Son sekiz yıldır köşe taşları birer birer döşenen küresel ölçekli stratejik rekabetin son taşı 29-30 Haziran’da Madrid’deki NATO Zirvesinde konuldu.
Bu nedenle zirve ‘zafer-yenilgi’ sığ tartışmalarının dışına çıkıp bütünsel ve derin bir biçimde her yönüyle serinkanlı bir biçimde ele alınmayı hak ediyor.
Bunu yaparken de Madrid Zirvesi öncesi gerçekleşen AB Zirvesi ile G7 Zirvesinde alınan kararları da gözden kaçırmayıp, bu zirveler ile NATO Zirvesi arasındaki bağı da birlikte ele almak gerekiyor.
Madrid Zirvesi uzun vadeli ve büyük bir dönüşümün sonucu
2000’li yıllarla birlikte dünya düzeni giderek artan ölçüde tek kutupluluğa doğru yön aldı. ABD bu sürecin baş aktörüydü.
2. Dünya Savaşı ertesinde kurulan, iki kutbun rekabetine dayalı Soğuk Savaş yıllarında iniş-çıkışlara sahne olsa dahi ilerlemeler kaydeden küresel düzen, Kosova savaşından itibaren değişmeye, El Kaide terör örgütünün 2001’de ABD’de düzenlediği saldırılarla sarsılmaya, 2008’de Rusya-Gürcistan savaşıyla birlikte kabuk değiştirmeye, 2014’te Kırım’ın işgal ve ilhakı ile IŞİD’in sahne almasıyla kökten dönüşüme uğramasıyla ve nihayet 2022 Şubat’ında Rusya’nın Ukrayna’ya karşı başlattığı saldırılar sonucunda büyük kırılmayla karşı karşıya kalmasıyla inşası uzun yıllar sürecek yeni bir çağ ve mimari arayışına doğru ilerlemekte.
Bu temel dönüm noktalarına ilaveten güç ve nüfuzu her geçen yıl artan Çin’in yükselmesi olgusu da jeostratejik/politik ortamı belirleyen ana unsurlardan biri.
Madrid Zirvesinin arkasında yatan genel resimde, sadece son iki-üç yılın değil, uzun vadeli bir büyük dönüşümün derin ve keskin izleri bulunuyor.
Bu Zirve, İsveç ve Finlandiya’nın İttifak’a üyeliklerinin damga vurduğu, dolayısıyla genişlemenin ön planda yer aldığı bir Zirvenin çok ötesinde sonuçlar doğuran bir özelliğe sahip.
Uzun yıllar tarafsızlıklarını korumuş İsveç ve Finlandiya’nın NATO’ya üye olmaya yönelmeleri elbette önemli. Ancak, Avrupa-Atlantik güvenliğini doğrudan etkilemeye aday bu gelişmeyi de doğru ve bütünselliği bulunan bir zemine oturtmak daha sağlıklı ve isabetli olur.
Sonraki durak: İsveç ve Finlandiya
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın 13 Mayıs’ta İsveç ve Finlandiya’nın NATO’ya üyeliklerine dair çıkışıyla başlayan gerilim bir buçuk ay sonra Zirvenin başlamasına beş kala 28 Haziran’da bir çözüme kavuştu. Ortalık şimdilik yatıştı. Gerilim yerini, Üçlü Mutabakat Metniyle başlayan sürecin olası seyrine ilişkin onlarca görüş ve yoruma bıraktı.
Üçlü Mutabakat Metni özünde ne bir zaferdi ne de büyük yenilgi. Gerçek bu iki tezin ortasında yatıyor demek daha sağlıklı bir saptama olur.
Bu metni, NATO adına bir kazanç, Türkiye adına uygulanma koşullarına bağlı olarak müzakerelerde yeni bir aşama ve Rusya adına ise ciddi bir kayıp olarak nitelemek daha olgusal ve akılcı bir yaklaşım.
Üçlü Mutabakat metninden ne anlamalı?
Mutabakat Metniyle ilgili birçok gözlem ve analiz esasen kamuoylarıyla paylaşıldı. İyi pazarlık yapıldığını iddia edenler de var, pazarlığın yöntem ve zamanlamasını eleştirenler de. Tabiatıyla kimse Türkiye’nin bu iki aday ülkeden kendi güvenliği konusundaki doğal beklentilerini ortaya koymasına karşı değil. Müzakereler sonucu ortaya çıkan metin ne tam güzellemeye ne de toptan yermeye müsait.
