Bir siyasi cinayetin anatomisi

Göçmen karşıtlarıyla, onlara direnenler arasındaki mücadelede kan döküldü. Alman siyasetçi Lübcke’nin göçmen karşıtı biri tarafından öldürülmesinden AB gerekli dersleri çıkartabilecek mi, yoksa cinayet Avrupa değerlerinin yok olmaya başladığı dönüm noktalarından biri mi olacak?

“Zordaki insanlara yardım etmek, Almanya’nın Hristiyan değerlerinin bir gereğidir. Bu değerleri paylaşmayan, istediği zaman bu ülkeyi terk edebilir, her Alman bunu yapmakta özgürdür.”

Dört yıl önce katıldığı bir toplantıda, göçmen karşıtlarına yönelik olarak bu sözleri söyleyen Walter Lübcke 2 Haziran’da evinin balkonunda başından vurularak öldürüldü. Kassel Bölge Valisi olan Lübcke, Almanya’ya gelen sığınmacılar için yapılan ilk kabul merkezlerinden sorumluydu ve Almanya Başbakanı Angela Merkel’in sığınmacılara uyguladığı açık kapı politikasının önemli savunucularındandı. Bu cinayet yalnızca Almanya’yı değil, bütün Avrupa Birliği (AB) ülkelerini sarstı.

İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra ilk kez aşırı sağcıların açıktan bir siyasetçiye suikast düzenlemesi ve zanlının Lübcke’yi “sığınmacılara yönelik olumlu açıklamaları” nedeniyle öldürdüğünü itiraf etmesi, Avrupa’yı göçmen politikasındaki başarısızlıklarla yüzleşmeye zorlayan bir etken oldu. AB’nin yüzleşmek zorunda kaldığı başka bir gerçek de, aşırı sağın geldiği nokta. Zaten bu ikisinin birbirini besleyen paralel bir gelişimleri olduğu çok açık.

Suikastın asıl hedefi neydi?

Suikasttan sonra AB bütünleşme sürecinin Fransa’yla birlikte uzun yıllar taşıyıcılığını yapan Almanya’da göçmenler, terörizm ve milliyetçilik bağlamında yapılan tartışmalar hız kazandı.

Bu tartışmalar sadece Avrupa Birliği’nin göçmenlere yönelik politikalarının nasıl olması gerektiğiyle sınırlı değil; aynı zamanda İkinci Dünya Savaşı’nın bitiminden günümüze AB bütünleşme sürecinin üzerine oturduğu temel değerlerin uğradığı erozyonun mahiyetiyle de alakalı. Zira Avrupa kıtasında yükselmekte olan aşırı sağ, illiberal, popülist, İslam karşıtı, yabancı düşmanı ve milliyetçi eğilimlerin AB’nin uluslararası kimliğine ve etki kapasitesine tesir edeceği de açık. AB’nin dünyanın geri kalanına örnek oluşturma ve liberal dünya düzeninin ana taşıyıcısı olma kabiliyeti hiç şüphesiz Lübcke cinayetiyle önemli bir yara aldı.

Aslında AB bütünleşme sürecine ilham veren ve dayanak oluşturan temel değerlerin son yıllarda giderek tartışma konusu olmaya başladığını görüyorduk. Seküler, kozmopolitan, evrensel, rasyonel ve liberal insan hakları temelinde şekillenen AB bütünleşme süreci bu gidişattan memnun olmayanların ciddi başkaldırılarıyla adeta bir uçtan bir uca savruluyor.

Başta Suriye iç savaşı olmak üzere Kuzey Afrika ve geniş Orta Doğu coğrafyasında yaşanan istikrasızlıklar birçok insanı Avrupa’nın göreceli olarak müreffeh ve güvenli ülkelerine göç etmeye zorluyor. 2015’te, bir milyondan fazla Suriyeli başta Almanya olmak üzere AB üyesi ülkelere göç etti. Azalmış olsa da devam eden ve çoğu zaman yasadışı yollardan gerçekleşen bu göçler AB toplumları nezdinde ciddi tartışmalara sebep oluyor. Gelenlerin AB’nin toplumsal değerlerine uyum gösteremeyecekleri, iş piyasasında ücretleri aşağı çekecekleri, AB üyesi ülkelerin sosyal devlet harcamaları üzerinde aşırı yük oluşturacakları ve radikal unsurlar tarafından kolayca devşirilip ulusaşırı terör örgütlerinin elemanları olacaklarına dair endişeler her geçen gün artıyor. Mevcut ekonomik ortamda, mültecilerden kaynaklanan ilave yüklerin kolayca taşınamayacağı da yaygın bir kanaat.

