COVID-19 pandemisinin derin jeo-politik sonuçlara yol açacağı, otoriter devletler yükselirken Çin’in küresel düzenin merkezine kayabileceği çokça dile getirildi. ABD’nin liderliğindeki tek kutuplu dünyanın sonunu gelmiş olabileceği öne sürüldü. Aksi görüşte olanlar ABD hegemonyasının geçici olarak gerilediği görüşünü savundu. Amerikalı siyaset bilim profesörleri Alexander Cooley ve Daniel H. Nexon ise Foreign Policy’de yayınlanan yazılarında dünya siyasetinde ABD hegemonyasının çözülmesinin pandemi öncesinde başladığı ve sürecin geri dönülemez noktada olduğu görüşünü savunuyorlar.
Cooley ve Nexon, küresel düzende kriz yaşandığına dair çok sayıda işaret olduğunu belirterek başladıkları yazılarına şöyle devam ediyorlar:
“COVID-19 salgına karşı mücadelede uluslararası eşgüdümün sağlanamaması, küresel ekonomideki kötüye gidiş, milliyetçi siyasetin yeniden canlanması ve ulusal sınırlarda geçiş serbestisinin giderek daha fazla kısıtlanması, daha az işbirlikçi ve daha kırılgan bir uluslararası sistemin ortaya çıkışının habercisi gibi görülüyor.”
Amerikalı profesörler, bu gelişmelerden birçok analistin ABD Başkanı Donald Trump’ı sorumlu tutuğunu ve bu sürecin geçici olduğuna inandığına da dikkat çekiyor:
“Trump salgın öncesinde de NATO gibi ittifaklar ve uluslararası kurumların değerini sürekli eleştirmiş, Avrupa Birliği’nin dağılmasını desteklemiş, bir dizi uluslararası anlaşma ve organizasyondan çekilme kararı almış ve Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin ile Kuzey Kore lideri Kim Jong-Un gibi despotların ekmeğine yağ sürmüştü. ABD Başkanı, demokrasi ve insan hakları gibi liberal değerleri dış politikanın merkezine koymanın yararlarını sorgulamıştı. Trump’ın açıkça tercih ettiği sıfır toplamlı, al-sat tipi siyaseti, ABD’nin liberal bir uluslararası düzeni destekleme taahhüdünden vazgeçtiği fikrini destekliyor.
Birçok analist ABD’nin İkinci Dünya Savaşı ve Soğuk Savaş’ın ardından başarılı bir şekilde yürüttüğü stratejilere yeniden başvurarak gidişatı tersine çevirebileceğine inanıyor. Eğer ABD, Trump sonrası küresel iktidarın sorumluluklarını geri alabilirse, pandeminin damgasını vurduğu bu dönem, kalıcı düzensizlik yolunda atılan bir adımdan ziyade geçici bir sapma olarak durabilir.”
“ABD’yi yükselten güçleri bu kez aşağı çekiyor”
Ancak makalenin yazarlarına göre, bu durum geçici bir sapma değil. Zira, küresel düzende ABD hegemonyasının ortaya çıkaran dinamikler bugün bu hegemonyanın çözülmesine yol açıyor:
“Soğuk Savaş sonrası ABD öncülüğündeki düzeni üç gelişme sağladı. Birincisi, komünizmin yenilgisiyle ABD’nin karşısında kendisiyle rekabet edebilecek büyük bir küresel ideolojik proje kalmadı. İkincisi, Sovyetler Birliği’nin ve beraberindeki kurum ve ortaklık altyapısının dağılmasıyla zayıf devletler, ABD ve Batı müttefikleri dışında kendilerine askeri, ekonomik ve siyasi destek sağlayacak alternatif destekten yoksun kaldı. Üçüncüsü, uluslararası eylemciler ve hareketler, liberal ilke ve değerleri yayarak liberal düzeni güçlendiriyordu.
