40’ından sonra meslek değiştirmek

Gönlünüz size ileri bir yaşta mesleğiniz gibi hayatınızın önemli bir unsurunu değiştirmeniz gerektiğini söylüyorsa ne yapmalısınız? Derin bir nefes alıp suya atlamak kolay mı? Ama belki de asıl sorulması gereken sorular bunlar değil. 49 yaşında avukatlıktan psikologluğa geçen Yıldız Hacıevliyagil kendi deneyimini yazdı.

Adım Yıldız Hacıevliyagil. 55 yaşındayım. Yıllarca avukatlık yaptıktan sonra 49 yaşımda meslek değiştirdim ve psikolog oldum, uzmanlık alanım çift ve aile terapisi.

Şu an benim gibi 40’larında benzer arayışlarda olanların yüreklerine belki biraz su serpilir umuduyla kendi deneyimimi paylaşacağım. Yalnız kırkımdan sonraki değişim hikayem, ilk gençlik seçimlerimde olduğu gibi öyle pek hızlı ve havalı adımlar, şüpheye yer bırakmayan hedefler içermiyor; daha çok bir gönül yordamı ve sabırla arayış serüveni.

Neden avukat olmayı seçtim?

Hikayem İzmir’de başladı. Çocukken bıcır bıcır, konuşkan bir kızdım ve haksızlığa hiç gelemezdim. Baba tarafım Malatyalı, anne tarafım Ordulu. Babam çocukları arasında ayrım yapmazdı ama yine de kök ailemde kız çocuklarının çok da tercih edilmediği hissiyle büyüdüm. Ben doğduğumda “Üzülmeyin bu Yıldız oldu, ikincisi Yılmaz olur” demişler mesela. Bunları neden anlatıyorum, çünkü hepsinin meslek seçimlerimle ilgisi olduğunu düşünüyorum.

Onlu yaşlarımda Avukat Petrocelli isimli o yılların en popüler televizyon dizilerinden birini izledim ve Petrocelli’ye hayran oldum. “Haksızlıklara karşı, masumların ve ezilenlerin yanında yer almak, tam benlik!” diye hissettiğimi hâlâ hatırlıyorum. Ortaokul ve lise yıllarımda, yüz yıllık erkek okulunda (İzmir Saint Joseph) sınıftaki iki kız öğrenciden biri olunca, sınıftaki erkek arkadaşlarımla kadın haklarına yönelik cengaverce tartışmalar yapmam kaçınılmaz oldu. İnsanlar sık sık “Avukat mısın kızım sen?”, “Senden de iyi avukat olur!” demeye başlamışlardı. Böyle söylemeleri hoşuma gidiyordu. Yine lisedeyken -özellikle babamdan arkadaşlarımla gezmeye gitme konusunda izin almakta zorlandığım ve ergenlik bunalımları yaşadığım zamanlarda- psikolojiye (ve adını o zamanlar bilmiyordum ama sosyolojiye de) ilgi duymaya başladım.

O zamanlar Türkiye’de sadece yedi tane Hukuk Fakültesi vardı ve babam “istersen İstanbul’a git” demesine rağmen, ilk tercihim 9 Eylül Üniversitesi Hukuk Fakültesi oldu. Meslek seçimi konusunda bilincim o derece düşüktü ki, diğer tercihlerim sadece İzmir’de kalabilmek adına kimya mühendisliğinden çevre mühendisliğine kadar birbirinden alakasız alanlara uzanıyordu. Ama o yıllarda bu tür bilinçsiz tercihler yapan sadece ben değildim, toplumun genelinde meslek seçimi konusunda farkındalık oldukça düşüktü. Neyse ki Hukuk Fakültesi’ni kazandım. Avukat olmaya karar verdiğim 10’lu yaşlarımdan fakülteden mezun olduğum 23 yaşına kadar geçen 13 yıllık sürede bir kere bile ne adliyeye ne de bir avukat bürosuna gitmedim, bu düşünce aklıma bile gelmedi.

Adliye umduğum gibi değilmiş!

Mesleğe 100 yıllık geçmişi olan, Fransız müvekkil ağırlıklı çalışan bir hukuk bürosunda adım attım. İyi bir başlangıçtı ama ilk adliye tecrübelerim maalesef trajik oldu. Bir kere, bizim İzmir Konak Adliyesi hiç ABD dizilerindeki adliyelere benzemiyordu.