Neden ortak politika oluşturulamıyor?

Soruna çözüm bulmak adına AB üyesi ülkelerin ortak bir mülteci politikası oluşturamadıklarını en son Haziran 2018’de yapılan AB Zirvesi’nde bir kez daha gördük. AB ülkeleri, probleme Avrupa dayanışması açısından bakmak yerine kendi çıkar ve önceliklerini merkeze alan politikalar benimsediler.

Almanya Başbakanı Merkel’in Suriyeli mültecilere ‘hoşgeldin’ kültürü çerçevesinde ülkesinin kapılarını açması kendi siyasi kariyeri açısından yıkıcı etkiler doğurdu, partisi oy kaybetti. Aşırı sağcı ve yabancı karşıtı ‘Almanya için Alternatif’ partisiyse, tarihindeki en büyük seçim başarısını yakalayıp Almanya parlamentosunda hatırı sayılır temsil oranına kavuştu.

Çoğu kendi içlerinde etnik olarak homojen bir yapıya sahip Merkezi ve Orta Avrupa ülkeleri ekseriyetle göçmenlerin gitmeyi istediği yerler arasında olmamalarına rağmen, ‘kale Avrupası’ mantığı çerçevesinde AB’nin mültecilere kapıları kapatması gerektiğini düşünüyorlar. Polonya ve Macaristan bu minvalde öne çıkan ülkeler. Macaristan Başbakanı Victor Orban rejiminin, mültecileri seçim dönemlerinde propaganda unsuru olarak kullandığını da gördük.

Mültecilerin Avrupa kıtasında giriş yaptıkları İtalya, Yunanistan ve İspanya gibi ülkelerse kendi üzerlerine binen soysal ve ekonomik yükün AB’nin diğer ülkeleri tarafından paylaşılması gerektiğini düşünüyorlar. Bu çerçevede kendi sınırlarının korunmasında AB’nin sınır koruma misyonunun daha aktif çalışmasını ve AB bütçesinden kendilerine daha fazla kaynak aktarılmasını talep ediyorlar. Bu ülkeler aynı zamanda mültecilerin AB’ye ilk giriş yaptıkları yerlerde değil asıl gitmek istedikleri yerlerde kayıt altına alınmaları ve iltica işlemlerin oralarda yapılması gerektiğini söylüyorlar.

Kuzey Avrupa ülkeleri göçmenlerin ağırlıklı olarak yaşamak istedikleri yerler olduklarından bu ülkelerin üzerine binen yük diğer üyelerden daha fazla. AB’nin üzerine oturduğu temel değerlerin bu ülkelerde daha fazla benimsendiği dikkate alındığında göçmen politikalarıyla ilgili tartışmalar sarsıcı politik sonuçlar da doğurabiliyor. Örneğin, Merkel’in Suriyeli mültecilere ‘hoşgeldin’ kültürü çerçevesinde ülkesinin kapılarını açması kendi siyasi kariyeri açısından yıkıcı etkiler doğurdu. Almanya’da 2017 yılı sonunda yapılan parlamento seçimlerinde büyük koalisyonun her iki üyesi, Hristiyan Demokrat ve Sosyal Demokratlar ciddi oy kaybetti. ‘Almanya için Alternatif’ gibi aşırı sağ ve yabancı karşıtı bir parti ise tarihindeki en büyük seçim başarısını yakalayıp Almanya parlamentosunda hatırı sayılır temsil oranına kavuştu.

Her ne kadar 2015’ten bu yana Almanya’ya göç etmek isteyen insanların sayısında ciddi azalmalar olsa da, – ki bunda en büyük rolü, AB’nin hem Türkiye hem de Libya ile imzaladığı anlaşmalar ve AB’nin kendi sınırlarını korumak adına benimsediği askeri ve polisiye tedbirlerin artması oynadı – yabancı düşmanlığı ve göçmen karşıtı akımlar güçlenmeye devam ediyor.

