Korona zamanlarında iç huzurunu bulmak

Ünlü felsefeci Alain de Botton koronavirüs salgınında neler düşünüyor? Hayatla nasıl bir muhasebe yapıyor? Hangi düşünce bizi daha ayakta tutar? Nasıl bir ümide ihtiyacımız var? Bu dönemde dünyaya farklı bir pencereden bakmak mümkün mü? İç huzurunu nasıl buluruz?

Günlük hayatımıza ilişkin sorunlarımızı felsefenin yardımıyla farklı açılardan görmeye çalışan, birçok kitabı Türkçeye de çevrilmiş yazar ve felsefeci Alain de Botton koronavirüs salgını hakkındaki görüşlerini, bu dönemde düşündüklerini, bu sürecin ona düşündürdüklerini İsrail’de yayımlanan Haaretz gazetesine verdiği bir söyleşide anlattı.

Söyleşinin hemen başında, salgın başladığından beri eline geçen her tıbbi raporu, makaleyi okuduğunu söyleyen Botton, vardığı sonucu şöyle özetliyor: “Her şey çok kötü olacak, en azından Londra’da.”

Bu sürecin ona pek çok şey düşündürdüğüne değinen felsefeci okurlara dünyayı ve onunla ilişkimizi gözden geçirmemizi tavsiye ederek görüşlerini paylaşmaya başlıyor. Botton’a göre, modern insanlar olarak özellikle doğayla ilişkimiz göz önüne alındığında kendimizi abartıyoruz:

Savunmasız ince bir zardan ibaretiz

“Modern dünyanın bir parçası olunca, esasen bilim ve teknolojinin doğayı alt edebileceğini düşünürsünüz. Aydınlanma felsefesinin altında yatan temel düşünce de budur. Modern çağın insanı olarak bizler de doğaya hükmeden, çevrenin emrimize amade olduğu, yegâne üstün güce sahip türler olduğumuzu düşünürüz. Çevrenin hâkimi olduğumuza kendimizi o denli inandırmışız ki, onu katlederken bile acıma hakkını kendimizde görüyoruz.

Ağaçların ve sahillerin ardından oturup gözyaşı döküyoruz. Hayatımızın doğal akışı böyle olsa da gerçekler oldukça farklı. Evvela, yaşadığımız çevreyi tam olarak anlamış değiliz. Zihinsel kaynaklarımız oldukça sınırlı. Belli konularda uzmanlaşsak da cehalet, gaflet, ahmaklık ve kibir bataklığına gömülmüş haldeyiz. Gerçekten çok kusurlu hayvanlarız.

…Ne yazık ki insan denen canlı, kendini mükemmellik, güven ve kontrol duygularıyla yüceltiyor. Oysa hepimiz biyolojik varlıklarız; her türlü kaza ve illete maruz kalabilen, savunmasız ince birer zardan ibaretiz. Yine de sevindirici haber şu ki hepimiz nasıl öleceğimizi biliyoruz.”

Dünyanın her yerinde binlerce insanın hayatını kaybetmesine sebep olan bu virüs sebebiyle ölüm düşüncesi çok daha yakınımıza geldi. Botton gazetecinin “Nasıl öleceğimizi bilmenin nesi sevindirici?” sorusuna kendi farklı bakış açısıyla şöyle yanıt veriyor:

“Yıllardır, sinirlendiğimiz ve şikâyet ettiğimiz şeyler gerçekten incir çekirdeğini doldurmayan cinsten. Söz gelimi, gittiğimiz bir restoranda sosu yemeğin üstüne değil de tabağın kenarına koyduklarından bahsedebiliriz. “Düşünebiliyor musunuz? Yemeğimin sosunu tabağın kenarına iliştirivermişler. Tam bir rezalet!” Ya da eşimizle banyo küvetindeki bir saç teli yüzünden bozuşabiliriz.

Sonra bir gün doktora gittiğimizde, doktorun “Üzgünüm ama kansersiniz, üç haftalık ömrünüz kaldı” sözleri her ne kadar bizi korkutsa da kabulleniveririz olan biteni. Çünkü nasıl öleceğimizi biliyoruzdur. Yaşamak istesek bile, hep hatırımızda tutmamız gereken bir şey var: Nasıl öleceğimizi biliyoruz.”

İç huzura erişmenin yolu ne?

Bu düşünce tarzı herkese çok iç açıcı gelmese de Botton bu yaklaşımın insana bir çeşit teselli verdiğini düşünüyor ve bunu açıklamak için de felsefeye başvuruyor, yazar, ‘en sevdiğim filozoflar Stoacılar’ diyor ve şöyle devam ediyor:

“Stoacılara göre bizi huzura eriştiren yol, her şeyin istediğimiz gibi olacağını düşünmemekten geçiyor. “Sen yeter ki gülümse, her şey yoluna girer” diyenlerin hepsi deyim yerindeyse bize işkence ediyorlar. İç huzura erişmenin yolu, olabilecek en kötü duruma odaklanmaktan geçiyor; ancak bu şekilde her şeye karşı hazırlıklı olduğumuz için, haliyle her şeyin düzeleceğine de inanıyoruz.

