Bazı kadınlar geçip gitmez; içinizde bir perde gibi asılı kalır. Ne zaman eski bir yaz akşamını ansanız, ne zaman bir mendil kokusu dolaşsa burnunuzda, ne zaman bir filmde başını yana eğip susan bir kadın görseniz… İşte orada, o sessizliğin içinde Filiz Akın duruyordur.
Biz onu yalnızca bir “yıldız” olarak değil, bir hatırlama biçimi olarak sevdik.
“Anılar kolay silinmez,” demişti bir filminde. Belki de kendini değil, hissini bıraktı bizde. O yüzden Yeşilçam’daki diğer kadınlar gibi bir jestle, bir haykırışla değil; bir bakışla, suskunlukla, uzaklaşarak yer etti belleğimizde. Onun sinemadaki varlığı bir ışıltı değil, bir gölgeydi; geçip gitmiyor, içimize siniyordu.
Sinemada bir kadının gücü çoğu zaman sözüyle ölçülür: Nasıl bağırdığı, nasıl direndiği, nasıl isyan ettiğiyle… Filiz Akın ise bağırmadı, direnmedi, isyan da etmedi. Ama hissettirdi. Onun kadınları bastırılmış değildi ama hep içe dönüktü. Kırılmış ama parçalanmamıştı. Zarifti, ama zayıf değildi.
“Ankara Ekspresi”, “Utanç” ve diğerleri
Filiz Akın denince çoğu kişinin aklına “Tatlı Dillim”, “Yalancı Yarim” ya da “İstanbul Tatili” gelir. Haklılardır da… O filmlerde kahkahası serin bir rüzgâr gibi eser. Ama bir de pek az anılan, pek az gülünen ama çok daha derin izler bırakan filmleri vardır. Filiz Akın, asıl oralarda bir karakterden çıkıp bir hâle, bir duygunun kendisine dönüşür.
Mesela “Ankara Ekspresi”…
1941 yılının karanlık İstanbul’unda geçen bu casusluk hikâyesinde Filiz Akın, güzel bir kadın değil, soğukkanlı bir görev insanıdır. Gizlidir, saklıdır, az konuşur. Ama tren camından dışarıya baktığında, biz onun içini görürüz. Sevgiyi saklamasını, acıyı sindirmesini, tehlike ile zarafeti aynı bakışta taşımasını bilir. Sessizlik burada bir oyunculuk değil, bir stratejiye dönüşür. Ve Filiz Akın bunu sarsmadan oynar. Hiç taşırmadan.
Ya da “Utanç”…
Bu filmdeki karakteri, sistemin köşeye sıkıştırdığı bir kadını anlatır. Ne bağırır, ne çağırır. Ama film boyunca yüzünden silinmeyen o utanç çizgisiyle, toplumsal baskının neye dönüştüğünü anlatır. Kocasının suçu ona yüklenmiştir. O susar, sineye çeker. Ama izleyici onun sustuğu yerde kendi vicdanıyla yüzleşir. Bu tür roller, bağırmadan sarsan rollerdir. Ve Filiz Akın, Yeşilçam’da bunu en iyi başaran oyunculardan biridir.
Sonra “Kolejli Kızın Aşkı”…
Bu filmde Filiz Akın, eğitimli ve modern bir genç kadını canlandırır. Karakteri, aşk ve kariyer arasında bir denge kurmaya çalışırken, toplumsal beklentilerle de mücadele eder. Filiz Akın’ın bu roldeki performansı, onun zarafetini ve güçlü duruşunu yansıtırken, aynı zamanda duygusal derinliğini de gözler önüne serer. Film boyunca sergilediği içsel çatışma ve sessiz direniş, izleyicinin hafızasında kalıcı bir iz bırakır.
Ve tabii “Umutsuzlar”…
Bu filmde Filiz Akın, Çiğdem karakteriyle karşımıza çıkar. Çiğdem, aşkın ve hayal kırıklığının iç içe geçtiği bir hikâyede, duygularını derinlemesine yaşar ancak bunları dışa vururken ölçülü bir tavır sergiler. Filiz Akın’ın bu roldeki performansı, izleyiciyi karakterin iç dünyasına çekerken, onun sessiz direnişini ve içsel çatışmalarını da hissettirir. Bu film, onun oyunculuk yeteneğinin derinliğini gösteren önemli bir örnektir.
Filiz Akın, bu tür filmlerde ağlamadan acıyı, konuşmadan hikâyeyi anlatabilen bir oyuncuydu. Onu yıldız yapan şey yalnızca fiziği ya da dönemine uygun görünmesi değildi. Filiz Akın, sanki bazı duyguları seyircinin yerine taşıyordu. Göstermiyordu; yaşatıyordu.
Sahnenin ışığına değmeden parlayan kadın
Filiz Akın, beyazperdeden uzaklaşmaya başladığında birçokları onun yıldızının söneceğini sandı. Oysa o, başka yollarla parlamayı bildi. Sahneye, televizyona, tiyatroya adım attı ama bu geçişi hiçbir zaman abartılı bir gösteriye dönüştürmedi. Popülerlik çağırdı belki ama o hep mesafesini korudu.
1977 yılında TRT’de yayınlanan “Podyum Show” adlı müzik ve eğlence programının sunuculuğunu üstlendi. Kameraların önündeydi ama bir sunucu gibi değil, bir ev sahibi gibi yer aldı. Konuşmaları ölçülüydü, kıyafetleri sade ama şıktı. Seyirciyi coşturmak değil, konuklarını ağırlamak derdindeydi. O dönemde bile, onun ekran dili ötekilerden ayrılıyordu.
