Benim Aysel’im nasıl ölmeye yattı – bir Adalet Ağaoğlu okuması

Bazı yazarlar vardır ki, ne yazsalar okunur. Adalet Ağaoğlu da onlardan… Şiirle başlamış, piyesler yazmış, radyo oyunları yazmış, anılar, mektuplar vs. Ama en çok romanlarıyla var. Belki de en çok “Ölmeye Yatmak”la… Peki, bugün için ne ifade ediyor bu roman? Emel İrtem yazdı.

Adalet Ağaoğlu’nun Dar Zamanlar adlı üçlemesinin ilk basamağı Ölmeye Yatmak romanını okurların büyük çoğunluğunun okumuş olduğunu farz ediyorum. Gene de hatırlatmak açısından birkaç kelimeyle özetlemek gerekirse yapıt, küçük bir kasabadan çıkarak bütün zorluklara rağmen eğitimini tamamlayıp akademisyen olan Aysel’in ölmek için bir otel odasına kendini kapatması, 1 saat 20 dakikada kendi kişisel tarihi içerisinde genç Türkiye ve dünya tarihini hatıralar yoluyla bize aktarması ile şekillenir.

Romanın 27 Mayıs Anayasası’na karşı bir yürüyüş sırasında “karnına düştüğünü” söyler Adalet Hanım. “Kendimize karşı yürüyoruz” diye düşünür. Ve böylece coşkulu bir elbise giymiş ülkünün şaşkın çocuklarını anlatmaya başlar.

Ölmeye Yatmak kuşkusuz pek çok edebiyatçıyı da yazmaya oturtur. Farklı açılardan değerlendirilebilecek bu katmanlı yapıt, üçlemenin diğer kitapları Bir Düğün Gecesi ve Hayır’ı bir yana koyarsak, benim de kendi geçmişime bir yürüyüş eylememe neden olmuş, ölmeye yatan Aysel bazı sorularla zihnimde muzaffer bir alan yaratarak sık sık kendini hatırlatmıştır.

Cinsiyet açmazı ve modernizmin şutları

Bu sorulardan ilki, ölmeye yatan bir erkek olsaydı anlatımda neler değişirdi sorusuydu. Beckett’in Malone’u da ölmeye heveslenmişti, fakat Türkiye’de coğrafyanın tarihini, cinsiyet açmazını ve modernizmin şutlarını nasıl karşılardı merakım buydu. İkincisi ise Ölmeye Yatmak bugün gene bir kadın yazar tarafından yazılsaydı, nasıl yazılırdı? Daha doğrusu Aysel ne anlatırdı? Adalet Hanım’ın Aysel’ini biliyoruz, kendi zamanımın Aysel’inin de ne anlatacağını biliyorum az çok. Metnin ilerleyen aşamalarında biraz buna değineceğim elbet. Ama bugünün Aysel’i ne anlatır diye düşünürken birkaç gün önce rastladığım bir videoyu hatırladım. Güzel genç kızımız yolda yürürken “bana bakanlar güzelliğim karşısında fenalık geçiriyorlar, sonra onları hastaneye götürmek zorunda kalıyorum, bazılarının sigortası da olmuyor, cebimden karşılıyorum, ben de insanım, biraz da beni düşünün…” gibi sözler sarf ediyordu. Acaba şaka mı yapıyordu, yoksa bu da zamanımızın Aysellerinin ölmeye yeni yatış biçimi miydi?

Belki bunu buraya aktararak küçük sinsi bir ticarette tedarikçiliğe dâhil oluyorumdur da haberim yoktur. Bunu bilemem. Çünkü artık yaşadığımız dünyada bildiğimizi sandığımız hiçbir şeyden emin olamayız. Tedirgin bilgi bizi dönüştürmekten çok uzak ve bunca teknolojik kolaylığa, hıza, imkâna rağmen ulaşılması oldukça güç bir alanda kendini imtiyazlılara bir tangram gibi pazarlıyor. Yahut artık bana öyle geliyor. Ama işte düşünmeden edemiyorum, bu zamanın Aysel’inin belleğinde hangi zaman, hangi tarih, hangi geçmiş vardır? Bu yeni zamanın geçmişi Adalet Hanım’ın bize aktardığı geçmiş kadar bir bütünselliği muhafaza ediyor mu, yoksa artık hallaç pamuğu gibi atılmış, oraya buraya serpilmiş, parçaları, kırıntıları, tozu önümüzü göremeyecek kadar ortalığa saçılmış paramparça bir viranelik mi? Yahut var mı bir geçmiş? Gene bilemedim.