Bugün, aynı dinamikler ABD’ye karşı döndü: ABD gücünü aşındıran bir kısır döngü, bir zamanlar onu güçlendiren döngülerin yerini aldı. Çin ve Rusya gibi büyük güçlerin yükselişiyle, despot ve liberal olmayan projeler ABD liderliğindeki liberal uluslararası sistemle rekabet ediyor. Gelişmekte olan ülkeler ve hatta birçok gelişmiş ülke, Batı’nın güç ve desteğine bağımlı kalmak yerine alternatif hamiler arayabilir. Ayrıca liberal olmayan (çoğu zaman sağcı) çok uluslu ağlar, bir zamanlar bu kadar imkansız görünen liberal uluslararası düzenin norm ve değerlerine karşı baskı yapıyorlar. Kısacası, ABD küresel liderliği sadece gerilemiyor çözülüyor da… Ayrıca bu düşüş geri dönülebilir değil, kalıcı…”
Tek kutupluluk yok oluyor
Cooley ve Nexon, ABD’nin büyük askeri gücüne rağmen küresel hegemonyasının çözülmeye başladığından söz etmenin garipliğini kabul ediyor ancak askeri gücün tek başına küresel düzeni tayin etmekte yetersiz olduğunu da hatırlatıyor:
“ABD, ordusuna bir sonraki 7 rakibinin toplamı kadar askeri harcama yaparken ve yurtdışında benzersiz bir askeri üs ağına sahipken kalıcı bir düşüşten söz etmek garip gelebilir. Askeri güç, 1990’larda ve bu yüzyılın ilk yıllarında ABD üstünlüğünün oluşturulmasında ve korunmasında önemli bir rol oynadı; tüm uluslararası sistemde başka hiçbir ülke daha sağlam bir güvenlik garantisi sunamaz. Ancak ABD askeri hakimiyeti, savunma bütçelerinin bir işlevinden ziyade (…) başka faktörlere dayanıyor: Sovyetler Birliği’nin bir rakip olarak ortadan kalkması, ABD ordusunun giderek daha fazla teknolojiden faydalanması ve dünyanın ikincil güçlerinin çoğunun kendi askeri güçlerini inşa etmek yerine ABD’ye bel bağlamayı tercih etmeleri… ABD’nin tek kutuplu bir güç olarak ortaya çıkması daha çok Sovyetler Birliği’nin dağılmasına bağlı olsa da, bu tek kutupluluğun sonraki on yıl boyunca devam etmesi, Asyalı ve Avrupalı müttefiklerin ABD hegemonyasına biat etmekten memnun olmasından kaynaklandı.”
Yazarlara göre, bu duruma ek olarak, “ABD dahil önde gelen demokrasiler, terörle savaş bahanesiyle insan hakları ve uluslararası normları da ihlal etti…” ve “bu ikiyüzlü istisnalar liberal düzenin hegemonyasını güçlendirdi.”
Yazarlara göre, yalnızca devletler ve onların tutumları değil, sık sık “uluslararası sivil toplum” olarak adlandırılan çok sayıda uluslararası ağ, Soğuk Savaş sonrası ortaya çıkan mimariyi destekledi:
“Bu gruplar ve bireyler, geniş çapta liberal ilke ve uygulamaları yayarak ABD hegemonyasının ayakçılığını yaptılar. Komünizm sonrası dünyada merkezi planlama ekonomilerin çöküşü, Batılı danışman ve müteahhitlerin piyasa reformlarının başlatılması için davet edilmesine yol açtı. Bunlar özellikle, devletin varlıklarını bir avuç elitin eline aktararak Rusya ve Ukrayna’da on milyonlarca kişinin fakirleşmesine ve zengin oligark sınıfı ortaya çıkartan Batı destekli şok terapiler uygulayarak felakete yol açtılar. Uluslararası finans kurumları, hükümet düzenleyicileri, merkez bankacıları ve ekonomistler, elitler arasında serbest ticaret ve sermayenin sınır ötesi hareketini desteklemesi için fikir birliğine vardılar.