Bu noktada şu temel gerçeği anımsamakta yarar var: İhtilaflı bir meselenin yerleşik diplomatik yöntemlerle çözümü ister istemez bir al-ver dengesine dayanır. Dolayısıyla, bu tür uzlaşı metinlerinde ilgili taraflar kendi çıkar ve beklentilerini karşılayacak unsurların metne dahil olunmaları için çalışır.
Nitekim Üçlü Mutabakat Metni de bu tür bir arayışın ve müzakerenin sonucudur. Buna simgelediği değerin ötesinde bir anlam yüklemek başta ilgili tarafları kapsamak üzere yanılsamaların kapısını açar.
Bu tür mutabakatların ne tür somut sonuçlar doğuracağını pratikte görmek gerekli. Bu itibarla, başarı derecesi uygulamada ortaya çıkacak sonuçlara bağlı.
Nihayet stratejik konsept
Madrid Zirvesinin temel odağı, İttifakın gelecek on yılına, hatta ötesine yön verecek, NATO pratiğinde temel bir referans oluşturacak Stratejik Konsept belgesinin kabul edilmesiydi. 2019 Aralık ayında yapılan Londra Zirvesiyle başlayan üç yıllık süreç sonunda NATO, evrilmekte olan küresel güvenlik mimarisindeki rol ve konumuna bu belgeyle açıklık getirdi.
İsveç ve Finlandiya’nın da tehdit algısını kökten değiştiren, Avrupa-Atlantik güvenliğini temellerinden sarsan Rusya’nın Ukrayna’da başlattığı savaşın ağır atmosferi altında kabul edilen Stratejik Konseptin1 ana hatlarını özetle şöylece sıralamak mümkün:
Belgenin hemen başında NATO’nun, üyelerinin özgürlük ve güvenliğini teminat altına alan bir savunma teşkilatı olduğu vurgusu var. İttifak, transatlantik bağa ve ortak demokratik değerlere dayalı bir yapılanma olarak tanımlanıyor. Bu temelin kökü hiç şüphesiz kurucu antlaşma olan Vaşington Antlaşmasında yatıyor.
Girişte olsun, devam eden paragraflarda olsun NATO’yu bugüne değin ayakta tutan ve üyeleri için cazip kılan kurucu antlaşmanın V. maddesinin yani özü itibariyle silahlı bir saldırı durumunda birimiz hepimiz, hepimiz birimiz için esası öne çıkarılıyor.
NATO’nun üç temel görevi olan kolektif caydırıcılık ve savunma, kriz önleme ve yönetimi ile işbirliğine dayalı güvenlik kavramları sıralanıyor. Burada dikkat çeken nokta ‘kriz yönetimi’ olarak tanımlanan temel göreve bu kere yönetimin yanı sıra önleme kavramının da eklenmiş olması.
İttifakın söz konusu üç ana görevinin bütüncül bir anlayışla (360 dereceyi kapsayan bir yaklaşım) yerine getirileceği kaydediliyor. Bu temel görevlerin yürütülmesinde demokratik yönetimlerin ve toplumların dayanıklı kılınmaları gereğine vurgu yapılıyor. Buna paralel olarak NATO üyesi ülkelerin teknolojik üstünlüğü elde tutmalarının öneminin altı çiziliyor.
Stratejik ortamın ve buna bağlı tehdit değerlendirmesinin ana özelliklerinin tanımlandığı bölümde stratejik rekabete, yaygın istikrarsızlığa ve barış-istikrara sekte vuran arka arkaya gelen şoklara işaret edilerek, Rusya’nın günümüzde sergilediği saldırgan tutum ile terörizmin İttifak üyesi ülkeler için doğurduğu sınamalara yer veriliyor. Bu çerçevede Rusya ve her tür ve tezahürüyle terörizm ana tehdit kaynakları olarak tanımlanıyor.
Bunlara ilaveten Afrika, Sahel ve Ortadoğu’daki çatışma, kırılganlık ve istikrarsızlığın vücud verdiği güvenliği de kapsayan bir dizi sınama ele alınıyor. Bu ortamın NATO’nun Güney kuşağında silahlı devlet dışı aktörler (terör örgütleri) ve rakip güçler için istikrarsızlığı yaşamak üzere uygun bir zemin oluşturduğu tespiti yapılıyor.