Buzullarda sek sek oynamak

Ölümün imkânsız bir varoluş olduğunu düşünmeye başladığım zamanlarda okumuştum Ölmeye Yatmak’ı. Ölümün penceresinden bakıp kendi geçmişini gören Aysel, nasıl oluyordu da aynı zamanda gelecekteki bir Aysel’in de geçmişine bakıyordu? Bu nedenle okumadım da hatırladım gibi bir şey olmuştu.

Romanın anlattığı tarih aralığının benim dünya ile merhabalaşmamdan epey önce olmasına rağmen değişen şeyler çok azdı. Belki karakterlerin isimleri, meslekleri, kasabanın adı gibi şeyler. Ama Dündar Öğretmen yoksa yerine bir Hüseyin Öğretmen, Aydın yoksa Tahsin, Ali yoksa Erhan, Behire yoksa Beyhan hemen boşlukları dolduruverdiler. Kişisel hayatımın kahramanlarının çoğu gençliğin ihtişamını güvenlik hissiyle takas ederken benim Aysel’im bir gemiye atlayıp, hayır, aslında geminin kendisi olup kuzey buz denizinde buzullarda sek sek oynamak hevesindeydi. Nihayetinde gemi parçalana parçalana birkaç tahtadan ibaret kaldı ve son bir çabayla kendi kara parçasına döndü.

Benim zamanımın Aysel’i henüz 11 yaşında radyoda gece Mesut Mertcan darbe haberini okuduktan sonra aldan ala, mordan mora dönen endişeli yüzlerini sabaha kadar muhafaza etmiş ev ahalisinin sessizliğine pek anlam veremedi ve okullar tatil olacak diye sevindi. Ertesi gün durumun sandığından vahim olduğunu anlayıp sevindiği için suçluluk duydu.

Benim zamanımın Aysel’ini parasız yatılıya gönderdiler. İki ağabeyi üniversitede olduğundan oraya gitmesi gerektiği konusunda kimsenin onunla konuşma yapmasına gerek kalmadı.

Hatıranın içinde benlik boğuluyor

Benim zamanımın Aysel’i babası devlete borçlandırıldığından 17 yaşında kaza-i rüşt kararıyla Van’a gönderildi. ANAP ilçe başkanının saygısız olduğu gerekçesiyle hakkında suçlamada bulunduğu bir taksi şoförünün bıçakla, aşiret mensuplarının hastanede yangın baltalarıyla kovaladığı, kadın polis az olduğu için üst aramalarına götürüldüğü, kaldığı lojmana baskın yapanlar için suçlamada bulunduğunda suçlandığı, sınırda bir köye bir kasabaya sürüldüğü, arabalarla kaçırılmaya çalışıldığı, donma tehlikesi geçirdiği ve onca maceradan sonra İstanbul’a gelerek üniversite eğitimine devam ettiği bir başlangıçla hayata atıldı.

Bu kadar hatıranın içinde benlik boğuluyor, bu kadar hatırayı biriktirmek tehlikeli ve yasak olmalı. Her on yıl da bir demans protokolüyle her şey sıfırlanmalı. En son kaldığımız yeri bilmesek de oradan yahut başka bir hayatın ortasından devam etmeliyiz.

Türkiye bir altüst oluşlar cumhuriyeti midir, yoksa bu istikrarlı alt üst oluşlarla ekranımız henüz hayattayken düz mü çizmektedir? Benim Aysel’imin ekranı böyle. Standart prosedür batağında ölerek ve ölümün bozduğu hücrelerin bir hareket başlatma gücüne artık var olmamayı talep ederek kavuşuyor.

Benim Aysel’im otel odasında değil de kendi yatağında bunca yaşanmışlığın nereye gittiğini düşünüyor. Evrenin sonunda kocaman çelik bir kasanın olduğunu ve insanlığın bütün hatıralarının o kasanın çekmecelerinde depolandığını, sonra güneşlere yakıt olarak kullanıldığını düşünmek istiyor. Yahut başka bir gezegende başka birinin hatıralarını tamamladığını, yaşayan herkesin bir diğerinin anılarının kabuğu olduğunu ve bunun yeterli, olanak dâhilinde bir amaç olduğu fikrine inanarak nirvanaya ulaşmak istiyor.

Benim Aysel’im…

Dündar öğretmenin umudunu Erciş’te bir devlet lojmanında yatağındaki Sümerbank nevresimlerinin kırışıklıklarına bırakmıştı. Tepeden inmiş modernizmin topuklu pabuçlarıyla dağa tırmanmaya çalışanın sonu budur. Bizi şimdiki zamana taşıyan ip de çürük. Bizi doruğa doruktaki geleceğe kadar götüremiyor. Mis gibi cehalet kokuyor burası. Herkesin kalp atışının sesi duyuluyor. Çünkü artık kimse konuşmuyor.

