Ben neden öğretmenim?

Tiyatro grubuna ilk geldiğinde özgüven problemi yaşayan bir öğrencim sene sonu gösterisinde başrol oynadı. Şimdi moda tasarımcısı. Erken yaşta okuldan alınıp evlendirilmek istenen bir öğrencim şimdi üniversitede. Bu iş belki de bu anlar için yapılıyor.

Kişisel hikayem çok daha önce başlasa da, öğretmenlik hikayem liseyle başladı. 2007 yılında öğretmen lisesini kazandım. Öğretmenlik ruhu ve kültürüyle lise yıllarım geçti. İlk staj çalışmam ise yine lise yıllarında, ilkokul 3. sınıflarla olmuştu. Sınıfta olmak, masanın diğer tarafına geçmek, bana çok daha anlamlı gelmişti.

Üniversite tercih sürecine girdiğimde ailem, arkadaşlarım ve öğretmenlerim hukuk okumam gerektiğini söylüyordu. Çünkü puanım yetiyordu ve onlara göre hukukçu olmalıydım. Ancak ben, 7. sınıfta okulumuzda ilk defa bir psikolojik danışman gördüğümde ve onunla konuştuğumda yapacağım işe karar vermiştim. “Ben bu öğretmen gibi olacağım,” demiştim. O, okulda hep gülen gözlerle gezen, derdimiz olduğunda bizi dinleyen kişiydi. Ben de öyle olmak istiyordum.

Ben öğretmen miyim?

Üniversitede Psikolojik Danışmanlık ve Rehberlik bölümünü kazandığımda, lise yıllarında şekillenen tüm düşüncelerim sarsılmaya başladı. “Ben öğretmen miyim? Psikolojik danışman mıyım? Psikolojik danışmanlık ve öğretmenlik birbirinden farklı mı? Yoksa bu iki rol aynı potada eritilemez mi?” Bu sorular, içimde bir yerde hâlâ devam ederken, 2015 yılında Milli Eğitim Bakanlığı’nda psikolojik danışman ve rehber öğretmen olarak göreve başladım. İlginçtir ki görev unvanımız bile bir “slash” işaretiyle ayrılmıştı: Psikolojik Danışman/Rehber Öğretmen.

Kendimi tam olarak öğretmen olarak tanımlayamıyordum. Bunun sebebi, gerçekten öğretmenlik yapmıyor oluşumdu. Sınıfta öğrencilerle sürekli yol almak, onlarla birebir temas halinde olmak, çok daha yorucu ve katmanlı bir süreç. Sanırım benim işim biraz daha farklı—ya da belki bana öyle geliyor. “Rehberlik servisi yalnızlığı” diyoruz bazen buna mesleki toplantılarda. O odada, bir öğrenciyle baş başa kalmak, içimden geçen duyguları bastırarak, öğrencinin anlattığı en ağır hikayeleri bile soğukkanlılıkla dinlemeye çalışmak… Bu, zor bir yalnızlık olabiliyor.

Anne bileziğiyle ilk görev yerinde ev aramak

İlk görevime başladığımda, ilk defa kendime ait bir evimin olmasını bir yana bırakın, kendime ait bir odam olacaktı. Bu, çok heyecan vericiydi. Tabii ki bekar bir öğretmen olarak ev kiralamak istemeyen ev sahipleriyle karşılaşana kadar… Bilmediğim küçük bir ilçede ev ararken, her “hayır” cevabıyla umudum tükeniyordu. Bana ev kiralamayan insanlarla mı aynı yerde yaşayacaktım? Bir şekilde, birilerinin kefil olmasıyla ev bulundu. Ancak bomboştu. Umutsuzluğumla beraber eşya almaya gittim. Henüz maaş almamıştım ve cebimde sadece annemin bileziği vardı. Annem, “Kızım, bununla idare et maaşını alana kadar,” demişti.

Mutsuzluğum yerini bir umuda bıraktı. Eşyaları aldım. Dükkan sahibi, ne kredi kartı ne senet ne de bir telefon numarası istedi. Aldığım tüm eşyaları elden taksit yaptı. “Ya ödemezsem?” diye sorduğumda, “Canın sağ olsun hocam,” dedi. O sözle eve döndüm. Artık içinde eşyalar olan bir evim vardı. O adam, sadece eşya konusunda değil, bana orada bir hayat kurarken umut da verdi.