Yaygın istikrarsızlığın sınıraşan insani sınamalar doğurduğu, sivillere uygulanan şiddetin çok çeşitli yaşam alanlarında yol açtığı durum tanımlanıyor. Bu bağlamda ‘insan güvenliği’ kavramı öne çıkarıyor.
Stratejik rakip Çin bir sınama olarak 5. sırada
Yükselen güç olan Çin’in NATO için arz ettiği sınamalar ve fırsatlara ise bilahare geçiliyor. Dolayısıyla, stratejik bir rakip olarak tanımlanan Çin’e doğrudan bir tehdit olarak değil sınamalar arasında beşinci sırada yer verilmesi dikkat çekiyor.
Bir yandan son dönemde sağladığı ilerlemelerle siber, hibrit, uzay gibi alanlarda çarpıcı ilerlemeler sağlayan Çin’in Avrupa-Atlantik güvenliği bakımından ortaya çıkardığı sınamalara işaret edilirken, diğer yandan bu ülkeyle yapıcı angajmana dayalı diyaloğun gereğinden de söz ediliyor.
Elbette 21. yüzyıla özgü dijitalleşmeyle birlikte giderek daha fazla yer edinen siber dünyanın yanı sıra güvenlik alanında bozucu etkiler de doğuran yeni ve çığır açan teknolojilerin ortaya çıkardığı sınamalar da karşı karşıya bulunulan ciddi riskler içinde yer buluyor.
İttifakı öteden beri iştigal eden silahların kontrolü, silahsızlanma ve kitle imha silahlarının yayılmasının önlenmesi alanının NATO için yine ve vazgeçilemez bir faaliyet kulvarı oluşturduğu kaydediliyor.
İklim değişikliğinin bir kriz ve aynı zamanda bir tehdit çarpanı oluşturduğu teslim ediliyor. Özünde küresel çapta işbirliği gerektiren bu çarpana karşı toplu mücadele verilmesinin gereği vurgulanıyor.
NATO nasıl dönüşecek?
NATO’nun temel görevlerinin her birinin ayrı ayrı işlendiği bölümlerde gördüğümüz özet tablo ise şu yönde:
İttifak kolektif caydırıcılık ve savunmasını güçlendirecek. Rusya’ya yakın ve Rusya kaynaklı tehdidi derinden hisseden müttefik ülkelerdeki NATO mevcudiyeti artacak, ileriden savunma boyutuyla birlikte takviye kapasitesi ve yeteneği ön plana çıkacak. NATO’nun komuta ve kuvvet yapıları yeni çağın gereğine göre uyarlanacak.
Hazırlık, karşılık verme, konuşlandırma ve kuvvetlerin müştereken yapılanmaları ve karşılıklı çalışabilirlikleri düzeyi arttırılacak. Altyapı buna uygun hale gelecek.
Çatışma bölgelerine yakın müttefik ülkelerde askeri ekipman-teçhizat önceden ve daha geniş ölçeklerde konuşlandırılacak.
Güvenlik ve askeri anlamdaki dayanıklılık geleneksel ve yeni sınamalara karşı güçlendirilecek. Dünyada nükleer silahlar bulundukça NATO da bir nükleer ittifak olarak kalacak.
Terörizmle, bütüncül yaklaşım kapsamında her üç temel görevi de kapsayacak şekilde mücadele edilecek.
Kriz önleme ve yönetme görevi kapsamında sivil yetenekler dahil NATO’nun kapasitesi güçlendirilecek. Bu çerçevede gerek İttifak bünyesinde olsun, gerek ortaklarla ilişkilerde olsun krizlerin çatışmaya dönüşmesine olanak vermeyecek kapasite ve yeteneklerin arttırılmasına gidilecek.
İşbirliğine dayalı güvenlik altında Açık Kapı politikası devam ettirilecek. Bu çerçevede NATO’ya üyeliği hedefleyen aday ülkelerle ilgili olarak geçmişte alınan kararlar geçerli kalmaya devam edecek. Bu kapsamda Bosna-Hersek, Gürcistan ve Ukrayna’yla ilişkilere açık kapı politikası yön verecek. NATO-AB ilişkileri derinleştirilecek ve içinde bulunulan çağın gereklerine uyarlanacak. Batı Balkanlar ve Karadeniz İttifak için stratejik önemini sürdürecek.