Bu tarz hareketlerin daha fazla güçlenip AB bütünleşmesine ruhunu veren temel değerleri aşındırmaması için AB ülkelerinin bir an önce yabancıların entegrasyonu ve göçmenlerin uyumlarına yönelik politikalarını güncellemeleri gerekiyor.

Başarısız üç politika

Kuramsal açıdan bakıldığında Avrupa’da şimdiye kadar göçmenlere yönelik üç farklı bakış açısının ve uygulamanın denendiği görülüyor: Uzun yıllar Almanya’nın pratiklerinde vücut bulan ‘inkâr ve görmezden gelme’, Fransa’da hâlâ etkili olan ‘asimilasyoncu’ yaklaşım ve Hollanda’nın temsil ettiği ‘çok kültürcü’ tutum.

Alman hükûmetleri göçmenleri kültürel anlamda geniş Alman ulusunun parçası yapmak yerine, onları Alman ekonomisinin parçası yapmaya çalıştı. Siyasi temsil noktasında uzun yıllar vatandaşlık hakkını kolayca vermediler. Son yirmi yıldır ise Almanya’da siyasi bütünleşmeyi kolaylaştırma adına daha liberal bir vatandaşlık politikası takip edildiğini görüyoruz.

Fransız hükûmetleriyse, Almanya’nın aksine, kültürel asimilasyonu daha fazla önemsedi ama yabancıların Fransa’nın ekonomik ve politik hayatına eşit şartlarda katılımını zorlaştırdılar. Evrensel insan hakları ve anayasal vatandaşlık şemsiyesi altında yabancıları asimile etmeyi ön plana alan Fransa, göçmenlere gerek ekonomik gerekse de siyasi alanda ayrımcılık uygulamaya devam etti.

Fransa’nın aksine Hollanda hükûmetleri ise etnik ve dini farklılıkların şekillendirdiği topluluk hakları temelinde soruna yaklaştılar. Yabancıları laik anayasal vatandaşlık temelinde değil, ait oldukları etnik ve dini grup aidiyetleri temelinde sınıflandıran Hollanda’nın yaklaşımı uzun yıllar çok kültürlü toplum modelinin en başarılı örneği olarak görülse de, son kertede gettolaşmaya ve kimlik grupları arasındaki farklılıkların kalıcılaşmasına hizmet etti.

Bu modellerin üçü de başarısız oldu çünkü küreselleşmenin günümüzdeki kadar hızlı ilerlemediği, teknolojik gelişmelerin insanların fiziki ve zihinsel temas ve hareketlerini bu kadar kolaylaştırmadığı, dış politika ve iç politika arasındaki farklılıkların günümüzdeki kadar belirsiz hale gelmediği ve güvenliğin daha çok devlet temelli perspektiften tanımlandığı bir zaman diliminde benimsendiler.

ABD, Çin ve Rusya etkisi

Bu başarısız olmuş modellerin yerini alacak biçimde göçmen politikasını güncellemeyi zorunlu kılan önemli bir diğer dış sebep de, son yıllarda dünyanın genelinde korumacı, içe kapanmacı, yabancı karşıtı, milliyetçi ve realpolitik eğilimlerin ivme kazanması. Amerikan Başkanı Donald Trump’ın liberal dünya düzenine yönelik benimsediği eleştirel ve yıkıcı tavır, Rusya ve Çin’in başını çektiği bir grup ülkenin dünyanın geri kalanına yaymaya çalıştığı otoriter kalkınma ve illiberal demokrasi temelli sosyo-politik model hiç şüphesiz Avrupa’daki aşırı sağ hareketleri cesaretlendiriyor.

Avrupa’da şimdiye kadar göçmenlere yönelik üç farklı bakış açısı ve uygulamanın denendi: Uzun yıllar Almanya’nın pratiklerinde vücut bulan ‘inkâr ve görmezden gelme’, Fransa’da hâlâ etkili olan ‘asimilasyoncu’ yaklaşım ve Hollanda’nın temsil ettiği ‘çok kültürcü’ tutum.