Gelin salgına bir de Stoacıların gözünden bakalım. Dünyayı kuşatacak. Milyonlarca, muhtemelen on milyonlarca cana mal olacak. Herkes kıt kanaat geçinecek. Her şey yıkılıp gidecek. En başa döneceğiz. Bunlar olacak şeyler. Hepimiz sevdiklerimizi kaybedeceğiz. …Bu girdabın içindeyken gülmek zorundayız, bu çok önemli. Bir şeylerin ne kadar kötüye gideceğini anladığınızda, yani dibi gördüğünüzde ona hazırsınız demektir.”

Zihninde şüphe olan rahat uyur

Tam da bu yaşadığımız dönemdeki gibi her şeyin pamuk ipliğine bağlı olduğu, içimizin korkuyla kaplandığı, kırılgan olduğumuzu fark ettiğimiz anda, Stoacı bir yaklaşım kaygıyı daha da artırmaz mı? Gazeteci de bu makul soruyu soruyor Botton’a.

Kaygı, zihnin bilinmeyeni, zapt edilmeyeni kontrol altına almaya dönük beyhude bir çabasıdır. Bu gerçeklik bir pandemiyse şayet, onu kontrol etmeye çalışmak en baştan başarısız olmaya mahkumdur.

Diğer bir ihtimal ise ‘kaygı’ya erişmeye çalıştığı şeyin imkânsız olduğunu öğretmek olabilir. Her şey şüphelidir. Bize güven bahşeden hiçbir şey yoktur, hakeza güvenliğin kendisi de… Fransız düşünür Michel de Montaigne’nin de dediği gibi, “zihninde şüphe olan rahat uyur”. Yapmamız gereken şey bu. Şüpheyle uyumak belki de… Tam da ihtiyacımız olan bir felsefe.”

Dostluk sadece mutluluğu paylaşmak mıdır?

Yazar ve felsefeci Botton bu kez 20. yüzyılın önemli felsefeci ve yazarlarından Albert Camus’nün görüşlerine odaklanılması gerektiğini söylüyor:

“Camus’nun, cinsellik, yüzme, futbol, edebiyat gibi basit hazlara odaklanmamızı yeğleyen düşüncesi çok yerindedir. Zira, ancak bu gibi zevkler karanlığa olan yolculuğumuzda bizlere eşlik eder. Bunun ufacık bir virüs olduğunu, her şeyin yoluna gireceğini söyleyen insanlar var. Ve bu düşünce birçok açıdan da doğru, neticede insanlık ayakta kalacak.

Peki ya bireyler olarak biz ne olacağız? Hepimizin tek bir ortak kaderi var, o da ölüm. Ölümden öncesi ise kederden ibaret. Bana göre çözüm biraz mizah biraz da aşktan geçiyor; bunu söylerken hepimizin aynı sıkıntıları çektiğini ve hepimizin ortak bir ilacı olduğunu kastediyorum aslında: Aşk ve dostluk. İyi gün dostluğu değil elbette, üzüntü, korku ve zorluk anında yanınızda olacak dostlar.

Her nedense dostluğun hep güzel anları paylaşmak olduğunu düşünürüz, aslında doğru olan tam tersi. Dostluk bir anlamda acı, korku, kaygı ve mutsuzluğu paylaşmak olmalı. Önümüzdeki aylarda arkadaşlarımıza gerçekten çok ihtiyacımız olacak.”

En çok ihtiyacımız olan şey, rol modeller

Alain de Botton tüm insanlığa bu zamanlarda iyi gelebilecek bir olguya işaret ediyor: Rol modeller

“Böyle anlarda her şeyden öte ihtiyacımız olan şey, rol modeller. İmkânsız dediğimiz davranışları sergileyebilen, yetenekleriyle bizi cezbeden örnek insanlara ihtiyacımız var. Hep ya çok parası olan ya da etrafına neşe saçan kimseler çok hoşumuza gitmiştir, şimdiyse bunlar çok abes ve boş geliyor kulağa değil mi? Aslında hep böyle idi.

Şimdi zorluklara göğüs germesini bilen insanları örnek almalıyız ki, dönüp kendimize bunun böyle olması gerektiğini, aslolanın bu olduğunu söyleyebilelim. Budistlerin hep “benim yerimde şimdi Buda olsaydı ne yapardı?” diye sorguladıkları söylenir. Etkili ve güzel bir düşünce biçimi aslında.

Koronavirüs için Buda ne derdi? Veya Montaigne? Onlar gibi düşünüp, onlar gibi hareket etmeyi öğrenebilirim. Yalnız, kendimizi illa birileriyle özdeşleştirmek istiyorsak, başkalarını seçebiliriz, zira şu anki rol modellerimiz ne yazık ki oldukça kötü.”

Renkli kişilik diye seçilen siyasiler pandemide ne yaptı?