“Hocam, siz çok mu fakirsiniz de aileniz sizi çalışmaya gönderdi?”

22 yaşında genç bir kadın olarak küçük bir ilçede göreve başladığımda, öğrencilerim bana “Hocam, siz çok mu fakirsiniz de aileniz sizi çalışmaya gönderdi?” diye soruyordu. Kadın algısının böyle olduğu bir yerde, 4 yıl sonra onlar için “Hoca Hanım” oldum. Ama bu 4 yılda, velilerin yüzüme kağıt fırlatmasından beni muhatap almamalarına kadar birçok şey yaşadım.

Kadın olduğum için ben değil, erkek bir öğretmenin sözleri kıymetli oldu çoğu zaman.

Okullarda kadın yoğunluğu öğretmen olsa bile kadınlar hâlâ azınlıkta. Kadından idareci olmaz mesela; sınıfa girsin, çıksın çoğu insan için yeterlidir.

Elimizin hamuru burada da var. Nasıl var oldum, nasıl devam ettim bilmiyorum.

Meslek hayatımdaki en tatlı hata

Meslek hayatımdaki en tatlı hata, ilk atandığım okulun bir erkek lisesi olduğunu bilmemem olabilir. Tabii ki öğrencilerimin kültürel farklılıklarını gözetmeden derse başlamıştım. İlk dersimde 11. sınıflara sağlıklı yaşamı anlatıyordum. Yaş ve görünüm, onların açısından pek önemli değildi ve ben çok da öğretmen gibi görünmüyordum. “Onların ihtiyacı ne? Kendilerini nasıl daha iyi dinlerler? Nasıl kabul edilmiş ve değer verilmiş hissederler?” diye hiç düşünmemiştim.

O okulda öğrencilerimle birlikte büyüdüm. Ve hâlâ, öğrencilerimle büyümeye, olgunlaşmaya devam ediyorum.

Okul, hayat değil mi?

Uzun süredir mülteci öğrencilerle çalışıyorum. Bazen öğrenciler arabamın yanından koşuyorlardı. Bir öğretmen, “Bunlar araba mı görmemişler,” dedi. Durup düşündüm: Evet, görmemiş olabilirler. Asansöre binmemiş, restoranda yemek yememiş ya da sinemaya gitmemiş olabilirler. Kendime sordum: Okul, hayat değil mi?

Hemen boş bir sınıfı sinema salonuna çevirdik. Küçük küçük biletler hazırladık, kilolarca mısır patlattık. Sınıfları sırayla sinema salonuna aldık. Aynı çizgi filmi 16 kez izledim. Bugüne kadar hiçbir filmden bu kadar keyif almadım. Hiç oyuncağı olmamış bir öğrencimiz için boş bir sınıfı temizleyip sağdan soldan bulduğumuz malzemelerle oyun odasına çevirdik.

Ama yaptığım her iş bu kadar keyifli değildi. Bir gün, ortaokul 8. sınıfta bir kız öğrencimin ailesi geldi ve “Hocam, çalışması lazım, okuldan alacağız. Sizi idare edin,” dedi. Bunu o kadar olağan bir şekilde söylediler ki… “Bunu yapamam. Siz de bunu yapamazsınız,” dediğimde şaşırdılar. “Daha evleniyor, baba yok, evde para lazım. Siz anlamaz mısınız?” dediler.

“Evet, anlamam,” dedim. “8. sınıf bir çocuk nasıl ev geçindirir, nerede çalışır, nasıl güvende olur?” diye düşündüm. Kafamda bir sürü soru vardı. Anneyle saatlerce konuştuk. Tatlı dille başlayan konuşma, bildirim ve yasaların konuşulmasıyla devam etti. “Bu bir suç. Yapamazsınız. Yaparsanız polise bildiririm,” dedim. Anne vazgeçti.