Sivil toplum grupları ayrıca komünizmden ayrılmış ve gelişmekte olan ülkeleri Batılı liberal demokrasi modellerine yönlendirmeye çalıştı. Batılı uzmanlardan oluşan ekipler hükümetlere yeni anayasalar, yasal reformlar ve çok partili sistemlerin tasarımı konusunda tavsiyelerde bulundu. Çoğunluğu Batı demokrasilerinden olan uluslararası gözlemciler, çok uzak ülkelerde yapılan seçimleri izlediler. İnsan hakları, toplumsal cinsiyet eşitliğini ve çevrecilik ilkelerini savunan sivil toplum örgütleri (STK’lar), bu konulara açık devletler ve medya kuruluşlarıyla ittifaklar kurdu. Uluslararası aktivistler, bilimsel topluluklar ve toplumsal hareketlerin çalışmaları, kapsamlı bir liberal ekonomik ve siyasi entegrasyon projesi inşa etmeye yardımcı oldu. 1990’lar boyunca, bu güçler ABD’nin küresel hegemonyasına dayanan tartışma götürmez bir liberal düzen yanılsamasına yol açtı.”
Liberal düzen artık alternatifsiz değil
Amerikalı siyaset bilimi profesörlerine göre, gelinen noktada artık liberal düzenin alternatifsiz olduğu yanılsaması “lime lime” oluyor. Cooley ve Nexton makalelerinde, Çin ve Rusya başta olmak üzere alternatif dünya düzeni isteyen ülkelerin bu amaçla sürdürdüğü girişimlerden ayrıntılı örnekler veriyor:
“Batı artık hamilelik tekeline sahip değil. Yeni bölgesel örgütler ve siyaset dışı uluslararası ağlar ABD’nin nüfuzuyla yarışıyor. Küresel ekonomideki uzun vadeli değişimler, özellikle Çin’in yükselişi, bu gelişmelerin çoğundan sorumludur. Bu değişimler jeopolitik manzarayı değiştirdi.
Nisan 1997’de, Çin Cumhurbaşkanı Jiang Zemin ve Rusya lideri Boris Yeltsin ‘dünyanın çok kutuplaşmasını ve yeni bir uluslararası düzenin kurulmasını teşvik etme’ sözü verdi. Yıllarca, birçok Batılı bilim adamı ve siyasetçi, bu söylemi önemsiz göstermiş ya da reddetmişti. Pekin’in, ABD liderliğindeki düzenin kurallarına ve normlarına bağlı kaldığına ve Çin’in mevcut sistemden faydalanmaya devam ettiğine dikkat çektiler. Rusya, bu yüzyılın ilk on yılında ABD’yi giderek daha sert kınamasına ve çok kutuplu dünya çağrısını daha sık yinelese de gözlemciler, Moskova’nın önemli müttefiklerden destek alabileceğini düşünmüyordu. Batı’daki analistler, Pekin ve Moskova’nın ararındaki güvensizliği aşıp ABD’nin uluslararası düzeni koruma ve şekillendirme çabalarına karşı iş birliği yapabileceğinden kuşkuluydu.
… Çin ve Rusya şimdi bu düzenin kurumlarının içinde kalarak uluslararası düzenin liberal yönlerine doğrudan itiraz ederken, aynı zamanda, daha fazla nüfuz sahibi oldukları ve insan hakları gibi konuları göz ardı edebilecekleri yeni kurumlar ve etkinlikler aracılığıyla alternatif bir düzen inşa ediyorlar.
Örneğin Birleşmiş Milletler’de iki ülke nasıl oy verecekleri ve hangi girişimlerde bulunacaklarını düzenli olarak müzakere ediyorlar. BM Güvenlik Konseyi’nin daimi üyeleri olarak, Batı müdahalelerini ve rejim değişikliği çağrılarına eşgüdümlü olarak muhalefet ettiler; Batı’nın desteklediği Suriye önerilerini, Venezüella ve Yemen’e yaptırım uygulama çabalarını veto ettiler. Çin ve Rusya, BM Genel Kurulunda, 1991 ve 2005 yılları arasında oylamaların yüzde 78’inde birlikte hareket etmişti. Bu oran 2006-2018 yılları arasında yüzde 86’ya yükseldi. Buna karşılık Çin ve ABD’in BM Genel Kurul oylamalarının sadece yüzde 21’inde aynı oyu kullandı.