Sınır tanımaz küreselleşme sürecinin, bir grup kozmopolitan, elit ve gelişmekte olan ülkenin orta sınıflarının hayat standartlarını iyileştirirken, Batılı, liberal, kapitalist ülkelerde yaşayan orta ve alt gelir gruplarındaki insanların ekonomik standartlarında geriye gidişlere neden olduğu yönündeki algı, aşırı sağ hareketleri cesaretlendiren bir diğer unsur. Aşırı sağ hareketleri destekleyenlerin çoğu gerek ekonomik gerekse de soysal, kültürel ve politik düzlemde kendi hayatları üzerindeki kontrolü kaybettiklerine inanıyorlar. Bunun baş sorumlusu olarak da aşırı küreselleşmeci ve kozmopolit politikalar takip eden kendi yöneticilerini ve bu politikalar neticesinde kendi ülkelerine yaşamaya gelen göçmen ve mültecileri görüyorlar. Birleşik Krallık’ın AB’den ayrılma sürecini başlatan referandum nasıl ki egemenliklerini geri kazanmayı isteyen Britanyalıların oylarıyla mümkün oldu; Walter Lübcke’nin ölümüne neden olan süreç de failin Lübcke’yi ülkesinin aleyhine çalışan küreselleşmeci elitlerden biri olarak tanımlamasıyla başladı.

Lübcke cinayetinin önümüzdeki günlerde hem Almanya hem de AB genelinde göç ve uyum yönündeki tartışmaları daha da hızlandıracağı kesin. Zira bütünleşme ve uyum amaçlı politikalar başarılı olmuş olsaydı, ne aşırı sağ hareketler bu kadar güçlenir ne de Lübcke cinayeti gibi olaylar yaşanırdı.

Bütün bunların ve Lübcke suikastının Avrupa’yı yüzleşmeye zorladığı asıl gerçekse şu: Avrupa, daha önce denediği ve pek de sonuç vermeyen göç politikaları yerine yeni bütünleşme ve uyum politikaları geliştirmek ve benimsemek zorunda. Eğer bu başarılamazsa, muhtemelen Lübcke cinayeti aşırı sağcıların göçmen karşıtlığı uğruna işlediği ilk ama son olmayan siyasi suikast olarak tarihe geçecek ve belki de Avrupa değerlerinin yok olmaya başladığı dönüm noktalarından biri olarak anılacak.

Twitter: @TarikOguzlu

Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Fikir Turu’nun editöryel politikasını yansıtmayabilir.

Bu yazı ilk kez 21 Ağustos 2019’da yayımlanmıştır.

Tarık Oğuzlu
Tarık Oğuzlu
Prof. Dr. Tarık Oğuzlu - İstanbul Aydın Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Dekanı, Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü Öğretim Üyesi. Doçentlik derecesini 2008’de, doktora derecesini Uluslararası İlişkiler alanında Bilkent Üniversitesi’nden 2003’te, ilk yüksek lisans derecesini 1998’de Bilkent Üniversitesi’nde, ikinci yüksek lisans derecesini de 2000’de London School of Economics’den aldı. Çalışma alanları arasında Uluslararası İlişkiler teorileri, dış politikanın Avrupalılaşması, transatlantik ilişkiler ve NATO, Avrupa Birliği dış, güvenlik ve savunma politikaları, Ortadoğu, Türk-Yunan ilişkiler, Kıbrıs sorunu ve genel olarak Türk dış politikası yer alıyor. Akademik makaleleri, Political Science Quarterly, Middle East Policy, International Journal, Security Dialogue, Middle Eastern Studies, Turkish Studies, Cambridge Review of International Affairs, European Security, International Spectator, Contemporary Security Policy, Australian Journal of International Affairs, Mediterranean Politics, Journal of Balkans and Near East Studies, Insight Turkey ve Uluslararası İlişkiler gibi hakemli ve bilimsel indekslerde yer alan dergilerde yayınlandı.

