyal böcek, sevgi kelebeği, muzip çekirge olacak mıydı? Yine yaygarayı basacak mıydı istediği olmayınca? Yine ağlayacak mıydı gökler gürlediğinde?

Kime sarılacaktı o zaman? Kimin yatağına sızacaktı usul usul? Kimde bulacaktı tesellisini?

Ya olmasaydı

Gözümün önüne yurdun yemekhanesinde otururken geliyor. Tabağındaki yemeğiyle isteksiz isteksiz oynarken görüyorum onu. Yine yoğurttan nefret edecek miydi acaba? Daha doğrusu: Edebilecek miydi?

Gözümün önüne doğum günü geliyor. Elinde paketini bile açmadığı hediyesiyle kapıya gözünü dikmesi… Öfkeli iç sesi geliyor kulağıma: “Hiç olmazsa bugün, BARİ bugün beni hatırlasınlar!”

Gözümün önüne elinde karnesiyle yurda dönüşü geliyor… Bahçede boyası çoktan dökülmüş bir banka oturup uzun uzun karnenin altındaki “veli” ismine bakması… Hiç görmediği, hiç haber almadığı o isme… Nüfus kâğıdında yazan o isme… Yine gücenik iç sesini duyuyorum: “NEDEN?”

Sonra karnesini buruşturduğunu görüyorum. Sonra öfkesini alamayıp parça pinçik edişini. “Kimin için çalışıyorum ki?” deyişini duyuyorum. “Kimin için ödevlerimi yapıyorum ki?” “İyisiyle kötüsüyle kime ki bu notlar?” “Kim sevinecek?” “Kim üzülecek?” “Kim kızacak?”

Yurt ablasından azar işittiği geliyor gözümün önüne. “Niye kahvaltı etmiyorsun?” diye sorduklarını… Öyle durumlarda bana da baktığı gibi dimdik, gözünü bile kırpmadan baktığını görüyorum gözlerinin içine içine. Hiç sesini çıkartmadığını görüyorum. Diyemeyecek ki “peynir, zeytin, yoğurt ve patlıcan yiyemiyorum”. Diyemeyecek ki “ağzımı yakıyorlar”. Çok hassas bir dili olduğu için birçok yiyeceği yiyemediğini kendi dâhil kimse bilemeyecek çünkü. Kimse bunu fark edip ona özel yemekler hazırlamayacak.

Sütün gaz, kuru fasulyenin karın ağrısı, karnabaharın mide bulantısı yaptığını da bilmeyecek kimse. Şımarıklık yapıyor sanacaklar.

Öfke krizlerine girdiğini görüyorum. Kapılara tekmeler attığını. Eşyaları yerlere fırlattığını… Bağıracaklar ama bu onu daha çok kızdıracak. Kimse seslere karşı aşırı hassas olduğunu bilmeyecek çünkü…

İyice güzelleştiğinde okuldan yurda dönerken peşine düşecek çakallar geliyor gözümün önüne. Çürük zemine inşa edilmiş derme çatma kaleleri istila eden sırtlan sürüleri görüyorum… Ceylanımın yoldan çıkışı geliyor gözümün önüne. Kendinden önce yüzlercesinin çıktığı gibi… Bedbin iç sesi geliyor yine kulağıma: “Kim üzülecek ki ardımdan? Kim gözyaşı dökecek?”

İçim dağlanıyor… Ya almasaydım onu? Ya onu orada bıraksaydım?

Anişko!

Tam o sırada telefonuma mesajı geliyor: “Anişko, ekran süremi aç!” Gülümsüyorum yine kendi kendime. Yeni oyunumuz/mücadelemiz: Uzaktan iPad’ini kontrol etmem! Bunu keşfedip telefonumu iPad’ine bağladığımdan beri benden izinsiz tabletini kullanamıyor, benden izinsiz hiçbir şey indiremiyor.

Buna ben çok eğlenirken o sinir oluyor tabii. İlk günler cıngar çıkardı. Öte yandan biliyorum ki hoşuna da gidiyor. Biliyor çünkü onu korumaya çalıştığımı. Biliyor “annesi”nin onun sağlam kayası, sağlam zemini olduğunu. Sağlam zeminlere inşa edilmeyen kalelerin çökeceğini de bir şekilde hissediyor.

Derken Anneler Günü hediyesi düşüyor kucağıma. Bir Gua Sha taşı. Yüzüme masaj yapıp kırışıklıklarımdan kurtulmamı istiyor belli ki… Pek de sevinçli: İstiklal Caddesi’ne artık gitmeye gerek yokmuş, köşedeki BİM getirmiş, hem daha ucuzmuş hem daha güzelmiş, bak rengine bak şahaneymiş ama yanındaki roller onun olabilir miymiş…

Kahkahayı patlatıyorum… Yanındaki roller onun olabilir miymiş… Her şey bunun için tezgahlanmadıysa ne olayım…

Çok şükür diyorum… Çok şükür. İyi ki yanımda…

Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Fikir Turu’nun editöryel politikasını yansıtmayabilir.

Bu yazı ilk kez 12 Mayıs 2023’te yayımlanmıştır.

Mutlu Tönbekici
Mutlu Tönbekici
Mutlu Tönbekici - 1969’da İsviçre’de doğan Mutlu Tönbekici, Marmara Üniversitesi Uluslarası İlişkiler ve Siyaset Bilimleri Fakültesi’nden mezun olduktan sonra ATV Ana Haber’de dış haberler bölümünde gazeteciliğe başladı. Daha sonra Hürriyet Gazetesi’ne geçti. Sabah Gazetesi’nde çalışırken Tuğçe Baran takma ismiyle köşe yazarlığına başladı. Vatan Gazetesi kurulunca oraya transfer oldu. Sekiz yıl sonra kendi ismiyle köşesine devam etti. 14 yıldan sonra istifa etti ve kitap yazmaya başladı. En son çocuklara yönelik “Güzel Ülke Atlası” isimli kitabını çıkardı. Şu an hem yetişkinler için hem de yine çocuklar için romanlar yazmakta.

YORUMLAR

Subscribe
Bildir
guest

0 Yorum
Inline Feedbacks
View all comments

Son Eklenenler

0
Would love your thoughts, please comment.x