Çin ve Rusya, ABD’yi ve Batı’yı açık biçimde dışlayan yeni uluslararası kurumlar ve bölgesel forumlar oluşturmanın da ön saflarında yer alıyor. Belki de bunların en bilineni Brezilya, Rusya, Hindistan, Çin ve Güney Afrika’yı içeren BRICS grubudur. 2006 yılından bu yana BRICS, uluslararası yönetişim ve küresel liderlik konularının tartışılması için dinamik bir ortam olarak sunuyor. 2016 yılında BRICS ülkeleri, gelişmekte olan ülkelerdeki altyapı projelerinin finansmanı için Yeni Kalkınma Bankası’nı da kurdu.
Çin ve Rusya beraber veya tek başlarına çok sayıda yeni bölgesel güvenlik (…) ve ekonomik işbirliği (…) örgütleri kurulmasına önayak oldular. Silahlı kuvvetler arasında iş birliğini teşvik eden ve iki yıllık askeri tatbikatları denetleyen bir güvenlik kuruluşu olan Şanghay İşbirliği Örgütü (ŞİÖ), 2001 yılında hem Pekin hem de Moskova’nın inisiyatifiyle kuruldu. 2017 yılında Hindistan ve Pakistan’ı tam üye olarak ekledi. Sonuçta, otoriter devletlerin egemen olduğu ve daha eski, daha liberal yapılarla rekabet eden paralel küresel yönetişim yapıları ortaya çıktı.”
ŞİÖ sadece “sohbet köşesi” değil
Amerikalı uzmanlara göre, Çin ve Rusya’nın öncülük ettiği uluslararası platformları küçümsemek ve göz ardı etmek anlamlı değil:
“BRICS, ŞİÖ ve diğerleri, üye devletlerin sorunları gerçekten çözmek için çok az şey yaptıkları veya anlamlı bir iş birliğine girdiği “sohbet köşeleri” olarak görmezden geliniyor. Ama diğer uluslararası kurumların çoğu farklı değildir. Kolektif sorunları çözemeseler bile, bölgesel kuruluşlar üyelerinin ortak değerleri teyit etmesine ve bu forumları toplayan güçlerin gücünü artırmasına imkân tanırlar. Üyeleri arasında daha yoğun diplomatik bağlar oluştururlar, bu da bu üyelerin askeri ve siyasi koalisyonlar kurmalarını kolaylaştırır. Kısacası, bu örgütler, Soğuk Savaş’ın sona ermesinden sonra Batı demokrasilerinin egemen olduğu bir altyapı olan uluslararası düzen altyapısının önemli bir parçasını oluşturuyor.
Gerçekten de, Batılı olmayan bu yeni örgütler, daha önce küresel yönetişimin birçok kurumuyla bağlantısı kesilmiş olan Orta Asya gibi bölgelere uluslararası yönetişim mekanizmaları getirmiştir. 2001 yılından bu yana, çoğu Orta Asya ülkesi ŞİÖ, Rus liderliğindeki Toplu Güvenlik Antlaşması Örgütü, EAEU, AIIB ve “Bir Kuşak, Bir Yol” (KYİ) olarak bilinen Çin altyapı yatırım projesine katıldı.”