Botton’un hedefinde “Sevdiklerinizi kaybedeceksiniz” sözüyle tepki toplayan İngiltere Başbakanı Boris Johnson var:

“… Önemli olan ne dediğimiz değil, neyi nasıl söylediğimiz. Çocuklarınıza “Sessiz olun ve beni yalnız bırakın” demek yerine “Canlarım, anneniz şu an biraz yoğun” diyerek aynı mesajı verebilirsiniz. Şu anda liderlere düşen görev de orta yolu bulmak olmalı. Boris Johson’ın açıklaması birçok insanı dehşete düşürdü.

Hükümetimiz, yanlış rakamlara itibar ettiğini anladığı için politikasını değiştiriyor. Milyonlarca insanın hayatına mal olacağını gördüklerinden, birkaç gün içinde bir değişikliğe gittiler. Siyasi karar alıcıların hesap bilmediğini, düzgün bir matematiksel modeli örnek almadığını düşünmek bile çok korkunç.”

Botton’a pandemiyle mücadelede kötü sınav veren ve hayal kırıklığı yaratan başka liderlere de değiniyor:

“Günümüzde liyakat sahibi liderlerin sayısı çok az. Yozlaşmış bir çağda yaşıyoruz, bunun emarelerinden biri de sırf hayatımıza heyecan getirsin diye risk alıyor oluşumuz. Buna benzer bir davranışı Amerika ve Avrupa’nın birçok yerindeki seçimlerde de görüyoruz.

İnsanlar şöyle düşünüyor: Gelin bir de şu renkli kişiliğe bir şans verelim, belki bir değişiklik olur. Ve sonuç olarak liderlik vasıflarına haiz olmayan, normal şartlarda seçilmeyecek kimseler tarafından yönetiliyoruz.”

Hepimiz birer misafiriz

Botton sohbetin bu noktasında kendi yaşam felsefesini anlatıyor:

“Size hayattaki felsefemin ne olduğunu söyleyeyim. İyi ölüm ve kötü ölüm diye bir şeyin olduğuna inananlardanım. 50 yaşındayım. Epeyce yaşadım. Bu dünyadan gelip geçmiş birçok insandan daha fazla elbette. Birçok şey başardım. Başıma korkunç şeyler de geldi, harika şeyler de. Birçok yer gördüm. Yaşıtlarım ve benden yaşlı olan herkes gibi ben de sonsuza dek yaşamak istiyorum. Fakat yolun sonuna gelince, kabullenmek gerek. Sanırım sonsuza kadar yaşamamız gerektiğini söyleyen düşünceyi kafamızdan söküp atmamız gerekiyor.

50 yaşına gelmiş biri hayatta birçok şeyi başarmış demektir. Kulağa çok kötümser gelebilir, beni bağışlayın ama bu yaşta gelecek yıl felç geçirme ihtimalim yüzde 1,5. Ve tabii kanser de var. Kalp krizleri, korkunç hastalıklar ve trafik kazaları… Tıpkı dışarıdaki ağaçlar, binalar ve dünya misali dayanıklı ve kalıcı olduğumuzu düşünmeye meyilliyiz. İşin aslı başka elbette.

Sonuçta hepimiz birer misafiriz. Yırtılıverecek bir kâğıt parçası misali. Yaşamaya alışmışız işte, tek bildiğimiz şey bu; daha önce hiç ölmedik ki. Yalnızca başkaları ölür. Her doktora gidişimizde bize vereceği iyi haberler git gide azalır. Ve bir zaman sonra doktorunuz: “Durumunuz şöyle ve yapılması gereken şu, fakat çok üzgünüm” de demeyecek. Hep bu haberlerin başkaları için olduğunu düşünürüz. Narsistler olarak, her şeyin iyi olacağına inanırız. Ne yazık ki, bu doğru değil.”

Bu küresel salgın elbette bir gün sonra erecek. Peki, bundan sonra yaşamlarımız nasıl olacak? Herkesin aklındaki soruyu Botton da yanıtlıyor:

“Bir yandan ölümsüz olduğumuza inanmaya, dünyayı gezmeye ve işlerimize devam edeceğiz. Çünkü istediğimiz işi almak, canımız istediğinde akşam yemeğinde makarna yemek, yeni bir pantolon almak, bunların hepsi bizim için çok önemli şeyler.

Öte yandan, madalyonun diğer yüzünü görmemiz lazım ki herhangi bir probleme karşı hazırlıklı olabilelim. Burası, daha çok Budist külliyatından ve Stoacı felsefeden eserler okuyan, Bach dinleyip yıldızları temaşa eden ve bizi ileride neyin beklediğini bilen kısım. Böylelikle, yalnız gerekli olduğunda bu iki düşünce arasındaki geçişi sağlayıp, trajik düşünceye doğru evrilebilelim.

… Bir evde yaşadığımızı, vaktimizin büyük bir kısmını hoş, aydınlık ve sıcacık odalarda geçirdiğimizi farz edelim. Evde başka bir oda daha var, tatsız şeylerle dolu olduğu için hiç girmek istemediğimiz. Neden orada bir saat geçirmeyelim ki? Işığı açıp ne olduğunu göreceğiz, hepsi bu. Evet, güzel bir oda değil. Soğuk da. Garip bir kokusu var. Ama orada işte, biliyoruz artık ve inanın vakit gelmeden tanışmaya değer.