Ali’ye yazık oldu. O zeki çocuğa… Benim Aysel’imin Ali’si meslek lisesinden sonra ışıkçı olarak televizyonda çalışmaya başladı. Derken işten geç saatte ayrıldığı bir gecede bir parkta bıçaklanmış cesedini buldular. Tinercilermiş dediler. Hep öyle derler. Polis arkasını kovalamak istemediği, sorup soruşturacak yakınlarının olmadığı meçhul ölülerin faillerine tinercilerdir der. Dosya kapanır.

Benim Aysel’imin Dündar öğretmeni alkolik oldu. Köy enstitülerinin son mezunlarındandı. İçki mi onu içti, o mu içkiyi içti orası net değil. Gene de işine sarhoş gitmedi. Bununla gurur duydu. İçkisini kasabanın dışarıdaki hayatla ilişkisini soluk, kirli perdelerle kesen küçük meyhanesinde, köşedeki ufak masada, kimseyle konuşmadan ve memleketin haline ağlayarak içti. Sonra bir gün olan bitene hâlâ şaşırdığı için kendine kızdı ve suskunluğu derinleşti. Suskunluğu derinleştikçe saçlarını, bedenini daha çok kaşıdı. En sonunda sedef teşhisi koydular. Doktorla konuştuktan sonra gidip bir Atatürk rozeti alıp yakasına taktı. Sabaha ölüsünü buldular.

Benim Aysel’imin Bedriye’si avukat olmak istiyordu. Akrabaları git Ankara’da coğrafya oku öğretmen ol, dediler. Hiçbir haksızlığa tahammülü olmayan bu kız ilk o zaman sustu. Evlenince bir kere daha sustu. Çocukları olunca üç kere sustu. Sonra susmanın var olmanın koşulu olduğunu düşündü. Birinin karısı birinin çocuğu olarak var oldu.

Kalbini eline alıp yıldızlara bakmak

Benim Aysel’im ölmek için otele gitmedi. Bir gün hareket düşüncenin önüne fırladı. Baktı sadece. Evdeki Yahyalı halısının bozuk desenine baktı. Desen olmak istedi, desendeki iplik iplikteki renk olmak istedi. Sonra karardı içi ve gecenin karanlığına karıştı. Boşluğun içini gördü, kendini balkondan boşluğa bıraktı. Birazı, o şaşıran yanı öldü, birazı hayatta kaldı. Düştüğü yerden balkondan boşluğa bakan ölü kendini gördü. Orada dondu hayat. Kuzey buz denizinde bir gemiyken neden limanlara geri döndü? Bunu düşündü ve kalan yarısıyla tekrar yola düştü…

Şimdi benim Aysel’im ülkede olup bitenlere şaşırmıyor. Bir fasit dairede sonsuz bir şimdide kalbini eline alıp yıldızlara bakıyor. Uçan Hollandasız, Amok koşucusu gençlik ve şaşkınlığı ölü Aysel, ülkesinde sefahat içindeki sarıklılara, cümle kuramayan üniversiteli gençlere, her gün haberlere düşen kadın cinayetlerine, adaletsizliğe ve yıllardır kendini tekrar eden muhaliflere bakıp yersiz yurtsuzluğun bedensizliğin içine kaçıyor.

Daha ne kadar sürecek bu?

Akhilleus’la Troya önlerinde kapışan tek memesi kesik Amazon kraliçesi Penthesilea’nın ruhuna ne oldu? Sokrates’in karısını iki bin dört yüz yıldır döven tarih, ne zaman vicdana gelecek?

Evet; hakikatte, “tarihi yeniden yapan el bizi de yapıyor”. Ne mutlu yeter artık diyene… Adalet Hanım Aysellere bir ok bir de yay veriyor. Öle öle hayatta kalmayı öğretiyor.

Adalet Hanım öldü mü?

Ara ara sormadan edemem: Bir yazar eserinde ne kadar vardır? Ben bir romanda tanıştığımla bunca bağ kurar ve ona anlamlar, eylemler yüklerken, bir yazar uzak durabilir mi yarattığı kahramandan?

Biraz bakıyorum hayat öyküsüne… Dört çocuklu bir ailenin ikinci çocuğu olarak dünyaya gelmiş Adalet Ağaoğlu. Ailenin tek kız çocuğu.