YORUMLAR

Subscribe
Bildir
guest

0 Yorum
Inline Feedbacks
View all comments

Son Eklenenler

Bir siyasi cinayetin anatomisi

Göçmen karşıtlarıyla, onlara direnenler arasındaki mücadelede kan döküldü. Alman siyasetçi Lübcke’nin göçmen karşıtı biri tarafından öldürülmesinden AB gerekli dersleri çıkartabilecek mi, yoksa cinayet Avrupa değerlerinin yok olmaya başladığı dönüm noktalarından biri mi olacak?

“Zordaki insanlara yardım etmek, Almanya’nın Hristiyan değerlerinin bir gereğidir. Bu değerleri paylaşmayan, istediği zaman bu ülkeyi terk edebilir, her Alman bunu yapmakta özgürdür.”

Dört yıl önce katıldığı bir toplantıda, göçmen karşıtlarına yönelik olarak bu sözleri söyleyen Walter Lübcke 2 Haziran’da evinin balkonunda başından vurularak öldürüldü. Kassel Bölge Valisi olan Lübcke, Almanya’ya gelen sığınmacılar için yapılan ilk kabul merkezlerinden sorumluydu ve Almanya Başbakanı Angela Merkel’in sığınmacılara uyguladığı açık kapı politikasının önemli savunucularındandı. Bu cinayet yalnızca Almanya’yı değil, bütün Avrupa Birliği (AB) ülkelerini sarstı.

İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra ilk kez aşırı sağcıların açıktan bir siyasetçiye suikast düzenlemesi ve zanlının Lübcke’yi “sığınmacılara yönelik olumlu açıklamaları” nedeniyle öldürdüğünü itiraf etmesi, Avrupa’yı göçmen politikasındaki başarısızlıklarla yüzleşmeye zorlayan bir etken oldu. AB’nin yüzleşmek zorunda kaldığı başka bir gerçek de, aşırı sağın geldiği nokta. Zaten bu ikisinin birbirini besleyen paralel bir gelişimleri olduğu çok açık.

Suikastın asıl hedefi neydi?

Suikasttan sonra AB bütünleşme sürecinin Fransa’yla birlikte uzun yıllar taşıyıcılığını yapan Almanya’da göçmenler, terörizm ve milliyetçilik bağlamında yapılan tartışmalar hız kazandı.

Bu tartışmalar sadece Avrupa Birliği’nin göçmenlere yönelik politikalarının nasıl olması gerektiğiyle sınırlı değil; aynı zamanda İkinci Dünya Savaşı’nın bitiminden günümüze AB bütünleşme sürecinin üzerine oturduğu temel değerlerin uğradığı erozyonun mahiyetiyle de alakalı. Zira Avrupa kıtasında yükselmekte olan aşırı sağ, illiberal, popülist, İslam karşıtı, yabancı düşmanı ve milliyetçi eğilimlerin AB’nin uluslararası kimliğine ve etki kapasitesine tesir edeceği de açık. AB’nin dünyanın geri kalanına örnek oluşturma ve liberal dünya düzeninin ana taşıyıcısı olma kabiliyeti hiç şüphesiz Lübcke cinayetiyle önemli bir yara aldı.

Aslında AB bütünleşme sürecine ilham veren ve dayanak oluşturan temel değerlerin son yıllarda giderek tartışma konusu olmaya başladığını görüyorduk. Seküler, kozmopolitan, evrensel, rasyonel ve liberal insan hakları temelinde şekillenen AB bütünleşme süreci bu gidişattan memnun olmayanların ciddi başkaldırılarıyla adeta bir uçtan bir uca savruluyor.

Başta Suriye iç savaşı olmak üzere Kuzey Afrika ve geniş Orta Doğu coğrafyasında yaşanan istikrasızlıklar birçok insanı Avrupa’nın göreceli olarak müreffeh ve güvenli ülkelerine göç etmeye zorluyor. 2015’te, bir milyondan fazla Suriyeli başta Almanya olmak üzere AB üyesi ülkelere göç etti. Azalmış olsa da devam eden ve çoğu zaman yasadışı yollardan gerçekleşen bu göçler AB toplumları nezdinde ciddi tartışmalara sebep oluyor. Gelenlerin AB’nin toplumsal değerlerine uyum gösteremeyecekleri, iş piyasasında ücretleri aşağı çekecekleri, AB üyesi ülkelerin sosyal devlet harcamaları üzerinde aşırı yük oluşturacakları ve radikal unsurlar tarafından kolayca devşirilip ulusaşırı terör örgütlerinin elemanları olacaklarına dair endişeler her geçen gün artıyor. Mevcut ekonomik ortamda, mültecilerden kaynaklanan ilave yüklerin kolayca taşınamayacağı da yaygın bir kanaat.