Öğrencimin mezuniyete az kala, anneyle tekrar masaya oturduk. Lise okuması için bir çözüm bulduk. İlgi duyduğu meslek lisesinin aşçılık bölümüne kaydoldu. Staj sürecinde aldığı maaşla ailesine destek olabilecekti. Gözleri parlayarak bana teşekkür etti.

Meslek hayatımdaki en büyük korkum: erken yaşta evlilik

Meslek hayatımdaki en büyük korkum, erken yaşta evlilik… Çocuk gelinler… Onların bunu normal kabul etmeleri… Hele ki bunu isteyen öğrenciler, bunun kader olduğuna inananlar… Başka bir alternatifi düşünmeyen öğrenciler…

Okulda panolar, seminerler, sınıf çalışmaları ile mutlaka bilgilendirme yapıyoruz. Sonrasında ya bir öğrencim geliyor: “Öğretmenim, başka bir hayat mümkün mü?” diye soruyor ya da başka öğrenciler geliyor: “Öğretmenim, arkadaşımı evlendirecekler,” diye anlatıyor.

En büyük şansım, beraber çalıştığım müdürüm. Kendisi, velileri çağırıp konuşuyor. “Hocam, yanlış anladınız. Yok öyle bir şey,” diyorlar. Ama bazen bu yetmiyor. Sosyal hizmetler devreye giriyor.

Her zaman “Tamam,” deyip kenara çekilmiyor veliler. Tehditler geliyor. Tek başıma eve gittiğimde korktuğumu belli etmeden karşılıyorum bu tehditleri. Sanki gerçekten korkmamışım gibi davranıyorum. Ama hiçbir zaman bir çocuğun geleceğini umursamayacak noktaya gelemem, bunu biliyorum.

Bugün bizi tehdit eden velilerin bir gün bize teşekkür edeceğini düşünüyorum. Ya da bilmiyorum… Zaten bunu teşekkür için yapmıyorum. Sadece bir çocuğun hayatına dokunmak amacıyla yapıyorum. Bir gün bir çocuk evlenmek isteyebilir, bir yuva kurabilir, anne ya da baba olmak isteyebilir. Ama bunu kendi istediği için, kendi standartlarına göre, mutlu olmak için yapması gerektiğini düşünüyorum. Tek bildiğim bu. Elimden gelen de bu.

Bu işi neden yapıyorum?

Bazen kendime şu soruyu soruyorum: “Bu işi neden yapıyorum?”

Ben bir çiçek ekiyorum. Bazen o çiçeğin açtığını görüyorum, bazen görmüyorum. Ama bazen, yıllar sonra onun açtığını öğreniyorum. Göreve başladığım ilk senelerde, yaşadığı hayatı kaderi gibi gören, başka bir ihtimalin varlığına inanmayan öğrencilerim vardı. Hâlâ var. O öğrencilerimden biriyle uzun süre hayaller, hedefler ve güçlü yönler üzerine çalıştık. Polis olmak istiyordu. Yazılı sınavdan mülakat sürecine kadar provalar yaptık, kaygı çalışmaları gerçekleştirdik. Ve yıllar sonra, o öğrencim polis üniformasıyla bana bir Öğretmenler Günü mesajı attı. O mesajı aldıktan sonra, mesleki unvanımı tartışmayı bıraktım.

Tiyatro topluluğuna ilk geldiğinde büyük bir özgüven problemi yaşayan bir öğrencim, sene sonu gösterisinde başrol oynadı. Moda tasarımı okudu ve çalışıyor. Erken yaşta okuldan alınıp evlendirilmek istenen bir öğrencim, okula devam etti ve beni her gördüğünde gözleri parlıyor. İşte, bu iş belki de bu anlar için yapılıyor. Hayatına dokunduğumu hissettiğim öğrenciler için…

Sırtımdaki ve kalbimde büyük yük

Öğrencilerin yararı ve güvenliği için kendi güvenliğinden vazgeçmek çünkü onlar daha çocuk ve biz onları korumak zorundayız.

Eve gittiğinde işi işte bırakamamak…

Peki ya ulaşamadığım öğrenciler?

Gücümün yetmediği onca olay?