İnanın bu, diğer insanların neden o yolu seçtiğini anlamanızı sağlayacak. Ve emin olun ki vakit geldiğinde, camdan dışarı bakıp sokakta futbol oynayan çocukları ve gökdelenleri seyrettiğinizde ve yarın akşama bir parti olduğunda, işte bu bilgi imdadınıza yetişecek. O vakit, partiden ayrılmanız gerektiğinde gelecek. Hem de sıra sizde değilken… Bunu bir ceza olarak görmememiz lazım. Zira, bir ceza da değil.”

Dünyaya farklı bir pencerede bakmak mümkün

Botton insanın aslında çok önemli bir sonsuz yeteneğe sahip olduğunu da şöyle hatırlatıyor:

“Stoacılara çok değer veren Spinoza, dünyaya farklı bir pencereden bakma yetisine sahip olduğumuzu söylüyordu. Hem de sonsuz bir yetenek. Bunu Latince “Sub specie aeternitatis”, yani ‘sonsuzluk yönünden’ olarak adlandırıyordu.

Felsefe, dünyayı bu pencereden görmemizi sağlayabilir. Ölümü bir trajediden ibaret olarak gören bencil ve dar perspektiften kurtarıp, binlerce yılda oluşmuş bir açıdan görmemizi sağlar. Dünya milyarlarca yıldır ayakta. Evrendeki türlerin yüzde doksan dokuzunun nesli tükendi. İdrak ve hayal gücümüzün çok ötesinde uçsuz bucaksız bir tuvalde yaşıyoruz. Ne kadar küçük ve geçici olduğumuzu anlamak zor olsa da beynimiz soyut şeyleri algılayabilir.

Biraz kısıtlı da olsa bu evreni idrak edebilen tek canlı, bizleriz; madem öyle bu perspektife sıkı sıkıya sarılmalıyız. Bunu anlamak için, ‘ben’ dediğimiz, o göklere çıkardığımız karakterin moleküllerden ibaret olduğunu hatırda tutmamız gerekiyor. Ve hayatta ne yaparsak yapalım kozmik açıdan önemsiz olduğumuzu da… Başarılarımız veya başarısızlıklarımız, bunların hiçbir önemi yok. Benliğin prangasından kurtulduğumuz ölçüde, dünyaya bu pencereden bakabiliriz.”

Nasıl bir umuda ihtiyacımız var?

Yazar sözü belki de hayattaki en değerli şeye getiriyor: Umuda

“Umut deyince aklıma hep (Fransız ressam) Henri Matisse gelir. Hayatı, hep acılardan ibaret; sanatı ise umut dolu. Resimleri hep çok mutludur; parıldayan güneş, çiçeğe duran ağaçlar, gülen ve dans eden insanlar. Duygusal çalışmalar da yapmaz. Duygusal sanatçılara göre hayat güzeldir. Matisse gibi realist ve umut dolu sanatçılar ise hayatın elem ve kederle dolu olduğunu düşünür, bu yüzden de umut çok değerlidir. Ve bu yüzden bir limonu veya palmiye ağacını resmetmek çok değerlidir. Değerlidir, çünkü perde arkası hep karanlıktır. Şimdi tam da böyle bir umuda ihtiyacımız var. Hiçbir dayanağı olmayan, boş umutlar değil kastım, ne de her şeyin yoluna gireceğini söyleyen insanlar.

Darağacı mizahı türünden bir umuda ihtiyacımız var, korkunç şeyleri alaya alan. Hepimiz o darağacına doğru gidiyoruz. Ama o yolda muhteşem meyveler ve bir ördek resmi yapan 3 yaşında şirin mi şirin bir çocuk var. Çocuk çok mutlu, resimse harika. Belki bir nar yiyeceğiz. Belki de gökyüzünü seyredeceğiz. Bunların hepsi hâlâ mümkün. Umut dolu, güzel şeyler. Bunlara her zamankinden daha çok değer vermeli, adeta üzerine titremeliyiz. Hayatı yaşamaya değer kılan şeyler bunlar çünkü. Nar taneleri. 3 yaşındaki bir çocuğun gülümseyişi. Veya bir deniz kenarı. Bugünlerde dört elle sarılmaya değer şeyler bunlar.”

Bu yazı ilk kez 23 Nisan 2020’de yayımlanmıştır.

 

Fikir Turu
Fikir Turuhttps://fikirturu.com/
Fikir Turu, yalnızca Türkiye’deki düşünce hayatını değil, dünyanın da ne düşündüğünü, tartıştığını okurlarına aktarmaya çalışıyor. Bu amaçla, İngilizce, Arapça, Rusça, Almanca ve Çince yazılmış önemli makalelerin belli başlı bölümlerini çevirerek, editoryal katkılarla okuruna sunmaya çalışıyor. Her makalenin orijinal metnine ve değerli çevirmen arkadaşlarımızın bilgilerine makalenin alt kısmındaki notlardan ulaşabilirsiniz.