Neden ortak politika oluşturulamıyor?

Soruna çözüm bulmak adına AB üyesi ülkelerin ortak bir mülteci politikası oluşturamadıklarını en son Haziran 2018’de yapılan AB Zirvesi’nde bir kez daha gördük. AB ülkeleri, probleme Avrupa dayanışması açısından bakmak yerine kendi çıkar ve önceliklerini merkeze alan politikalar benimsediler.

Almanya Başbakanı Merkel’in Suriyeli mültecilere ‘hoşgeldin’ kültürü çerçevesinde ülkesinin kapılarını açması kendi siyasi kariyeri açısından yıkıcı etkiler doğurdu, partisi oy kaybetti. Aşırı sağcı ve yabancı karşıtı ‘Almanya için Alternatif’ partisiyse, tarihindeki en büyük seçim başarısını yakalayıp Almanya parlamentosunda hatırı sayılır temsil oranına kavuştu.

Çoğu kendi içlerinde etnik olarak homojen bir yapıya sahip Merkezi ve Orta Avrupa ülkeleri ekseriyetle göçmenlerin gitmeyi istediği yerler arasında olmamalarına rağmen, ‘kale Avrupası’ mantığı çerçevesinde AB’nin mültecilere kapıları kapatması gerektiğini düşünüyorlar. Polonya ve Macaristan bu minvalde öne çıkan ülkeler. Macaristan Başbakanı Victor Orban rejiminin, mültecileri seçim dönemlerinde propaganda unsuru olarak kullandığını da gördük.

Mültecilerin Avrupa kıtasında giriş yaptıkları İtalya, Yunanistan ve İspanya gibi ülkelerse kendi üzerlerine binen soysal ve ekonomik yükün AB’nin diğer ülkeleri tarafından paylaşılması gerektiğini düşünüyorlar. Bu çerçevede kendi sınırlarının korunmasında AB’nin sınır koruma misyonunun daha aktif çalışmasını ve AB bütçesinden kendilerine daha fazla kaynak aktarılmasını talep ediyorlar. Bu ülkeler aynı zamanda mültecilerin AB’ye ilk giriş yaptıkları yerlerde değil asıl gitmek istedikleri yerlerde kayıt altına alınmaları ve iltica işlemlerin oralarda yapılması gerektiğini söylüyorlar.

Kuzey Avrupa ülkeleri göçmenlerin ağırlıklı olarak yaşamak istedikleri yerler olduklarından bu ülkelerin üzerine binen yük diğer üyelerden daha fazla. AB’nin üzerine oturduğu temel değerlerin bu ülkelerde daha fazla benimsendiği dikkate alındığında göçmen politikalarıyla ilgili tartışmalar sarsıcı politik sonuçlar da doğurabiliyor. Örneğin, Merkel’in Suriyeli mültecilere ‘hoşgeldin’ kültürü çerçevesinde ülkesinin kapılarını açması kendi siyasi kariyeri açısından yıkıcı etkiler doğurdu. Almanya’da 2017 yılı sonunda yapılan parlamento seçimlerinde büyük koalisyonun her iki üyesi, Hristiyan Demokrat ve Sosyal Demokratlar ciddi oy kaybetti. ‘Almanya için Alternatif’ gibi aşırı sağ ve yabancı karşıtı bir parti ise tarihindeki en büyük seçim başarısını yakalayıp Almanya parlamentosunda hatırı sayılır temsil oranına kavuştu.

Her ne kadar 2015’ten bu yana Almanya’ya göç etmek isteyen insanların sayısında ciddi azalmalar olsa da, – ki bunda en büyük rolü, AB’nin hem Türkiye hem de Libya ile imzaladığı anlaşmalar ve AB’nin kendi sınırlarını korumak adına benimsediği askeri ve polisiye tedbirlerin artması oynadı – yabancı düşmanlığı ve göçmen karşıtı akımlar güçlenmeye devam ediyor.