İki yıl sonra, 1979’da Haldun Dormen’in yazdığı “Bir Ayrılık” adlı tiyatro oyununda sahneye çıktı. Bu, onun için bambaşka bir deneyimdi. Replik ezberlemek değil, canlı bir seyirci karşısında duyguyu taşıyabilmekti mesele. O da bunu, doğal bir akış gibi yaşadı. Her adımında oyunculuğu “başka bir gösteri”ye dönüştürmemek için dikkatliydi.
Aynı yıl, İzmir Fuarı’nda assolist olarak sahneye çıktı.
Zeki Müren, Bülent Ersoy, Ferdi Tayfur gibi dönemin dev ses sanatçılarıyla aynı afişte yer aldı. Fakat onun adı, hiçbir zaman “star sisteminin” parçası gibi durmadı. Herkes yüksek sesle sahneye çıkarken, o sanki usulca süzüldü. Şarkı söyledi, şıklığıyla dikkat çekti, ama asla ucuzlaşmadı. Alkış almak için değil, ölçüyü kaybetmemek için oradaydı.
Ve sonra o unutulmaz, ama çok az hatırlanan olay:
1979 Eylül’ünde İzmir Efes Oteli’ne girerken bir saldırgan tarafından bacağından bıçaklandı. Saldırgan, önce onu çok sevdiğini, ama karşılık göremediğini söyledi. Sonra bir mafya babasının azmettirdiğini iddia etti. Gazeteler büyüttü, manşetler attı. Ama Filiz Akın, bu trajik olay karşısında da gösterişten uzaktı. Aynı gece, yaralı hâliyle sahneye çıktı.
Bir bakıma bu da onun hayatının özeti gibiydi:
Acının bile sahnesi vardı, ama abartısı yoktu.
Filiz Akın sahnede parladı, gel gör ki hiçbir zaman sahnenin cazibesine kapılmadı.
Onun yıldızlığı, spot ışıklarının doğrudan değil, yansımasıyla var oldu.
Çünkü o, göz alıcı olmaktan çok, göze yerleşen bir ışıktı.
Zamanın içinden geçen bir kadın
Filiz Akın’a baktığımızda yalnızca bir dönemin estetik anlayışını değil, zamanla kurulan özel bir ilişki biçimini de görürüz. O, zamanın ruhuna göre şekil alan bir figür değildi; zaman onun etrafında yavaşlardı sanki. Moda değişirdi, filmler dönüşürdü, sokaklar kabuk değiştirirdi… Ama Filiz Akın hep aynı hızla yürürdü. Aynı ölçüyle konuşur, aynı zarafetle yaşardı.
Bu yüzden onun varlığı bir temsil değil, bir hatırlatmaydı. Kadının güçlü olmak için yüksek sesle konuşmak zorunda olmadığını, güzelliğin bir ayrıcalıktan çok bir sorumluluk olduğunu, duygunun taşmadan da derin olabileceğini hatırlatırdı.
Ona dair en çok anlatılan şeylerden biri giyimiydi. Elbiseleri, saç modeli, takıları… Oysa asıl dikkat çeken şey, hiçbir zaman abartılı olmamasıydı. Şıklığı gösterişli değil, ölçülüydü. Ne giydiğini değil, nasıl taşıdığını konuşurduk. Çünkü onun şıklığı bir “tarz” değil, bir “hâl”di.
Zamanın içinden geçerken başkaları kabuk değiştirirken, o çekirdeğini korudu. Oyunculuktan sahneye, sonra ekran dışı bir hayata… Paris’e, hastane koridorlarına, kitaplara ve sessizliğe uzanan bir yolda hep aynı kalan bir yan vardı. Bu yüzden o artık bir film yıldızından çok bir duruş biçimiydi.
Onun yokluğu bir boşluk değil, bir sessizlik bırakıyor ardında. Ve insan zamanla fark ediyor: Bazı insanlar yaşamayı anlatmaz, ama nasıl yaşanması gerektiğini sezdirir.
Filiz Akın sustukça bizde kalan
Filiz Akın sustuğunda bir şeyler eksilmedi yalnızca; bir şeyler de kaldı. Kulağımızda, içimize doğru konuşan bir ses gibi… Bir kadının sessizliğinin, gösterişli bir dönemin tam ortasında nasıl bu kadar görünür olabildiğini hep onunla öğrendik. Sözleriyle değil, yokluğuyla hatırlanacak bir zarafetin izlerini bıraktı bizde.
Onun ardından boşalan yer gürültülü değil. Tam tersine, huzurlu bir eksiklik bu. Çünkü bazı insanlar gittikten sonra değil, gittikleri hâlde içimizde devam ettikleriyle kıymetlidir.
Filiz Akın artık yok. Ama onunla tanıdığımız şeyler—ölçü, incelik, zarafet ve sessiz güç—hâlâ bizimle. Belki bir film repliğinde, belki bir el hareketinde, belki bir yaz akşamında gölgelere karışan yüzünde kalıyor.
Ve biliyoruz artık:
Güzellik bazen bir bakıştan çok, bakışın ardındaki sessizliktir.
Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Fikir Turu’nun editöryel politikasını yansıtmayabilir.
Bu yazı ilk kez 22 Mart 2025’te yayımlanmıştır.