Yine de var gücümle işime asıldım. Mesleğimde başarılı olmak, ilerlemek ve bir kadın olarak kendi ayaklarımın üstünde durmak benim için öncelikliydi. Ancak tecrübesizlik, hukuk camiasındaki rekabet ve hiyerarşi, hata yapma korkusu, adliyelerde karşılaştığım bazı olaylar beni hayal kırıklığına sürüklüyor ve mutsuz ediyordu. Üstelik dürüst olmak gerekirse; genel kurul yapmak, bankalarla borç pazarlığı, ihtilafa düşmüş insanların kavgası ve onları çözmek üzere açılan davalar, icra daireleri içimi sıkıyordu. Başarılı olmak istiyordum ama değerlerime uymayan durumlarda kendimi kötü hissediyordum. “Hata mı yapmıştım acaba?”, “Yok yok, daha ne olsundu.”

İş ve özel hayat ayrı mı gerçekten?

Staja başlarken evlenmiş, 3 yıllık avukatken hamile kalmıştım. Hamilelikle birlikte yaşadığım stres arttı; olan oldu, icra dairesinde yaşadığım bir tartışma sırasında 7 aylık hamileyken sancılarım başladı. Doktor doğuma kadar olan sürede evde yatmam gerektiğini söyleyerek beni eve gönderdi. Evde yattım ama aklım işimdeydi, 4 yıl boyunca gecemi gündüzüme katarak elde ettiğim kazanımları kaybetmekten korkuyordum. Ne demek istediğimi hukuk bürolarının hiyerarşi ortamını bilenler daha iyi anlar.

Doğumda icra dairesinde yaşadığım ağır stresle bağlantılı olduğunu düşündüğüm komplikasyonlar oldu. Neyse ki sağ salim kızım Umay’ı kucağıma aldım. Doğumdan 3 ay sonra işe döndüm, bebeğimi sadece 3 ay emzirebilmiştim. Hem iyi bir avukat hem de iyi bir anne olmak istiyordum ama gece boyu 8-10 kere uyanınca bu hedefe ulaşmak pek kolay olmuyordu.

Tüm bu mücadeleye bir de boşanma eklendi. Ayrılık sonrası kızımla birlikte daha iyi iş olanakları olacağı düşüncesiyle İstanbul’a taşındım. Artık dava avukatlığı yapmak istemediğime emindim. Kurumsal bir ortamda çalışmak, adliyeden uzaklaşmak, belirli bir gelirimin olması, sorun çözücü hukuktansa önleyici/koruyucu hukuk çalışmaları yapmak istiyordum. Yanılmamıştım; İstanbul’da hayat daha zordu ama iş olanakları daha iyiydi ve evet şirket avukatlığı bana çok daha uygundu.

“Gönlünün sesini dinlemek” kolay mı?

Şirkette çalışmaktan hukukçu tarafım keyif alıyordu fakat içimdeki anlam arayan ses susmuyordu. Şirket hukuk direktörü olarak çalıştığım 13 yılın büyük kısmında alışveriş merkezi projelerinin parçası oldum. “Alışveriş merkezleri yapıyoruz, bu da faydalı” diyordum içimdeki sese ama o “ııhh” diye cevap veriyor ve ikna olmuyordu bir türlü. Ben de karşıma çıkan her fırsatta ilgi duyduğum alanlarda eğitimler alarak ve gönüllü faaliyetlere katılarak içimdeki sesi ikna etmeye çalıştım.

2001 ekonomik krizinde çalıştığım şirket kapandı. Tazminatımı da almıştım; istemediğim bir işe başlamaktansa psikoloji yüksek lisansı yapmak istedim. O zamanlar psikoloji alanında lisans eğitimi olmayanlara yüksek lisans olanağı çok sınırlıydı. Hoş, zaten tüm sosyal bilimlere ilgi duyuyordum. Galatasaray Üniversitesi evime yakındı, devlet okuluydu, Fransızca bilgim işe yarayabilirdi. Böylece felsefe yüksek lisansına başvurdum. Bilgi sınavındaki soruları görünce “Hiç şansım olmaz” diye düşünürken sınavı kazandım. Krizde çalışmadığım süre boyunca (2 dönem) okula devam ettim. Bugünkü pek çok otomatik düşüncemizin kaynağının 2500 yıl öncesine dayandığını görmek inanılmazdı!

Aldığım eğitim ne kadar motive edici olursa olsun, gönlümün sesini tam duyamıyordum. Hoş, duysam da o bağlamda hayata geçirmem kolay değildi, çünkü artık boşanmış bir anneydim. Söz konusu olan yalnız benim değil, kızımın da geleceğiydi. Bazı denemelerde bulunsam da kısa sürede mesleğimin huzur vermese de güven veren kollarına geri döndüm.