Acaba bu bir ipucu olabilir mi eserlerindeki kadınları anlamak isteyenlere…

Ailesi Ankara’ya taşınınca, o da Ankara Kız Lisesi’ni bitirmiş. Yükseköğretimini Ankara Üniversitesi, Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi’nin Fransız Dili ve Edebiyatı bölümünde tamamlamış. Daha okul yıllarında Ulus ve Kaynak dergilerinde şiirleri yayımlanmış.

Tekrar eserlerine dönüyorum. O eserlerde Ankara’nın yerini bulmaya ve anlamaya çalışıyorum.

Sonra üslubu geliyor aklıma Adalet Hanım’ın. Bu üsluba nasıl ulaştığının ihtimaller üzerinden izini sürüyorum: Şiir sayesinde mi?

1951 ile 1970 yılları arasında TRT’de çeşitli görevlerde bulunmuş. İlk tiyatro oyununu da bu dönem yazmış. Yine bu dönem, bazı arkadaşları ile birlikte Ankara’nın ilk özel tiyatrosu olan “Meydan Sahnesi”ni kurmuş.

Adalet Hanım, tiyatro ile ilgili görgü ve bilgisini artırmak için 1953’te Paris’e gitmiş. 1954’te Halim Ağaoğlu ile evlenmiş. Peşi sıra da TRT’deki görevinden, kurumun özerkliğini kaybettiğini düşünerek ayrılmış.

Düşünüyorum eserlerindeki cesur kadınları. Haksızlığa isyan edenleri… Arayış içindekileri… Kendini bulma arzusundakileri… Mutlak sayılmayacak şeyler geliyor aklıma. Teselli mahiyetinde şeyler…

TRT sonrası kendini tamamen roman yazarlığına vermiş Adalet Hanım. 1973 yılında ilk romanı Ölmeye Yatmak’ı yayımlanmış. Sonraki yıllarda aralıksız eserler vermiş. 1996 yılında ciddi bir trafik kazası geçirmiş ve 2 yıla yakın hastanede tedavi görmüş.

2018 yılında Boğaziçi Üniversitesi tarafından fahri doktora unvanı verilmiş Adalet Hanım’a. İki sene sonra, 14 Temmuz 2020’de, çoklu organ yetmezliği nedeniyle ayrılmış aramızdan.

Bir yazar, ölmek’le başlarsa yazmaya, ölerek de başlayabilir mi yaşamaya?

Bence Adalet Hanım ölmedi; ölen sadece o yaratıcı ruha ev olan bedeni.

Kanıt mı?

Bu yazı, böyle bir iddia taşımasa da, bir kanıt sayılabilir yine de… Ta 1973 yılında, yani neredeyse yarım asır önce basılan, dönemin siyasal ve sosyal kaotik yapısını ele alan Ölmeye Yatmak’ı, bugünün koşullarıyla paralel okuyabiliyorsam eğer, niye yaşamıyor olsun ki Adalet Hanım?

Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Fikir Turu’nun editöryel politikasını yansıtmayabilir.

Bu yazı ilk kez 21 Temmuz 2023’te yayımlanmıştır.

Emel İrtem
Emel İrtem
Emel İrtem – Şair, yazar ve hemşire. Eskişehir, Seyitgazi'de doğdu. Eskişehir Sağlık Meslek Lisesi’ni tamamladıktan sonra zorunlu hizmeti için Van’da üç buçuk sene görev yapıp 1990 yılında İstanbul Üniversitesi Latin Dili ve Edebiyatı bölümüne başladı. Çeşitli hastanelerde ve ilkyardım birimlerinde hemşirelik yaptı. 2005-2012 yılları arasında Mardin’de yaşadıktan sonra memleketi Eskişehir’e döndü. 2016 senesinde emekliye ayrıldı. Şiirleri “İblis”, “Sombahar”, “Ludingirra”, “Varlık”, “Göçebe”, “Yasak Meyve”, “Evrensel Kültür”, “Şiir Ülkesi”, “Martı”, “Gard” gibi dergilerde yayımlandı. “Divaneliğe Dönen Pergel” isimli ilk kitabıyla 1999'da Orhon Murat Arıburnu Ödülü'nü kazandı. Başlıca eserleri: “Zehirli Rüya”, “Şeker Farenin Kitaplığı”, “Marcus'un Lisan-ı Kalbi”, “Zaviyesi Yıkık Gönye”, “Sana Seviyem” ve “Kâğıttan Kapılar”…

YORUMLAR

Subscribe
Bildir
guest

0 Yorum
Inline Feedbacks
View all comments

Son Eklenenler

Benim Aysel’im nasıl ölmeye yattı – bir Adalet Ağaoğlu okuması

Bazı yazarlar vardır ki, ne yazsalar okunur. Adalet Ağaoğlu da onlardan… Şiirle başlamış, piyesler yazmış, radyo oyunları yazmış, anılar, mektuplar vs. Ama en çok romanlarıyla var. Belki de en çok “Ölmeye Yatmak”la… Peki, bugün için ne ifade ediyor bu roman? Emel İrtem yazdı.