Batı’nın himaye tekeli son buldu
Cooley ve Nexon’a göre, hami arayanlar için tek seçenek Çin de değil:
“Arap Baharı’ndan sonra Katar gibi Körfez ülkeleri Mısır’a kredi sağladı ve Kahire’nin çalkantılı bir dönemde Uluslararası Para Fonu’na (IMF) başvurmasının önüne geçti. Ancak Çin bu konuda açık ara en hevesli ülke oldu. AidData’nın yaptığı bir araştırmaya göre 2000-2014 yılları arasında toplam Çin dış yardım miktarının 354 milyar dolara ulaştı ve ABD’nin toplam 395 milyar dolarlık yardımına yaklaştı. O tarihten sonra ise Çin’in dış yardımları ABD’nin yardımlarını aştı. Dahası, Çin yardımı Batı’nın liberal ilkeleri yayma çabalarını baltalıyor. Birçok çalışma, Çin fonlarının birçok ülkede kalkınmayı canlandırırken yolsuzluk ve rejim himayesi alışkanlıklarını da bariz biçimde artırdığını gösteriyor. Nepal, Sri Lanka, Sudan ve Güney Sudan gibi savaştan çıkan ülkelerde, Çin’in kalkınma ve yeniden yapılanma kredileri çatışmalardan zaferle ayrılan hükümetlere aktı ve onları iç düşmanlarıyla uzlaşıya varıp, barış ve uzlaşmaya dayalı liberal bir model benimsemesi yönündeki uluslararası baskılardan korudu.
Batı’nın himayedeki tekelinin sona ermesiyle, ABD’nin ekonomik ve güvenlik yörüngesine sıkıca yerleşmiş ülkelerde bile ateşli popülist milliyetçiler aynı anda yükselişe geçti. Macaristan Başbakanı Viktor Orban, Türkiye Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ve Filipinler Cumhurbaşkanı Rodrigo Duterte, kendilerini liberal yıkıma karşı ulusal egemenliğin koruyucuları olarak sundular.”
Liberalizm karşıtlarının küresel ağları yükseliyor
Cooley ve Nexon, yazılarının devamında, liberal ilkeleri yayarak Batı’nın hegemonyasını yayan küresel sivil toplum kuruluşlarının nüfuzunun azalırken, ABD öncülüğündeki küresel düzeni törpüleyen liberal düşünce karşıtı örgütlerin yükseldiğine de dikkat çekiyor:
“Bir diğer önemli değişim, Soğuk Savaş sonrası tek kutupluluktan kopuşu işaret ediyor. Uluslararası liberal düzeni birleştiren çok uluslu sivil toplum ağları artık bir zamanlar sahip oldukları güç ve nüfuza sahip değiller. Liberal olmayan rakipleri şimdi toplumsal cinsiyet hakları, çok kültürlülük ve liberal demokratik yönetişim ilkeleri gibi birçok alanda onlara meydan okuyor. Bu merkezkaç kuvvetlerin bazıları ABD ve Batı Avrupa ülkelerinde ortaya çıktı. Örneğin, ABD silah lobisi Ulusal Silah (Tüfek) Birliği, 2005’te Brezilya’da düzenlenen silah karşıtı referandum önerisine karşı Brezilyalı sağ kanat siyasi hareketlerle ittifak kurup başarıya ulaştı. On yıl sonra, Brezilya siyasi kışkırtıcı Jair Bolsonaro da cumhurbaşkanlığına koltuğuna ulaşmak için aynı ağdan yararlandı…
Despot rejimler, liberal ilkeleri savunan uluslararası ağları ve reform odaklı STK’ların etkisini sınırlamanın ve hatta ortadan kaldırmanın yollarını buldu. Bu yüzyılın ilk on yılında Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla ortaya çıkan ülkelerdeki sözde “renkli devrimler” ve Ortadoğu’daki “Arap Baharı” (2010-2011) bu süreçte kilit rol oynadı. İnsan haklarının savunulması ve demokrasinin teşvikini rejimlerine bir tehdit olarak algılayan otoriter ve liberal olmayan hükümetleri telaşlandırdılar. Bu tür rejimler, tepki olarak dış bağlantılı STK’ların nüfuzunu sınırlandırdı. Bu tür STK’ların yabancı fonlardan yararlanmasına kısıtlama getirildi, çok sayıda siyasi eylemciye yasak konuldu ve bazı aktivistler “yabancı ajan” olarak yaftalandı.