Bu tarz hareketlerin daha fazla güçlenip AB bütünleşmesine ruhunu veren temel değerleri aşındırmaması için AB ülkelerinin bir an önce yabancıların entegrasyonu ve göçmenlerin uyumlarına yönelik politikalarını güncellemeleri gerekiyor.

Başarısız üç politika

Kuramsal açıdan bakıldığında Avrupa’da şimdiye kadar göçmenlere yönelik üç farklı bakış açısının ve uygulamanın denendiği görülüyor: Uzun yıllar Almanya’nın pratiklerinde vücut bulan ‘inkâr ve görmezden gelme’, Fransa’da hâlâ etkili olan ‘asimilasyoncu’ yaklaşım ve Hollanda’nın temsil ettiği ‘çok kültürcü’ tutum.

Alman hükûmetleri göçmenleri kültürel anlamda geniş Alman ulusunun parçası yapmak yerine, onları Alman ekonomisinin parçası yapmaya çalıştı. Siyasi temsil noktasında uzun yıllar vatandaşlık hakkını kolayca vermediler. Son yirmi yıldır ise Almanya’da siyasi bütünleşmeyi kolaylaştırma adına daha liberal bir vatandaşlık politikası takip edildiğini görüyoruz.

Fransız hükûmetleriyse, Almanya’nın aksine, kültürel asimilasyonu daha fazla önemsedi ama yabancıların Fransa’nın ekonomik ve politik hayatına eşit şartlarda katılımını zorlaştırdılar. Evrensel insan hakları ve anayasal vatandaşlık şemsiyesi altında yabancıları asimile etmeyi ön plana alan Fransa, göçmenlere gerek ekonomik gerekse de siyasi alanda ayrımcılık uygulamaya devam etti.

Fransa’nın aksine Hollanda hükûmetleri ise etnik ve dini farklılıkların şekillendirdiği topluluk hakları temelinde soruna yaklaştılar. Yabancıları laik anayasal vatandaşlık temelinde değil, ait oldukları etnik ve dini grup aidiyetleri temelinde sınıflandıran Hollanda’nın yaklaşımı uzun yıllar çok kültürlü toplum modelinin en başarılı örneği olarak görülse de, son kertede gettolaşmaya ve kimlik grupları arasındaki farklılıkların kalıcılaşmasına hizmet etti.

Bu modellerin üçü de başarısız oldu çünkü küreselleşmenin günümüzdeki kadar hızlı ilerlemediği, teknolojik gelişmelerin insanların fiziki ve zihinsel temas ve hareketlerini bu kadar kolaylaştırmadığı, dış politika ve iç politika arasındaki farklılıkların günümüzdeki kadar belirsiz hale gelmediği ve güvenliğin daha çok devlet temelli perspektiften tanımlandığı bir zaman diliminde benimsendiler.

ABD, Çin ve Rusya etkisi

Bu başarısız olmuş modellerin yerini alacak biçimde göçmen politikasını güncellemeyi zorunlu kılan önemli bir diğer dış sebep de, son yıllarda dünyanın genelinde korumacı, içe kapanmacı, yabancı karşıtı, milliyetçi ve realpolitik eğilimlerin ivme kazanması. Amerikan Başkanı Donald Trump’ın liberal dünya düzenine yönelik benimsediği eleştirel ve yıkıcı tavır, Rusya ve Çin’in başını çektiği bir grup ülkenin dünyanın geri kalanına yaymaya çalıştığı otoriter kalkınma ve illiberal demokrasi temelli sosyo-politik model hiç şüphesiz Avrupa’daki aşırı sağ hareketleri cesaretlendiriyor.

Avrupa’da şimdiye kadar göçmenlere yönelik üç farklı bakış açısı ve uygulamanın denendi: Uzun yıllar Almanya’nın pratiklerinde vücut bulan ‘inkâr ve görmezden gelme’, Fransa’da hâlâ etkili olan ‘asimilasyoncu’ yaklaşım ve Hollanda’nın temsil ettiği ‘çok kültürcü’ tutum.