Adalet Ağaoğlu’nun Dar Zamanlar adlı üçlemesinin ilk basamağı Ölmeye Yatmak romanını okurların büyük çoğunluğunun okumuş olduğunu farz ediyorum. Gene de hatırlatmak açısından birkaç kelimeyle özetlemek gerekirse yapıt, küçük bir kasabadan çıkarak bütün zorluklara rağmen eğitimini tamamlayıp akademisyen olan Aysel’in ölmek için bir otel odasına kendini kapatması, 1 saat 20 dakikada kendi kişisel tarihi içerisinde genç Türkiye ve dünya tarihini hatıralar yoluyla bize aktarması ile şekillenir.

Romanın 27 Mayıs Anayasası’na karşı bir yürüyüş sırasında “karnına düştüğünü” söyler Adalet Hanım. “Kendimize karşı yürüyoruz” diye düşünür. Ve böylece coşkulu bir elbise giymiş ülkünün şaşkın çocuklarını anlatmaya başlar.

Ölmeye Yatmak kuşkusuz pek çok edebiyatçıyı da yazmaya oturtur. Farklı açılardan değerlendirilebilecek bu katmanlı yapıt, üçlemenin diğer kitapları Bir Düğün Gecesi ve Hayır’ı bir yana koyarsak, benim de kendi geçmişime bir yürüyüş eylememe neden olmuş, ölmeye yatan Aysel bazı sorularla zihnimde muzaffer bir alan yaratarak sık sık kendini hatırlatmıştır.

Cinsiyet açmazı ve modernizmin şutları

Bu sorulardan ilki, ölmeye yatan bir erkek olsaydı anlatımda neler değişirdi sorusuydu. Beckett’in Malone’u da ölmeye heveslenmişti, fakat Türkiye’de coğrafyanın tarihini, cinsiyet açmazını ve modernizmin şutlarını nasıl karşılardı merakım buydu. İkincisi ise Ölmeye Yatmak bugün gene bir kadın yazar tarafından yazılsaydı, nasıl yazılırdı? Daha doğrusu Aysel ne anlatırdı? Adalet Hanım’ın Aysel’ini biliyoruz, kendi zamanımın Aysel’inin de ne anlatacağını biliyorum az çok. Metnin ilerleyen aşamalarında biraz buna değineceğim elbet. Ama bugünün Aysel’i ne anlatır diye düşünürken birkaç gün önce rastladığım bir videoyu hatırladım. Güzel genç kızımız yolda yürürken “bana bakanlar güzelliğim karşısında fenalık geçiriyorlar, sonra onları hastaneye götürmek zorunda kalıyorum, bazılarının sigortası da olmuyor, cebimden karşılıyorum, ben de insanım, biraz da beni düşünün…” gibi sözler sarf ediyordu. Acaba şaka mı yapıyordu, yoksa bu da zamanımızın Aysellerinin ölmeye yeni yatış biçimi miydi?

Belki bunu buraya aktararak küçük sinsi bir ticarette tedarikçiliğe dâhil oluyorumdur da haberim yoktur. Bunu bilemem. Çünkü artık yaşadığımız dünyada bildiğimizi sandığımız hiçbir şeyden emin olamayız. Tedirgin bilgi bizi dönüştürmekten çok uzak ve bunca teknolojik kolaylığa, hıza, imkâna rağmen ulaşılması oldukça güç bir alanda kendini imtiyazlılara bir tangram gibi pazarlıyor. Yahut artık bana öyle geliyor. Ama işte düşünmeden edemiyorum, bu zamanın Aysel’inin belleğinde hangi zaman, hangi tarih, hangi geçmiş vardır? Bu yeni zamanın geçmişi Adalet Hanım’ın bize aktardığı geçmiş kadar bir bütünselliği muhafaza ediyor mu, yoksa artık hallaç pamuğu gibi atılmış, oraya buraya serpilmiş, parçaları, kırıntıları, tozu önümüzü göremeyecek kadar ortalığa saçılmış paramparça bir viranelik mi? Yahut var mı bir geçmiş? Gene bilemedim.