Üniversiteyi kazandığı hâlde imkânsızlıklar yüzünden gidemeyen, özel durumundan dolayı sınıf arkadaşları tarafından dışlanan, kendini hiçbir yere ait hissetmeyen, zorbalığa maruz kalan, içinde yaşadığı fırtınaları anlatmayan, “işe yaramaz zaten” diye etiketlenen, okula devam edebilmek için savaş veren öğrenciler…

İşte onlar için elimden bir şey gelmeyince sırtımda ve kalbimde büyük bir yük taşıyorum. O zaman kendimi hiçbir işe yaramaz gibi hissediyorum.

Ben öğretmen miyim, psikolojik danışman mıyım, hâlâ bilmiyorum. Bu işi neden yaptığımı da… Ama bildiğim bir şey var: Şu an bile hayal ettiğimde, kendimi bir okuldan başka bir yerde düşünemiyorum. “İşe gidiyorum” demiyorum mesela; “Okula gidiyorum” diyorum. Ben her sabah o öğrencileri görünce mutlu oluyorum. Mantıklı değil belki. Ama bu meslekte çokça sevgi ve gönül bağı var. Ve sanırım bu, her şeyden daha değerli.

Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Fikir Turu’nun editöryel politikasını yansıtmayabilir.

Bu yazı ilk kez 24 Kasım 2024’te yayımlanmıştır.

Fikir Turu
Fikir Turuhttps://fikirturu.com/
Fikir Turu, yalnızca Türkiye’deki düşünce hayatını değil, dünyanın da ne düşündüğünü, tartıştığını okurlarına aktarmaya çalışıyor. Bu amaçla, İngilizce, Arapça, Rusça, Almanca ve Çince yazılmış önemli makalelerin belli başlı bölümlerini çevirerek, editoryal katkılarla okuruna sunmaya çalışıyor. Her makalenin orijinal metnine ve değerli çevirmen arkadaşlarımızın bilgilerine makalenin alt kısmındaki notlardan ulaşabilirsiniz.

YORUMLAR

Subscribe
Bildir
guest

1 Yorum
Eskiler
En Yeniler Beğenilenler
Inline Feedbacks
View all comments

Son Eklenenler

Ben neden öğretmenim?

Tiyatro grubuna ilk geldiğinde özgüven problemi yaşayan bir öğrencim sene sonu gösterisinde başrol oynadı. Şimdi moda tasarımcısı. Erken yaşta okuldan alınıp evlendirilmek istenen bir öğrencim şimdi üniversitede. Bu iş belki de bu anlar için yapılıyor.

Kişisel hikayem çok daha önce başlasa da, öğretmenlik hikayem liseyle başladı. 2007 yılında öğretmen lisesini kazandım. Öğretmenlik ruhu ve kültürüyle lise yıllarım geçti. İlk staj çalışmam ise yine lise yıllarında, ilkokul 3. sınıflarla olmuştu. Sınıfta olmak, masanın diğer tarafına geçmek, bana çok daha anlamlı gelmişti.

Üniversite tercih sürecine girdiğimde ailem, arkadaşlarım ve öğretmenlerim hukuk okumam gerektiğini söylüyordu. Çünkü puanım yetiyordu ve onlara göre hukukçu olmalıydım. Ancak ben, 7. sınıfta okulumuzda ilk defa bir psikolojik danışman gördüğümde ve onunla konuştuğumda yapacağım işe karar vermiştim. “Ben bu öğretmen gibi olacağım,” demiştim. O, okulda hep gülen gözlerle gezen, derdimiz olduğunda bizi dinleyen kişiydi. Ben de öyle olmak istiyordum.

Ben öğretmen miyim?

Üniversitede Psikolojik Danışmanlık ve Rehberlik bölümünü kazandığımda, lise yıllarında şekillenen tüm düşüncelerim sarsılmaya başladı. “Ben öğretmen miyim? Psikolojik danışman mıyım? Psikolojik danışmanlık ve öğretmenlik birbirinden farklı mı? Yoksa bu iki rol aynı potada eritilemez mi?” Bu sorular, içimde bir yerde hâlâ devam ederken, 2015 yılında Milli Eğitim Bakanlığı’nda psikolojik danışman ve rehber öğretmen olarak göreve başladım. İlginçtir ki görev unvanımız bile bir “slash” işaretiyle ayrılmıştı: Psikolojik Danışman/Rehber Öğretmen.