Bazı hükümetler şimdi, hem ülkelerinde liberalleşme yönündeki baskıları bastırmak hem de yurtdışındaki liberal düzene karşı çıkmak için kendi STK’larına sponsor oluyorlar. Örneğin Kremlin, Batılıların renk devrimleri sırasında genç aktivistlere desteğine yanıt olarak, gençleri devleti desteklemek için seferber etmek amacıyla Nashi adlı gençlik grubunu kurdu. Devlet eliyle kurulan ve Çin’in en eski STK’sı olan Çin Kızılhaç’ı, özenle düzenlenmiş bir halkla ilişkiler kampanyası eşliğinde, COVID-19 salgınının ortasında Avrupa ülkelerine tıbbi malzeme tedarik etti. Bu rejimler aynı zamanda, hükümet karşıtı hareketleri ve insan hakları savunucularını sekteye uğratmak için dijital platformları ve sosyal medyayı da kullanıyor. Rusya benzer araçları, demokratik ülkelerde seçimlere hile karıştırmak ve bilgi operasyonları yapmak için de kullandı.”
Yazarlara göre tüm bunlara ek olarak 2008’deki Büyük Durgunluk ve 2015’teki Avrupa’daki mülteci krizi de Batı’daki liberalizm karşıtı dönüşümün hızlanmasına yardımcı oldu.
“Son on yılda, liberal olmayan ağlar (Genellikle ama sağcı ama sadece sağcı değil) Batı içindeki kurulu mutabakata meydan okudu. Bazı gruplar ve şahsiyetler, Avrupa Birliği ve NATO gibi liberal düzenin büyük kurumlarına üyeliğin sürdürülmesinin faydalarını sorguluyor. Batı’daki birçok sağcı hareket Moskova’nın mali ve ahlaki desteğini alıyor. Rusya, demokratik hükümetleri zayıflatmak ve gelecekte yeni müttefiklere sahip olma umuduyla ABD’deki dar oligarşik çıkar odaklarını ve Avrupa’daki aşırı sağ siyasi partileri “karanlık para” operasyonlarını destekliyor. İtalya’da, göçmen karşıtı Lega Partisi (Eski Kuzey Ligi Partisi), Moskova’dan yasadışı mali destek alma girişinin ortaya çıkarılmasına rağmen ülkede halen en çok desteğe sahip partidir. Fransa’da, geçmişte Rusya’dan destek aldığına dair iddialar ortaya atılan yeni adı “Ulusal Birleşim” (Eski adı Ulusal Cephe), iç politikada önemli bir güç olmayı sürdürüyor.”
“Trumpizm Beyaz Saray’ı ele geçirdi”
Amerikalı siyaset bilim profesörleri, dünyadaki liberalizm karşıtı hareketlerin sadece Rusya’dan destek almadığını, Batı demokrasileri içindeki kişi ve hareketlerin de kendine iktidarda yer bulabildiğine değiniyor. Cooley ve Nexon’a göre bunun en bariz örneği Donald Trump’ın ABD başkanlık koltuğuna oturması:
“ABD önderliğindeki düzene karşı çıkan her liberal olmayan ya da sağcı hareket (…) Rusya’ya dönmeye çalışmıyor. Bu tür hareketler gelişmiş sanayi demokrasilerinde siyasetin kutuplaşmasına yardımcı oluyor ve düzenin kurumlarına desteği zayıflatıyor. Bunlardan biri Beyaz Saray’ı bile ele geçirdi: En iyi şekilde “düzen karşıtı” bir hareket olarak tanımlanabilecek olan Trumpçılık, çok uluslu bağlarıyla ABD hegemonyasının merkezindeki ittifakları ve ortaklıkları hedef alıyor.”