Ortadoğu-Sahel-Afrika kuşağındaki ortaklarla birlikte çalışma pratiği geliştirilecek. Hint-Pasifik bölgesindeki mevcut ve yeni ortaklarla diyalog ve işbirliği ilerletilecek.
NATO’nun yeni stratejik konsepti Türkiye için ne anlama geliyor?
Dünya düzeni toptan ve kökten değişiyor. Küresel güvenlik ortamındaki çalkantılar Türkiye’nin de kapısını çalıyor. Kuzeyimizde devam eden Ukrayna’daki savaş, başta Suriye olmak üzere güney ve güneydoğumuzdaki kuşakta yer bulan istikrarsızlık ve çatışma sarmalı son bulmuş değil. Kıbrıs meselesi karşımızda. Doğu Akdeniz’deki gerginlik şimdilik bir ölçüde dinmiş durumda. Ege’deki sorunlarsa yıllardır sürüyor ve zaman zaman ısınıyor.
Türkiye’nin de içinde yer aldığı geniş ölçekteki Batı dünyası, küresel sınama ve stratejik rekabete karşı ortak yanıtını Madrid’de kabul edilen Stratejik Konsept belgesiyle verdi. Jeopolitik/stratejik düzlemdeki rol ve konumunu tanımladı. Bu tanımdan Türkiye’nin de payını alacağını söylemek yanıltıcı olmayacak.
Elbette her müttefik ülkenin ulusal çıkarları doğrultusunda ve içinde yer aldıkları bölgenin özellik ve dengeleri karşısında yapacakları tercih ve seçimler izleyecekleri yolu belirlemede ağırlıklı role sahip.
Diğer yandan bu durum, mensup olunan ittifaklardaki müttefik veya ortaklarla beraber alınan kararların önemini ortadan kaldırmıyor. Bu bağlamda, Stratejik Konsept belgesinde karar altına alınan ilke ve esasların Türkiye’de nasıl ve ne yönde uygulamaya geçirileceğini göreceğiz. Türkiye, sahip olduğu savunma kapasitesiyle kuşkusuz NATO’nun önemli ve ağırlıklı ülkelerinden biri.
Küresel güvenlik ortamı nasıl değişecek?
Dünya dengeleri ve küresel güvenlik ortamı yeni bir evreye girmekte. Bugün itibariyle ABD-Rusya-Çin stratejik rekabeti olanca hızıyla sürüyor. Rusya, bu rekabette sahadaki saldırı dozunu arttırmakla meşgul.
Daha büyük bir felaketle karşılaşılmazsa ilerleyen dönemde Rusya’nın birçok alanda gerileme içine gireceği öne sürülebilir.
Çin ise sergilediği ‘stratejik sabır’ ve attığı olabildiğince temkinli adımlarla Batı dünyasının genelini endişeye sevk edecek denli gelişme kaydediyor. Bu yoldan dönmeyeceğini de çeşitli vesilelerle dile getiriyor.
Stratejik rekabetin önümüzdeki dönemde daha da keskinleşmesi sürpriz olmaz. Bir gün sonlansa dahi Ukrayna’daki savaşın uzun dönemdeki etkileri sürecek. Bunun bölgemize ve bölgesel sınamalara doğrudan etkileri olmakta ve bu süreç devam edecek. Yeni bir güçler dengesi ortaya çıkacak.
Bu denge içinde demokrasilerin dayanıklılığı da stres testine tabi tutulacak. Demokratik olmayan veya ‘kendilerine göre demokratik’ olan ülkeler grubu bünyesinde de yakından izlenmesi gerekli yeni ilişkiler örgüsü ortaya çıkacak.
Süregiden büyük dönüşüm ve derin uyarlamaya kendilerini uyduramayan, dış ve güvenlik politikalarını çağın, her türlü ideolojik eksenden arındırılmış ulusal çıkarlarının ve en başta bölgesel ilişkilerinin gereklerine kendi yaptıkları tercihlerin sonucunda dayamakta zorlanan, geleceğini demokrasi dışı alan ve coğrafyalarda aramaya yönelen ülke ve toplumların daha fazla zaafiyet içine girmeleri kaçınılmaz hale gelecek.
Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Fikir Turu’nun editöryel politikasını yansıtmayabilir.
Bu yazı ilk kez 4 Temmuz 2022’de yayımlanmıştır.