Kendimi tam olarak öğretmen olarak tanımlayamıyordum. Bunun sebebi, gerçekten öğretmenlik yapmıyor oluşumdu. Sınıfta öğrencilerle sürekli yol almak, onlarla birebir temas halinde olmak, çok daha yorucu ve katmanlı bir süreç. Sanırım benim işim biraz daha farklı—ya da belki bana öyle geliyor. “Rehberlik servisi yalnızlığı” diyoruz bazen buna mesleki toplantılarda. O odada, bir öğrenciyle baş başa kalmak, içimden geçen duyguları bastırarak, öğrencinin anlattığı en ağır hikayeleri bile soğukkanlılıkla dinlemeye çalışmak… Bu, zor bir yalnızlık olabiliyor.

Anne bileziğiyle ilk görev yerinde ev aramak

İlk görevime başladığımda, ilk defa kendime ait bir evimin olmasını bir yana bırakın, kendime ait bir odam olacaktı. Bu, çok heyecan vericiydi. Tabii ki bekar bir öğretmen olarak ev kiralamak istemeyen ev sahipleriyle karşılaşana kadar… Bilmediğim küçük bir ilçede ev ararken, her “hayır” cevabıyla umudum tükeniyordu. Bana ev kiralamayan insanlarla mı aynı yerde yaşayacaktım? Bir şekilde, birilerinin kefil olmasıyla ev bulundu. Ancak bomboştu. Umutsuzluğumla beraber eşya almaya gittim. Henüz maaş almamıştım ve cebimde sadece annemin bileziği vardı. Annem, “Kızım, bununla idare et maaşını alana kadar,” demişti.

Mutsuzluğum yerini bir umuda bıraktı. Eşyaları aldım. Dükkan sahibi, ne kredi kartı ne senet ne de bir telefon numarası istedi. Aldığım tüm eşyaları elden taksit yaptı. “Ya ödemezsem?” diye sorduğumda, “Canın sağ olsun hocam,” dedi. O sözle eve döndüm. Artık içinde eşyalar olan bir evim vardı. O adam, sadece eşya konusunda değil, bana orada bir hayat kurarken umut da verdi.

“Hocam, siz çok mu fakirsiniz de aileniz sizi çalışmaya gönderdi?”

22 yaşında genç bir kadın olarak küçük bir ilçede göreve başladığımda, öğrencilerim bana “Hocam, siz çok mu fakirsiniz de aileniz sizi çalışmaya gönderdi?” diye soruyordu. Kadın algısının böyle olduğu bir yerde, 4 yıl sonra onlar için “Hoca Hanım” oldum. Ama bu 4 yılda, velilerin yüzüme kağıt fırlatmasından beni muhatap almamalarına kadar birçok şey yaşadım.

Kadın olduğum için ben değil, erkek bir öğretmenin sözleri kıymetli oldu çoğu zaman.

Okullarda kadın yoğunluğu öğretmen olsa bile kadınlar hâlâ azınlıkta. Kadından idareci olmaz mesela; sınıfa girsin, çıksın çoğu insan için yeterlidir.

Elimizin hamuru burada da var. Nasıl var oldum, nasıl devam ettim bilmiyorum.

Meslek hayatımdaki en tatlı hata

Meslek hayatımdaki en tatlı hata, ilk atandığım okulun bir erkek lisesi olduğunu bilmemem olabilir. Tabii ki öğrencilerimin kültürel farklılıklarını gözetmeden derse başlamıştım. İlk dersimde 11. sınıflara sağlıklı yaşamı anlatıyordum. Yaş ve görünüm, onların açısından pek önemli değildi ve ben çok da öğretmen gibi görünmüyordum. “Onların ihtiyacı ne? Kendilerini nasıl daha iyi dinlerler? Nasıl kabul edilmiş ve değer verilmiş hissederler?” diye hiç düşünmemiştim.

O okulda öğrencilerimle birlikte büyüdüm. Ve hâlâ, öğrencilerimle büyümeye, olgunlaşmaya devam ediyorum.