YORUMLAR

Subscribe
Bildir
guest

0 Yorum
Inline Feedbacks
View all comments

Son Eklenenler

Korona zamanlarında iç huzurunu bulmak

Ünlü felsefeci Alain de Botton koronavirüs salgınında neler düşünüyor? Hayatla nasıl bir muhasebe yapıyor? Hangi düşünce bizi daha ayakta tutar? Nasıl bir ümide ihtiyacımız var? Bu dönemde dünyaya farklı bir pencereden bakmak mümkün mü? İç huzurunu nasıl buluruz?

Günlük hayatımıza ilişkin sorunlarımızı felsefenin yardımıyla farklı açılardan görmeye çalışan, birçok kitabı Türkçeye de çevrilmiş yazar ve felsefeci Alain de Botton koronavirüs salgını hakkındaki görüşlerini, bu dönemde düşündüklerini, bu sürecin ona düşündürdüklerini İsrail’de yayımlanan Haaretz gazetesine verdiği bir söyleşide anlattı.

Söyleşinin hemen başında, salgın başladığından beri eline geçen her tıbbi raporu, makaleyi okuduğunu söyleyen Botton, vardığı sonucu şöyle özetliyor: “Her şey çok kötü olacak, en azından Londra’da.”

Bu sürecin ona pek çok şey düşündürdüğüne değinen felsefeci okurlara dünyayı ve onunla ilişkimizi gözden geçirmemizi tavsiye ederek görüşlerini paylaşmaya başlıyor. Botton’a göre, modern insanlar olarak özellikle doğayla ilişkimiz göz önüne alındığında kendimizi abartıyoruz:

Savunmasız ince bir zardan ibaretiz

“Modern dünyanın bir parçası olunca, esasen bilim ve teknolojinin doğayı alt edebileceğini düşünürsünüz. Aydınlanma felsefesinin altında yatan temel düşünce de budur. Modern çağın insanı olarak bizler de doğaya hükmeden, çevrenin emrimize amade olduğu, yegâne üstün güce sahip türler olduğumuzu düşünürüz. Çevrenin hâkimi olduğumuza kendimizi o denli inandırmışız ki, onu katlederken bile acıma hakkını kendimizde görüyoruz.

Ağaçların ve sahillerin ardından oturup gözyaşı döküyoruz. Hayatımızın doğal akışı böyle olsa da gerçekler oldukça farklı. Evvela, yaşadığımız çevreyi tam olarak anlamış değiliz. Zihinsel kaynaklarımız oldukça sınırlı. Belli konularda uzmanlaşsak da cehalet, gaflet, ahmaklık ve kibir bataklığına gömülmüş haldeyiz. Gerçekten çok kusurlu hayvanlarız.

…Ne yazık ki insan denen canlı, kendini mükemmellik, güven ve kontrol duygularıyla yüceltiyor. Oysa hepimiz biyolojik varlıklarız; her türlü kaza ve illete maruz kalabilen, savunmasız ince birer zardan ibaretiz. Yine de sevindirici haber şu ki hepimiz nasıl öleceğimizi biliyoruz.”

Dünyanın her yerinde binlerce insanın hayatını kaybetmesine sebep olan bu virüs sebebiyle ölüm düşüncesi çok daha yakınımıza geldi. Botton gazetecinin “Nasıl öleceğimizi bilmenin nesi sevindirici?” sorusuna kendi farklı bakış açısıyla şöyle yanıt veriyor:

“Yıllardır, sinirlendiğimiz ve şikâyet ettiğimiz şeyler gerçekten incir çekirdeğini doldurmayan cinsten. Söz gelimi, gittiğimiz bir restoranda sosu yemeğin üstüne değil de tabağın kenarına koyduklarından bahsedebiliriz. “Düşünebiliyor musunuz? Yemeğimin sosunu tabağın kenarına iliştirivermişler. Tam bir rezalet!” Ya da eşimizle banyo küvetindeki bir saç teli yüzünden bozuşabiliriz.

Sonra bir gün doktora gittiğimizde, doktorun “Üzgünüm ama kansersiniz, üç haftalık ömrünüz kaldı” sözleri her ne kadar bizi korkutsa da kabulleniveririz olan biteni. Çünkü nasıl öleceğimizi biliyoruzdur. Yaşamak istesek bile, hep hatırımızda tutmamız gereken bir şey var: Nasıl öleceğimizi biliyoruz.”

İç huzura erişmenin yolu ne?

Bu düşünce tarzı herkese çok iç açıcı gelmese de Botton bu yaklaşımın insana bir çeşit teselli verdiğini düşünüyor ve bunu açıklamak için de felsefeye başvuruyor, yazar, ‘en sevdiğim filozoflar Stoacılar’ diyor ve şöyle devam ediyor:

“Stoacılara göre bizi huzura eriştiren yol, her şeyin istediğimiz gibi olacağını düşünmemekten geçiyor. “Sen yeter ki gülümse, her şey yoluna girer” diyenlerin hepsi deyim yerindeyse bize işkence ediyorlar. İç huzura erişmenin yolu, olabilecek en kötü duruma odaklanmaktan geçiyor; ancak bu şekilde her şeye karşı hazırlıklı olduğumuz için, haliyle her şeyin düzeleceğine de inanıyoruz.