Buzullarda sek sek oynamak

Ölümün imkânsız bir varoluş olduğunu düşünmeye başladığım zamanlarda okumuştum Ölmeye Yatmak’ı. Ölümün penceresinden bakıp kendi geçmişini gören Aysel, nasıl oluyordu da aynı zamanda gelecekteki bir Aysel’in de geçmişine bakıyordu? Bu nedenle okumadım da hatırladım gibi bir şey olmuştu.

Romanın anlattığı tarih aralığının benim dünya ile merhabalaşmamdan epey önce olmasına rağmen değişen şeyler çok azdı. Belki karakterlerin isimleri, meslekleri, kasabanın adı gibi şeyler. Ama Dündar Öğretmen yoksa yerine bir Hüseyin Öğretmen, Aydın yoksa Tahsin, Ali yoksa Erhan, Behire yoksa Beyhan hemen boşlukları dolduruverdiler. Kişisel hayatımın kahramanlarının çoğu gençliğin ihtişamını güvenlik hissiyle takas ederken benim Aysel’im bir gemiye atlayıp, hayır, aslında geminin kendisi olup kuzey buz denizinde buzullarda sek sek oynamak hevesindeydi. Nihayetinde gemi parçalana parçalana birkaç tahtadan ibaret kaldı ve son bir çabayla kendi kara parçasına döndü.

Benim zamanımın Aysel’i henüz 11 yaşında radyoda gece Mesut Mertcan darbe haberini okuduktan sonra aldan ala, mordan mora dönen endişeli yüzlerini sabaha kadar muhafaza etmiş ev ahalisinin sessizliğine pek anlam veremedi ve okullar tatil olacak diye sevindi. Ertesi gün durumun sandığından vahim olduğunu anlayıp sevindiği için suçluluk duydu.

Benim zamanımın Aysel’ini parasız yatılıya gönderdiler. İki ağabeyi üniversitede olduğundan oraya gitmesi gerektiği konusunda kimsenin onunla konuşma yapmasına gerek kalmadı.

Hatıranın içinde benlik boğuluyor

Benim zamanımın Aysel’i babası devlete borçlandırıldığından 17 yaşında kaza-i rüşt kararıyla Van’a gönderildi. ANAP ilçe başkanının saygısız olduğu gerekçesiyle hakkında suçlamada bulunduğu bir taksi şoförünün bıçakla, aşiret mensuplarının hastanede yangın baltalarıyla kovaladığı, kadın polis az olduğu için üst aramalarına götürüldüğü, kaldığı lojmana baskın yapanlar için suçlamada bulunduğunda suçlandığı, sınırda bir köye bir kasabaya sürüldüğü, arabalarla kaçırılmaya çalışıldığı, donma tehlikesi geçirdiği ve onca maceradan sonra İstanbul’a gelerek üniversite eğitimine devam ettiği bir başlangıçla hayata atıldı.

Bu kadar hatıranın içinde benlik boğuluyor, bu kadar hatırayı biriktirmek tehlikeli ve yasak olmalı. Her on yıl da bir demans protokolüyle her şey sıfırlanmalı. En son kaldığımız yeri bilmesek de oradan yahut başka bir hayatın ortasından devam etmeliyiz.

Türkiye bir altüst oluşlar cumhuriyeti midir, yoksa bu istikrarlı alt üst oluşlarla ekranımız henüz hayattayken düz mü çizmektedir? Benim Aysel’imin ekranı böyle. Standart prosedür batağında ölerek ve ölümün bozduğu hücrelerin bir hareket başlatma gücüne artık var olmamayı talep ederek kavuşuyor.

Benim Aysel’im otel odasında değil de kendi yatağında bunca yaşanmışlığın nereye gittiğini düşünüyor. Evrenin sonunda kocaman çelik bir kasanın olduğunu ve insanlığın bütün hatıralarının o kasanın çekmecelerinde depolandığını, sonra güneşlere yakıt olarak kullanıldığını düşünmek istiyor. Yahut başka bir gezegende başka birinin hatıralarını tamamladığını, yaşayan herkesin bir diğerinin anılarının kabuğu olduğunu ve bunun yeterli, olanak dâhilinde bir amaç olduğu fikrine inanarak nirvanaya ulaşmak istiyor.

Benim Aysel’im…

Dündar öğretmenin umudunu Erciş’te bir devlet lojmanında yatağındaki Sümerbank nevresimlerinin kırışıklıklarına bırakmıştı. Tepeden inmiş modernizmin topuklu pabuçlarıyla dağa tırmanmaya çalışanın sonu budur. Bizi şimdiki zamana taşıyan ip de çürük. Bizi doruğa doruktaki geleceğe kadar götüremiyor. Mis gibi cehalet kokuyor burası. Herkesin kalp atışının sesi duyuluyor. Çünkü artık kimse konuşmuyor.