Okul, hayat değil mi?

Uzun süredir mülteci öğrencilerle çalışıyorum. Bazen öğrenciler arabamın yanından koşuyorlardı. Bir öğretmen, “Bunlar araba mı görmemişler,” dedi. Durup düşündüm: Evet, görmemiş olabilirler. Asansöre binmemiş, restoranda yemek yememiş ya da sinemaya gitmemiş olabilirler. Kendime sordum: Okul, hayat değil mi?

Hemen boş bir sınıfı sinema salonuna çevirdik. Küçük küçük biletler hazırladık, kilolarca mısır patlattık. Sınıfları sırayla sinema salonuna aldık. Aynı çizgi filmi 16 kez izledim. Bugüne kadar hiçbir filmden bu kadar keyif almadım. Hiç oyuncağı olmamış bir öğrencimiz için boş bir sınıfı temizleyip sağdan soldan bulduğumuz malzemelerle oyun odasına çevirdik.

Ama yaptığım her iş bu kadar keyifli değildi. Bir gün, ortaokul 8. sınıfta bir kız öğrencimin ailesi geldi ve “Hocam, çalışması lazım, okuldan alacağız. Sizi idare edin,” dedi. Bunu o kadar olağan bir şekilde söylediler ki… “Bunu yapamam. Siz de bunu yapamazsınız,” dediğimde şaşırdılar. “Daha evleniyor, baba yok, evde para lazım. Siz anlamaz mısınız?” dediler.

“Evet, anlamam,” dedim. “8. sınıf bir çocuk nasıl ev geçindirir, nerede çalışır, nasıl güvende olur?” diye düşündüm. Kafamda bir sürü soru vardı. Anneyle saatlerce konuştuk. Tatlı dille başlayan konuşma, bildirim ve yasaların konuşulmasıyla devam etti. “Bu bir suç. Yapamazsınız. Yaparsanız polise bildiririm,” dedim. Anne vazgeçti.

Öğrencimin mezuniyete az kala, anneyle tekrar masaya oturduk. Lise okuması için bir çözüm bulduk. İlgi duyduğu meslek lisesinin aşçılık bölümüne kaydoldu. Staj sürecinde aldığı maaşla ailesine destek olabilecekti. Gözleri parlayarak bana teşekkür etti.

Meslek hayatımdaki en büyük korkum: erken yaşta evlilik

Meslek hayatımdaki en büyük korkum, erken yaşta evlilik… Çocuk gelinler… Onların bunu normal kabul etmeleri… Hele ki bunu isteyen öğrenciler, bunun kader olduğuna inananlar… Başka bir alternatifi düşünmeyen öğrenciler…

Okulda panolar, seminerler, sınıf çalışmaları ile mutlaka bilgilendirme yapıyoruz. Sonrasında ya bir öğrencim geliyor: “Öğretmenim, başka bir hayat mümkün mü?” diye soruyor ya da başka öğrenciler geliyor: “Öğretmenim, arkadaşımı evlendirecekler,” diye anlatıyor.

En büyük şansım, beraber çalıştığım müdürüm. Kendisi, velileri çağırıp konuşuyor. “Hocam, yanlış anladınız. Yok öyle bir şey,” diyorlar. Ama bazen bu yetmiyor. Sosyal hizmetler devreye giriyor.

Her zaman “Tamam,” deyip kenara çekilmiyor veliler. Tehditler geliyor. Tek başıma eve gittiğimde korktuğumu belli etmeden karşılıyorum bu tehditleri. Sanki gerçekten korkmamışım gibi davranıyorum. Ama hiçbir zaman bir çocuğun geleceğini umursamayacak noktaya gelemem, bunu biliyorum.

Bugün bizi tehdit eden velilerin bir gün bize teşekkür edeceğini düşünüyorum. Ya da bilmiyorum… Zaten bunu teşekkür için yapmıyorum. Sadece bir çocuğun hayatına dokunmak amacıyla yapıyorum. Bir gün bir çocuk evlenmek isteyebilir, bir yuva kurabilir, anne ya da baba olmak isteyebilir. Ama bunu kendi istediği için, kendi standartlarına göre, mutlu olmak için yapması gerektiğini düşünüyorum. Tek bildiğim bu. Elimden gelen de bu.