Gelin salgına bir de Stoacıların gözünden bakalım. Dünyayı kuşatacak. Milyonlarca, muhtemelen on milyonlarca cana mal olacak. Herkes kıt kanaat geçinecek. Her şey yıkılıp gidecek. En başa döneceğiz. Bunlar olacak şeyler. Hepimiz sevdiklerimizi kaybedeceğiz. …Bu girdabın içindeyken gülmek zorundayız, bu çok önemli. Bir şeylerin ne kadar kötüye gideceğini anladığınızda, yani dibi gördüğünüzde ona hazırsınız demektir.”

Zihninde şüphe olan rahat uyur

Tam da bu yaşadığımız dönemdeki gibi her şeyin pamuk ipliğine bağlı olduğu, içimizin korkuyla kaplandığı, kırılgan olduğumuzu fark ettiğimiz anda, Stoacı bir yaklaşım kaygıyı daha da artırmaz mı? Gazeteci de bu makul soruyu soruyor Botton’a.

Kaygı, zihnin bilinmeyeni, zapt edilmeyeni kontrol altına almaya dönük beyhude bir çabasıdır. Bu gerçeklik bir pandemiyse şayet, onu kontrol etmeye çalışmak en baştan başarısız olmaya mahkumdur.

Diğer bir ihtimal ise ‘kaygı’ya erişmeye çalıştığı şeyin imkânsız olduğunu öğretmek olabilir. Her şey şüphelidir. Bize güven bahşeden hiçbir şey yoktur, hakeza güvenliğin kendisi de… Fransız düşünür Michel de Montaigne’nin de dediği gibi, “zihninde şüphe olan rahat uyur”. Yapmamız gereken şey bu. Şüpheyle uyumak belki de… Tam da ihtiyacımız olan bir felsefe.”

Dostluk sadece mutluluğu paylaşmak mıdır?

Yazar ve felsefeci Botton bu kez 20. yüzyılın önemli felsefeci ve yazarlarından Albert Camus’nün görüşlerine odaklanılması gerektiğini söylüyor:

“Camus’nun, cinsellik, yüzme, futbol, edebiyat gibi basit hazlara odaklanmamızı yeğleyen düşüncesi çok yerindedir. Zira, ancak bu gibi zevkler karanlığa olan yolculuğumuzda bizlere eşlik eder. Bunun ufacık bir virüs olduğunu, her şeyin yoluna gireceğini söyleyen insanlar var. Ve bu düşünce birçok açıdan da doğru, neticede insanlık ayakta kalacak.

Peki ya bireyler olarak biz ne olacağız? Hepimizin tek bir ortak kaderi var, o da ölüm. Ölümden öncesi ise kederden ibaret. Bana göre çözüm biraz mizah biraz da aşktan geçiyor; bunu söylerken hepimizin aynı sıkıntıları çektiğini ve hepimizin ortak bir ilacı olduğunu kastediyorum aslında: Aşk ve dostluk. İyi gün dostluğu değil elbette, üzüntü, korku ve zorluk anında yanınızda olacak dostlar.

Her nedense dostluğun hep güzel anları paylaşmak olduğunu düşünürüz, aslında doğru olan tam tersi. Dostluk bir anlamda acı, korku, kaygı ve mutsuzluğu paylaşmak olmalı. Önümüzdeki aylarda arkadaşlarımıza gerçekten çok ihtiyacımız olacak.”

En çok ihtiyacımız olan şey, rol modeller

Alain de Botton tüm insanlığa bu zamanlarda iyi gelebilecek bir olguya işaret ediyor: Rol modeller

“Böyle anlarda her şeyden öte ihtiyacımız olan şey, rol modeller. İmkânsız dediğimiz davranışları sergileyebilen, yetenekleriyle bizi cezbeden örnek insanlara ihtiyacımız var. Hep ya çok parası olan ya da etrafına neşe saçan kimseler çok hoşumuza gitmiştir, şimdiyse bunlar çok abes ve boş geliyor kulağa değil mi? Aslında hep böyle idi.

Şimdi zorluklara göğüs germesini bilen insanları örnek almalıyız ki, dönüp kendimize bunun böyle olması gerektiğini, aslolanın bu olduğunu söyleyebilelim. Budistlerin hep “benim yerimde şimdi Buda olsaydı ne yapardı?” diye sorguladıkları söylenir. Etkili ve güzel bir düşünce biçimi aslında.

Koronavirüs için Buda ne derdi? Veya Montaigne? Onlar gibi düşünüp, onlar gibi hareket etmeyi öğrenebilirim. Yalnız, kendimizi illa birileriyle özdeşleştirmek istiyorsak, başkalarını seçebiliriz, zira şu anki rol modellerimiz ne yazık ki oldukça kötü.”

Renkli kişilik diye seçilen siyasiler pandemide ne yaptı?