Cooley ve Nexon’a göre Trumpizm ve Covid-19 krizi ABD hegemonyasının erozyonunu hızlandırdı:
“Trump yönetiminin tasfiye etme ve günah keçisi haline getirme çabalarının ardından Çin, Dünya Sağlık Örgütü ve diğer küresel kurumlar üzerindeki etkisini nüfuzunu artırdı. (…) Dünyanın dört bir yanında liberalizm karşıtı hükümetler, salgını medya özgürlüğünü kısıtlamak, muhalefeti ve sivil toplumu kısıtlamak için bahane olarak kullanıyorlar. ABD hâlâ askeri üstünlüğe sahip olsa da, ABD hâkimiyetinin bu boyutu, yaşanan küresel kriz ve artçı etkileriyle başa çıkmaya uygun değil.”
Çözülme devam edecek
Cooley ve Nexon’a göre ABD’nin tek kutuplu dünya liderliğini sona erdirecek süreci geri döndürmek kolay değil:
“Askeri harcamaların miktarı, ABD hegemonyasının çözülmesine yol açan süreçleri tersine çeviremez. Muhtemel Demokrat aday olan Joe Biden, bu yıl yapılacak başkanlık seçimlerinde Trump’ı devirse veya Cumhuriyetçi Parti Trumpizmi reddetse bile, çözülme devam edecek.
Şimdi en önemli soru, çözülmenin ne kadar ileriye gideceğidir. Çekirdek müttefikler ABD hegemonyacı sisteminden ayrılacak mı? ABD ne kadar süreyle ve ne ölçüde finansal ve parasal hâkimiyeti koruyabilir? En olumlu sonuç, ABD’de Trumpizmin açık bir şekilde reddedilmesini ve özünde liberal demokratik kurumları yeniden inşa etme taahhüdünü vermesidir. Hem iç hem de uluslararası düzeyde, bu tür çabalar merkez sağ, merkez sol ve ilerici siyasi partiler ve ağlar arasında ittifaklar gerektirecektir.
ABD’li siyasetçilerin tek yapabileceği, küresel hegemonya sonrası dünya için plan yapmaktır. ABD’li yetkililer, Amerikan sisteminin özünü korumaya yardımcı olurlarsa, yeni uluslararası düzenin şekillendirilmesi yarışında kaybeden tarafta olmak yerine, birden fazla güç merkezi dünyada en güçlü askeri ve ekonomik koalisyona liderlik etmesini sağlayabilirler. ABD bu amaçla, kuşatılmış ve yetersiz istihdam edilen Dışişleri Bakanlığı’nı yeniden yapılandırıp diplomatik kaynaklarını daha etkin bir şekilde kullanarak yeniden canlandırmalıdır. Akıllı bir devlet idaresi, rakip çıkarlar ve değişen ittifaklar ile tanımlanan bir dünyada yönünü bulan büyük bir güce zaman tanıyacaktır.” (…)
Cooley ve Nexon yazılarına ABD’li politikacılara yeniden hegemonya peşinde koşmak yerine yeni dünyada yeni bir konum aramalarını tavsiyesinde bulunarak son veriyor:
“Washington, tek kutupluluğun zirvesinde bile her zaman istediğini elde edemedi. Şimdi, ABD’nin siyasi ve ekonomik modelinin çekiciliğini yeterince sürdürmesi için, ABD’nin öncelikle kendi evini çeki düzene sokması gerekiyor. Çin, alternatif bir sistem üretmede kendi engelleriyle karşılaşacak. Pekin, baskı taktikleri, şeffaf olmayan ve genellikle yolsuzluğa batmış anlaşmalarıyla ortak ve müşterilerini usandırabilir. Yeniden canlandırılan bir ABD dış politika cihazı, küresel hegemonya olmasa bile uluslararası düzen üzerinde belirgin bir nüfuz sağlayabilmelidir. Ancak Washington, başarılı olmak için, dünyanın 1990’ların tarihsel olarak anormal dönemine ve bu yüzyılın ilk on yılına artık benzemediğini kabul etmelidir. Tek kutupluluk geride kaldı ve geri gelmiyor.”
Bu yazı ilk kez 30 Haziran 2020’de yayımlanmıştır.