Bu işi neden yapıyorum?

Bazen kendime şu soruyu soruyorum: “Bu işi neden yapıyorum?”

Ben bir çiçek ekiyorum. Bazen o çiçeğin açtığını görüyorum, bazen görmüyorum. Ama bazen, yıllar sonra onun açtığını öğreniyorum. Göreve başladığım ilk senelerde, yaşadığı hayatı kaderi gibi gören, başka bir ihtimalin varlığına inanmayan öğrencilerim vardı. Hâlâ var. O öğrencilerimden biriyle uzun süre hayaller, hedefler ve güçlü yönler üzerine çalıştık. Polis olmak istiyordu. Yazılı sınavdan mülakat sürecine kadar provalar yaptık, kaygı çalışmaları gerçekleştirdik. Ve yıllar sonra, o öğrencim polis üniformasıyla bana bir Öğretmenler Günü mesajı attı. O mesajı aldıktan sonra, mesleki unvanımı tartışmayı bıraktım.

Tiyatro topluluğuna ilk geldiğinde büyük bir özgüven problemi yaşayan bir öğrencim, sene sonu gösterisinde başrol oynadı. Moda tasarımı okudu ve çalışıyor. Erken yaşta okuldan alınıp evlendirilmek istenen bir öğrencim, okula devam etti ve beni her gördüğünde gözleri parlıyor. İşte, bu iş belki de bu anlar için yapılıyor. Hayatına dokunduğumu hissettiğim öğrenciler için…

Sırtımdaki ve kalbimde büyük yük

Öğrencilerin yararı ve güvenliği için kendi güvenliğinden vazgeçmek çünkü onlar daha çocuk ve biz onları korumak zorundayız.

Eve gittiğinde işi işte bırakamamak…

Peki ya ulaşamadığım öğrenciler?

Gücümün yetmediği onca olay?

Üniversiteyi kazandığı hâlde imkânsızlıklar yüzünden gidemeyen, özel durumundan dolayı sınıf arkadaşları tarafından dışlanan, kendini hiçbir yere ait hissetmeyen, zorbalığa maruz kalan, içinde yaşadığı fırtınaları anlatmayan, “işe yaramaz zaten” diye etiketlenen, okula devam edebilmek için savaş veren öğrenciler…

İşte onlar için elimden bir şey gelmeyince sırtımda ve kalbimde büyük bir yük taşıyorum. O zaman kendimi hiçbir işe yaramaz gibi hissediyorum.

Ben öğretmen miyim, psikolojik danışman mıyım, hâlâ bilmiyorum. Bu işi neden yaptığımı da… Ama bildiğim bir şey var: Şu an bile hayal ettiğimde, kendimi bir okuldan başka bir yerde düşünemiyorum. “İşe gidiyorum” demiyorum mesela; “Okula gidiyorum” diyorum. Ben her sabah o öğrencileri görünce mutlu oluyorum. Mantıklı değil belki. Ama bu meslekte çokça sevgi ve gönül bağı var. Ve sanırım bu, her şeyden daha değerli.

Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Fikir Turu’nun editöryel politikasını yansıtmayabilir.

Bu yazı ilk kez 24 Kasım 2024’te yayımlanmıştır.

Fikir Turu
Fikir Turuhttps://fikirturu.com/
Fikir Turu, yalnızca Türkiye’deki düşünce hayatını değil, dünyanın da ne düşündüğünü, tartıştığını okurlarına aktarmaya çalışıyor. Bu amaçla, İngilizce, Arapça, Rusça, Almanca ve Çince yazılmış önemli makalelerin belli başlı bölümlerini çevirerek, editoryal katkılarla okuruna sunmaya çalışıyor. Her makalenin orijinal metnine ve değerli çevirmen arkadaşlarımızın bilgilerine makalenin alt kısmındaki notlardan ulaşabilirsiniz.

YORUMLAR

Subscribe
Bildir
guest

1 Yorum
Eskiler
En Yeniler Beğenilenler
Inline Feedbacks
View all comments

Son Eklenenler

1
0
Would love your thoughts, please comment.x