Botton’un hedefinde “Sevdiklerinizi kaybedeceksiniz” sözüyle tepki toplayan İngiltere Başbakanı Boris Johnson var:

“… Önemli olan ne dediğimiz değil, neyi nasıl söylediğimiz. Çocuklarınıza “Sessiz olun ve beni yalnız bırakın” demek yerine “Canlarım, anneniz şu an biraz yoğun” diyerek aynı mesajı verebilirsiniz. Şu anda liderlere düşen görev de orta yolu bulmak olmalı. Boris Johson’ın açıklaması birçok insanı dehşete düşürdü.

Hükümetimiz, yanlış rakamlara itibar ettiğini anladığı için politikasını değiştiriyor. Milyonlarca insanın hayatına mal olacağını gördüklerinden, birkaç gün içinde bir değişikliğe gittiler. Siyasi karar alıcıların hesap bilmediğini, düzgün bir matematiksel modeli örnek almadığını düşünmek bile çok korkunç.”

Botton’a pandemiyle mücadelede kötü sınav veren ve hayal kırıklığı yaratan başka liderlere de değiniyor:

“Günümüzde liyakat sahibi liderlerin sayısı çok az. Yozlaşmış bir çağda yaşıyoruz, bunun emarelerinden biri de sırf hayatımıza heyecan getirsin diye risk alıyor oluşumuz. Buna benzer bir davranışı Amerika ve Avrupa’nın birçok yerindeki seçimlerde de görüyoruz.

İnsanlar şöyle düşünüyor: Gelin bir de şu renkli kişiliğe bir şans verelim, belki bir değişiklik olur. Ve sonuç olarak liderlik vasıflarına haiz olmayan, normal şartlarda seçilmeyecek kimseler tarafından yönetiliyoruz.”

Hepimiz birer misafiriz

Botton sohbetin bu noktasında kendi yaşam felsefesini anlatıyor:

“Size hayattaki felsefemin ne olduğunu söyleyeyim. İyi ölüm ve kötü ölüm diye bir şeyin olduğuna inananlardanım. 50 yaşındayım. Epeyce yaşadım. Bu dünyadan gelip geçmiş birçok insandan daha fazla elbette. Birçok şey başardım. Başıma korkunç şeyler de geldi, harika şeyler de. Birçok yer gördüm. Yaşıtlarım ve benden yaşlı olan herkes gibi ben de sonsuza dek yaşamak istiyorum. Fakat yolun sonuna gelince, kabullenmek gerek. Sanırım sonsuza kadar yaşamamız gerektiğini söyleyen düşünceyi kafamızdan söküp atmamız gerekiyor.

50 yaşına gelmiş biri hayatta birçok şeyi başarmış demektir. Kulağa çok kötümser gelebilir, beni bağışlayın ama bu yaşta gelecek yıl felç geçirme ihtimalim yüzde 1,5. Ve tabii kanser de var. Kalp krizleri, korkunç hastalıklar ve trafik kazaları… Tıpkı dışarıdaki ağaçlar, binalar ve dünya misali dayanıklı ve kalıcı olduğumuzu düşünmeye meyilliyiz. İşin aslı başka elbette.

Sonuçta hepimiz birer misafiriz. Yırtılıverecek bir kâğıt parçası misali. Yaşamaya alışmışız işte, tek bildiğimiz şey bu; daha önce hiç ölmedik ki. Yalnızca başkaları ölür. Her doktora gidişimizde bize vereceği iyi haberler git gide azalır. Ve bir zaman sonra doktorunuz: “Durumunuz şöyle ve yapılması gereken şu, fakat çok üzgünüm” de demeyecek. Hep bu haberlerin başkaları için olduğunu düşünürüz. Narsistler olarak, her şeyin iyi olacağına inanırız. Ne yazık ki, bu doğru değil.”

Bu küresel salgın elbette bir gün sonra erecek. Peki, bundan sonra yaşamlarımız nasıl olacak? Herkesin aklındaki soruyu Botton da yanıtlıyor:

“Bir yandan ölümsüz olduğumuza inanmaya, dünyayı gezmeye ve işlerimize devam edeceğiz. Çünkü istediğimiz işi almak, canımız istediğinde akşam yemeğinde makarna yemek, yeni bir pantolon almak, bunların hepsi bizim için çok önemli şeyler.

Öte yandan, madalyonun diğer yüzünü görmemiz lazım ki herhangi bir probleme karşı hazırlıklı olabilelim. Burası, daha çok Budist külliyatından ve Stoacı felsefeden eserler okuyan, Bach dinleyip yıldızları temaşa eden ve bizi ileride neyin beklediğini bilen kısım. Böylelikle, yalnız gerekli olduğunda bu iki düşünce arasındaki geçişi sağlayıp, trajik düşünceye doğru evrilebilelim.

… Bir evde yaşadığımızı, vaktimizin büyük bir kısmını hoş, aydınlık ve sıcacık odalarda geçirdiğimizi farz edelim. Evde başka bir oda daha var, tatsız şeylerle dolu olduğu için hiç girmek istemediğimiz. Neden orada bir saat geçirmeyelim ki? Işığı açıp ne olduğunu göreceğiz, hepsi bu. Evet, güzel bir oda değil. Soğuk da. Garip bir kokusu var. Ama orada işte, biliyoruz artık ve inanın vakit gelmeden tanışmaya değer.