Ali’ye yazık oldu. O zeki çocuğa… Benim Aysel’imin Ali’si meslek lisesinden sonra ışıkçı olarak televizyonda çalışmaya başladı. Derken işten geç saatte ayrıldığı bir gecede bir parkta bıçaklanmış cesedini buldular. Tinercilermiş dediler. Hep öyle derler. Polis arkasını kovalamak istemediği, sorup soruşturacak yakınlarının olmadığı meçhul ölülerin faillerine tinercilerdir der. Dosya kapanır.

Benim Aysel’imin Dündar öğretmeni alkolik oldu. Köy enstitülerinin son mezunlarındandı. İçki mi onu içti, o mu içkiyi içti orası net değil. Gene de işine sarhoş gitmedi. Bununla gurur duydu. İçkisini kasabanın dışarıdaki hayatla ilişkisini soluk, kirli perdelerle kesen küçük meyhanesinde, köşedeki ufak masada, kimseyle konuşmadan ve memleketin haline ağlayarak içti. Sonra bir gün olan bitene hâlâ şaşırdığı için kendine kızdı ve suskunluğu derinleşti. Suskunluğu derinleştikçe saçlarını, bedenini daha çok kaşıdı. En sonunda sedef teşhisi koydular. Doktorla konuştuktan sonra gidip bir Atatürk rozeti alıp yakasına taktı. Sabaha ölüsünü buldular.

Benim Aysel’imin Bedriye’si avukat olmak istiyordu. Akrabaları git Ankara’da coğrafya oku öğretmen ol, dediler. Hiçbir haksızlığa tahammülü olmayan bu kız ilk o zaman sustu. Evlenince bir kere daha sustu. Çocukları olunca üç kere sustu. Sonra susmanın var olmanın koşulu olduğunu düşündü. Birinin karısı birinin çocuğu olarak var oldu.

Kalbini eline alıp yıldızlara bakmak

Benim Aysel’im ölmek için otele gitmedi. Bir gün hareket düşüncenin önüne fırladı. Baktı sadece. Evdeki Yahyalı halısının bozuk desenine baktı. Desen olmak istedi, desendeki iplik iplikteki renk olmak istedi. Sonra karardı içi ve gecenin karanlığına karıştı. Boşluğun içini gördü, kendini balkondan boşluğa bıraktı. Birazı, o şaşıran yanı öldü, birazı hayatta kaldı. Düştüğü yerden balkondan boşluğa bakan ölü kendini gördü. Orada dondu hayat. Kuzey buz denizinde bir gemiyken neden limanlara geri döndü? Bunu düşündü ve kalan yarısıyla tekrar yola düştü…

Şimdi benim Aysel’im ülkede olup bitenlere şaşırmıyor. Bir fasit dairede sonsuz bir şimdide kalbini eline alıp yıldızlara bakıyor. Uçan Hollandasız, Amok koşucusu gençlik ve şaşkınlığı ölü Aysel, ülkesinde sefahat içindeki sarıklılara, cümle kuramayan üniversiteli gençlere, her gün haberlere düşen kadın cinayetlerine, adaletsizliğe ve yıllardır kendini tekrar eden muhaliflere bakıp yersiz yurtsuzluğun bedensizliğin içine kaçıyor.

Daha ne kadar sürecek bu?

Akhilleus’la Troya önlerinde kapışan tek memesi kesik Amazon kraliçesi Penthesilea’nın ruhuna ne oldu? Sokrates’in karısını iki bin dört yüz yıldır döven tarih, ne zaman vicdana gelecek?

Evet; hakikatte, “tarihi yeniden yapan el bizi de yapıyor”. Ne mutlu yeter artık diyene… Adalet Hanım Aysellere bir ok bir de yay veriyor. Öle öle hayatta kalmayı öğretiyor.

Adalet Hanım öldü mü?

Ara ara sormadan edemem: Bir yazar eserinde ne kadar vardır? Ben bir romanda tanıştığımla bunca bağ kurar ve ona anlamlar, eylemler yüklerken, bir yazar uzak durabilir mi yarattığı kahramandan?

Biraz bakıyorum hayat öyküsüne… Dört çocuklu bir ailenin ikinci çocuğu olarak dünyaya gelmiş Adalet Ağaoğlu. Ailenin tek kız çocuğu.