Sınır tanımaz küreselleşme sürecinin, bir grup kozmopolitan, elit ve gelişmekte olan ülkenin orta sınıflarının hayat standartlarını iyileştirirken, Batılı, liberal, kapitalist ülkelerde yaşayan orta ve alt gelir gruplarındaki insanların ekonomik standartlarında geriye gidişlere neden olduğu yönündeki algı, aşırı sağ hareketleri cesaretlendiren bir diğer unsur. Aşırı sağ hareketleri destekleyenlerin çoğu gerek ekonomik gerekse de soysal, kültürel ve politik düzlemde kendi hayatları üzerindeki kontrolü kaybettiklerine inanıyorlar. Bunun baş sorumlusu olarak da aşırı küreselleşmeci ve kozmopolit politikalar takip eden kendi yöneticilerini ve bu politikalar neticesinde kendi ülkelerine yaşamaya gelen göçmen ve mültecileri görüyorlar. Birleşik Krallık’ın AB’den ayrılma sürecini başlatan referandum nasıl ki egemenliklerini geri kazanmayı isteyen Britanyalıların oylarıyla mümkün oldu; Walter Lübcke’nin ölümüne neden olan süreç de failin Lübcke’yi ülkesinin aleyhine çalışan küreselleşmeci elitlerden biri olarak tanımlamasıyla başladı.

Lübcke cinayetinin önümüzdeki günlerde hem Almanya hem de AB genelinde göç ve uyum yönündeki tartışmaları daha da hızlandıracağı kesin. Zira bütünleşme ve uyum amaçlı politikalar başarılı olmuş olsaydı, ne aşırı sağ hareketler bu kadar güçlenir ne de Lübcke cinayeti gibi olaylar yaşanırdı.

Bütün bunların ve Lübcke suikastının Avrupa’yı yüzleşmeye zorladığı asıl gerçekse şu: Avrupa, daha önce denediği ve pek de sonuç vermeyen göç politikaları yerine yeni bütünleşme ve uyum politikaları geliştirmek ve benimsemek zorunda. Eğer bu başarılamazsa, muhtemelen Lübcke cinayeti aşırı sağcıların göçmen karşıtlığı uğruna işlediği ilk ama son olmayan siyasi suikast olarak tarihe geçecek ve belki de Avrupa değerlerinin yok olmaya başladığı dönüm noktalarından biri olarak anılacak.

Twitter: @TarikOguzlu

Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Fikir Turu’nun editöryel politikasını yansıtmayabilir.

Bu yazı ilk kez 21 Ağustos 2019’da yayımlanmıştır.

Tarık Oğuzlu
Tarık Oğuzlu
Prof. Dr. Tarık Oğuzlu - İstanbul Aydın Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Dekanı, Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü Öğretim Üyesi. Doçentlik derecesini 2008’de, doktora derecesini Uluslararası İlişkiler alanında Bilkent Üniversitesi’nden 2003’te, ilk yüksek lisans derecesini 1998’de Bilkent Üniversitesi’nde, ikinci yüksek lisans derecesini de 2000’de London School of Economics’den aldı. Çalışma alanları arasında Uluslararası İlişkiler teorileri, dış politikanın Avrupalılaşması, transatlantik ilişkiler ve NATO, Avrupa Birliği dış, güvenlik ve savunma politikaları, Ortadoğu, Türk-Yunan ilişkiler, Kıbrıs sorunu ve genel olarak Türk dış politikası yer alıyor. Akademik makaleleri, Political Science Quarterly, Middle East Policy, International Journal, Security Dialogue, Middle Eastern Studies, Turkish Studies, Cambridge Review of International Affairs, European Security, International Spectator, Contemporary Security Policy, Australian Journal of International Affairs, Mediterranean Politics, Journal of Balkans and Near East Studies, Insight Turkey ve Uluslararası İlişkiler gibi hakemli ve bilimsel indekslerde yer alan dergilerde yayınlandı.

YORUMLAR

Subscribe
Bildir
guest

0 Yorum
Inline Feedbacks
View all comments

Son Eklenenler

0
Would love your thoughts, please comment.x