İnanın bu, diğer insanların neden o yolu seçtiğini anlamanızı sağlayacak. Ve emin olun ki vakit geldiğinde, camdan dışarı bakıp sokakta futbol oynayan çocukları ve gökdelenleri seyrettiğinizde ve yarın akşama bir parti olduğunda, işte bu bilgi imdadınıza yetişecek. O vakit, partiden ayrılmanız gerektiğinde gelecek. Hem de sıra sizde değilken… Bunu bir ceza olarak görmememiz lazım. Zira, bir ceza da değil.”

Dünyaya farklı bir pencerede bakmak mümkün

Botton insanın aslında çok önemli bir sonsuz yeteneğe sahip olduğunu da şöyle hatırlatıyor:

“Stoacılara çok değer veren Spinoza, dünyaya farklı bir pencereden bakma yetisine sahip olduğumuzu söylüyordu. Hem de sonsuz bir yetenek. Bunu Latince “Sub specie aeternitatis”, yani ‘sonsuzluk yönünden’ olarak adlandırıyordu.

Felsefe, dünyayı bu pencereden görmemizi sağlayabilir. Ölümü bir trajediden ibaret olarak gören bencil ve dar perspektiften kurtarıp, binlerce yılda oluşmuş bir açıdan görmemizi sağlar. Dünya milyarlarca yıldır ayakta. Evrendeki türlerin yüzde doksan dokuzunun nesli tükendi. İdrak ve hayal gücümüzün çok ötesinde uçsuz bucaksız bir tuvalde yaşıyoruz. Ne kadar küçük ve geçici olduğumuzu anlamak zor olsa da beynimiz soyut şeyleri algılayabilir.

Biraz kısıtlı da olsa bu evreni idrak edebilen tek canlı, bizleriz; madem öyle bu perspektife sıkı sıkıya sarılmalıyız. Bunu anlamak için, ‘ben’ dediğimiz, o göklere çıkardığımız karakterin moleküllerden ibaret olduğunu hatırda tutmamız gerekiyor. Ve hayatta ne yaparsak yapalım kozmik açıdan önemsiz olduğumuzu da… Başarılarımız veya başarısızlıklarımız, bunların hiçbir önemi yok. Benliğin prangasından kurtulduğumuz ölçüde, dünyaya bu pencereden bakabiliriz.”

Nasıl bir umuda ihtiyacımız var?

Yazar sözü belki de hayattaki en değerli şeye getiriyor: Umuda

“Umut deyince aklıma hep (Fransız ressam) Henri Matisse gelir. Hayatı, hep acılardan ibaret; sanatı ise umut dolu. Resimleri hep çok mutludur; parıldayan güneş, çiçeğe duran ağaçlar, gülen ve dans eden insanlar. Duygusal çalışmalar da yapmaz. Duygusal sanatçılara göre hayat güzeldir. Matisse gibi realist ve umut dolu sanatçılar ise hayatın elem ve kederle dolu olduğunu düşünür, bu yüzden de umut çok değerlidir. Ve bu yüzden bir limonu veya palmiye ağacını resmetmek çok değerlidir. Değerlidir, çünkü perde arkası hep karanlıktır. Şimdi tam da böyle bir umuda ihtiyacımız var. Hiçbir dayanağı olmayan, boş umutlar değil kastım, ne de her şeyin yoluna gireceğini söyleyen insanlar.

Darağacı mizahı türünden bir umuda ihtiyacımız var, korkunç şeyleri alaya alan. Hepimiz o darağacına doğru gidiyoruz. Ama o yolda muhteşem meyveler ve bir ördek resmi yapan 3 yaşında şirin mi şirin bir çocuk var. Çocuk çok mutlu, resimse harika. Belki bir nar yiyeceğiz. Belki de gökyüzünü seyredeceğiz. Bunların hepsi hâlâ mümkün. Umut dolu, güzel şeyler. Bunlara her zamankinden daha çok değer vermeli, adeta üzerine titremeliyiz. Hayatı yaşamaya değer kılan şeyler bunlar çünkü. Nar taneleri. 3 yaşındaki bir çocuğun gülümseyişi. Veya bir deniz kenarı. Bugünlerde dört elle sarılmaya değer şeyler bunlar.”

Bu yazı ilk kez 23 Nisan 2020’de yayımlanmıştır.

 

Fikir Turu
Fikir Turuhttps://fikirturu.com/
Fikir Turu, yalnızca Türkiye’deki düşünce hayatını değil, dünyanın da ne düşündüğünü, tartıştığını okurlarına aktarmaya çalışıyor. Bu amaçla, İngilizce, Arapça, Rusça, Almanca ve Çince yazılmış önemli makalelerin belli başlı bölümlerini çevirerek, editoryal katkılarla okuruna sunmaya çalışıyor. Her makalenin orijinal metnine ve değerli çevirmen arkadaşlarımızın bilgilerine makalenin alt kısmındaki notlardan ulaşabilirsiniz.

YORUMLAR

Subscribe
Bildir
guest

0 Yorum
Inline Feedbacks
View all comments

Son Eklenenler

0
Would love your thoughts, please comment.x