Acaba bu bir ipucu olabilir mi eserlerindeki kadınları anlamak isteyenlere…

Ailesi Ankara’ya taşınınca, o da Ankara Kız Lisesi’ni bitirmiş. Yükseköğretimini Ankara Üniversitesi, Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi’nin Fransız Dili ve Edebiyatı bölümünde tamamlamış. Daha okul yıllarında Ulus ve Kaynak dergilerinde şiirleri yayımlanmış.

Tekrar eserlerine dönüyorum. O eserlerde Ankara’nın yerini bulmaya ve anlamaya çalışıyorum.

Sonra üslubu geliyor aklıma Adalet Hanım’ın. Bu üsluba nasıl ulaştığının ihtimaller üzerinden izini sürüyorum: Şiir sayesinde mi?

1951 ile 1970 yılları arasında TRT’de çeşitli görevlerde bulunmuş. İlk tiyatro oyununu da bu dönem yazmış. Yine bu dönem, bazı arkadaşları ile birlikte Ankara’nın ilk özel tiyatrosu olan “Meydan Sahnesi”ni kurmuş.

Adalet Hanım, tiyatro ile ilgili görgü ve bilgisini artırmak için 1953’te Paris’e gitmiş. 1954’te Halim Ağaoğlu ile evlenmiş. Peşi sıra da TRT’deki görevinden, kurumun özerkliğini kaybettiğini düşünerek ayrılmış.

Düşünüyorum eserlerindeki cesur kadınları. Haksızlığa isyan edenleri… Arayış içindekileri… Kendini bulma arzusundakileri… Mutlak sayılmayacak şeyler geliyor aklıma. Teselli mahiyetinde şeyler…

TRT sonrası kendini tamamen roman yazarlığına vermiş Adalet Hanım. 1973 yılında ilk romanı Ölmeye Yatmak’ı yayımlanmış. Sonraki yıllarda aralıksız eserler vermiş. 1996 yılında ciddi bir trafik kazası geçirmiş ve 2 yıla yakın hastanede tedavi görmüş.

2018 yılında Boğaziçi Üniversitesi tarafından fahri doktora unvanı verilmiş Adalet Hanım’a. İki sene sonra, 14 Temmuz 2020’de, çoklu organ yetmezliği nedeniyle ayrılmış aramızdan.

Bir yazar, ölmek’le başlarsa yazmaya, ölerek de başlayabilir mi yaşamaya?

Bence Adalet Hanım ölmedi; ölen sadece o yaratıcı ruha ev olan bedeni.

Kanıt mı?

Bu yazı, böyle bir iddia taşımasa da, bir kanıt sayılabilir yine de… Ta 1973 yılında, yani neredeyse yarım asır önce basılan, dönemin siyasal ve sosyal kaotik yapısını ele alan Ölmeye Yatmak’ı, bugünün koşullarıyla paralel okuyabiliyorsam eğer, niye yaşamıyor olsun ki Adalet Hanım?

Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Fikir Turu’nun editöryel politikasını yansıtmayabilir.

Bu yazı ilk kez 21 Temmuz 2023’te yayımlanmıştır.

Emel İrtem
Emel İrtem
Emel İrtem – Şair, yazar ve hemşire. Eskişehir, Seyitgazi'de doğdu. Eskişehir Sağlık Meslek Lisesi’ni tamamladıktan sonra zorunlu hizmeti için Van’da üç buçuk sene görev yapıp 1990 yılında İstanbul Üniversitesi Latin Dili ve Edebiyatı bölümüne başladı. Çeşitli hastanelerde ve ilkyardım birimlerinde hemşirelik yaptı. 2005-2012 yılları arasında Mardin’de yaşadıktan sonra memleketi Eskişehir’e döndü. 2016 senesinde emekliye ayrıldı. Şiirleri “İblis”, “Sombahar”, “Ludingirra”, “Varlık”, “Göçebe”, “Yasak Meyve”, “Evrensel Kültür”, “Şiir Ülkesi”, “Martı”, “Gard” gibi dergilerde yayımlandı. “Divaneliğe Dönen Pergel” isimli ilk kitabıyla 1999'da Orhon Murat Arıburnu Ödülü'nü kazandı. Başlıca eserleri: “Zehirli Rüya”, “Şeker Farenin Kitaplığı”, “Marcus'un Lisan-ı Kalbi”, “Zaviyesi Yıkık Gönye”, “Sana Seviyem” ve “Kâğıttan Kapılar”…

YORUMLAR

Subscribe
Bildir
guest

0 Yorum
Inline Feedbacks
View all comments

Son Eklenenler

0
Would love your thoughts, please comment.x