Eğitim hayatına diğer geri dönüşüm, Bahçeşehir Üniversitesi’nde 1,5 yıllık Kariyer Geliştirme Danışmanlığı (Global Career Development Facilitator) sertifika programına katılarak oldu. Dersler akşam ve hafta sonları olduğu için onu tamamlayabildim. Böylece Bahçeşehir üniversitesi öğrencilerine 3 dönem gönüllü kariyer danışmanlığı yaptım. Birleşmiş Milletler’in Nar Taneleri projesinde mentör olarak çalıştım. Üsküdar Çocuk Yuvası’nda devlet koruması altındaki çocuklarla 3 yıla yakın haftada bir gece arkadaşlarımla birlikte felsefe okumaları yaptım.

Ve… Derin bir nefes alıp suya atlamak

Böylece 46 yaşıma geldim. Bir sonraki sene kızım üniversite sınavına girecekti ve ben en azından bu süreçte ona daha fazla destek olmak istiyordum. “Artık ara verebilir miydim?” kendime bu soruyu sorup duruyordum. Bu kez de, bırakmak kolay değildi; yıllar boyu çalışmış, emek vererek kazanımlar elde etmiştim. Üstelik bırakınca ne olacaktı? “Mevcut eğitimim ve tecrübemle ne yapabilirim?” diye düşünüp işin içinden çıkamıyordum. Hayalim, emekli olmak, Ege’ye geri dönmek, çalışmamak değildi. Aksine çalışamayacak yaşa gelene kadar çalışmak isteyeceğim bir işim olmasını istiyordum.

Uykusuz gecelerin sonunda “Artık ne olacaksa olsun” diyerek çalıştığım şirkete ayrılmak istediğimi açıkladım. İşten ayrıldıktan sonra 10 günlük bir meditasyon inziva kampına gittim. Bu sürede kağıt, kalem, kitap, telefon, tv olmadan ve hiçbir insanla iletişim kurmadan meditasyon yaptım. Kararımı vermiştim; elimden geldiğince (ne kadar mümkünse artık) her şeye açık ve esnek olacaktım, buna avukatlık mesleği de dahildi. Gönlümün muradını bulana kadar (tabii bir gün bulabilirsem) kendi hukuk büromu açıp, hayatımda ilk kez yarı zamanlı çalışabilirdim.

Evime yakın tek oda ve terastan ibaret bir yer kiraladım. Tek müvekkilim eski çalıştığım şirketti, zaten saat usulü verebileceğim tüm zaman öylece doldu. İlk aylar Bebek-Hisar hattında neredeyse tüm kafelerde kitap okudum. Kimi zaman bilgisayarımı yanıma alıp sözleşmelerimi de kafelerde yapıyordum. Arada arkadaşlarımı terasımda ağırlıyordum. Böylece 1 yıl geçti. Şükür duygusu içindeydim ama arayışım da devam ediyordu.

Bir gün internet gazetesinde üniversiteden devamsızlık sebebiyle atılanlar için af çıktığını okudum, başvuru süresinin son 2 günündeydik. “Acaba 10 yıl aradan sonra felsefeye geri dönebilir miyim? Kim bilir ne bürokrasi vardır” diye düşünürken yakın bir arkadaşım ziyaretime geldi ve “Haydi, kalk gidelim. Belli mi olur, belki istedikleri belgeleri toplamak zor değildir” diyerek okula bıraktı. İşlemler çok kolay oldu, bir dilekçe yazıp imzalamam yetti.

Böylece okul hayatımda ikinci perde başladı. Önce Galatasaray Üniversitesi’nde felsefe yüksek lisansımı tamamladım, hatta tezimi “Etikte Mutluluk, İş ve Seçimler” konusu üzerine yazdım. Mezuniyet töreninde, felsefe bölümünden mezun olan tek öğrenciydim.

Ancak hâlâ içimdeki asıl isteğe gözümü kapıyor, çevresinde dolanıyor ama gerekli cesareti toplayamıyordum adeta. 13 Aralık 2014 günüydü. ABD’de yaşayan kardeşim Yeliz’i telefonla aradım ve ondan ABD’de psikoloji üzerine kısa dönemli eğitimler araştırmasını istedim. Yanıtı galiba hayatımı değiştirdi: “Araştıramam ablacım. Senin yıllardır aklında psikoloji var, niye böyle geçici çözümler üretmeye çalışıyorsun, gir şunu doğru dürüst oku artık.” “Yeliz, kaç yaşında olduğumun farkında mısın?” dedim, “Ne varmış yaşında?” diye cevap verdi.

Düşündüm gerçekten ne vardı yaşımda; topu topu 49 yaşındaydım… Üniversite sınavına girip lisans, ardından başka sınavlara girip yeni bir yüksek lisans yaparak gönlünün muradını gerçekleştirmeye çok uygun ve ayarında bir yaştı. Hedefime ulaşmak için bir strateji belirledim. Önce hem puanımın yeteceği hem de eğitim kalitesini beğendiğim bir üniversite seçtim ve psikolojiyi kazanamama ihtimalime karşın yakın bölümleri de tercihlerimin arasına ekledim. Sınava girdim, özel bir üniversitenin sosyoloji bölümünü %50 burslu olarak kazandım. Sosyolojiyi çok sevdim ama hayalimden vazgeçmedim ve ilk dönemin sonunda yüksek not ortalaması yaparak psikoloji bölümüne geçtim. Bu süreçte kızımla da aynı fakültede farklı bölümlerde okuduk.

Kader gayrete aşıktır

Tüm bu engebeli yolu aşıp çevreme bakınca çok fazla insanın benzer yanlış seçimler yaptığını, mutsuzluklar yaşadığını, iç sesiyle sorumlulukları arasında sıkıştığını gördüm. Özellikle gençleri meslek seçimi hakkında bilinçlendirmek için yüksek lisans tezimden yola çıkarak İşim ve Ben: Meslek Seçiminden Önce Okunacak Kitap’ı yazdım.

Değişim sürecimde tekrarlanan tekrarlana biraz eskimiş iki değerli söz benim için tam anlamıyla işledi: “Şans hazırlıklı olandan yanadır” ve “Kader gayrete aşıktır”. Bir de sevgili eşim Doğan Cüceloğlu’nun sözü; “Yaşam bir ekip işidir ve ekibin kadar güçlüsün.”

Çıkardığım kimi dersleriyse benimle aynı arayışlar içinde olanlarla paylaşmak isterim. Ben yaşadığım her deneyimin bana bir şeyler kattığını düşünürüm, öyle olduğunu da bizzat tecrübe ettim. Mesela profesyonel yaşamda bir avukat olarak yer almak, memnun olmadığım bazı yönlerine rağmen, hayatıma çok şey kattı. İş hayatının içinden geçmiş ve onu çeşitli boyutlarıyla deneyimlemiş olmak, bugün beni bir psikolog olarak zenginleştirdi. Bugün geriye dönüp bakınca, imkanlar izin verse ve avukatlığı biraz daha erken bırakabilsem iyi olurdu belki ama en baştan psikolog olmadığıma çok memnunum. Kendinize yeni bir yol çizmeye niyetliyseniz, bilin ki kat ettiğiniz yollar da boşa gitmeyecek.

İç sesime uymalı mıyım?

Bu deneyimimi bilenler, bazen bana şunu sorar: İç sesimi dinlemeli miyim? Cevabım, kesinlikle evet!

Bana yıllar boyu “Bu işi bırak” diyen gönlümün sesiydi. Ama sağduyum da “Sorumlulukların var, nasıl bırakacaksın?” diye soruyordu. Her ikisini de susturmadım; içinde bulunduğum bağlama göre ikisi arasında sağlıklı bir denge arayışında oldum. Kişi, yaşamda kendini, gönlünün sesine “Seni duyamaz oldum”, ya da “Seni duyuyorum, ama biraz beklemeye almak durumundayım” dediği bir noktada bulabilir. Bu, onu toptan yok saymaktan çok farklı.

Ben her ne olursa olsun gönlünün sesini duymak ve hayata geçirmek için çabalamaktan hiç vazgeçmemenin önemine inanıyorum, size söyleyebileceğim tek şey bu…

Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Fikir Turu’nun editöryel politikasını yansıtmayabilir.

Bu yazı ilk kez 23 Ekim 2020’de yayımlanmıştır.

Yıldız Hacıevliyagil
Yıldız Hacıevliyagil
Yıldız Hacıevliyagil - Üç çocuklu bir ailenin ilk çocuğu olarak İzmir’de doğdu. 1988 yılında Dokuz Eylül Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nden mezun oldu. Aynı yıl dava avukatı olarak başladığı hukuk kariyerine, şirketlerde hukuk departmanı yöneticisi ve 2011 tarihinden itibaren kendi ofisinde hukuk danışmanı olarak devam etti. Nisan 2020’de hukuk kariyerine son verdi. Profesyonel çalışma hayatı sürerken 2012 yılında eğitim hayatına geri döndü. Önce Galatasaray Üniversitesi’nde Felsefe yüksek lisansını tamamladı. Felsefe tezinden yola çıkarak yazdığı “İşim ve Ben: Meslek Seçiminden Önce Okunacak Kitap” adlı kitabı 2016 yılında yayınlandı. Bilgi Üniversitesi’nde psikoloji lisansı, Özyeğin Üniversitesi’nde Çift ve Aile Terapisi alanında psikoloji yüksek lisansı yaptı. Halen kurucusu olduğu İnsan İnsana Aile Danışma Merkezi’nde “çift ve aile terapisti” olarak çalışıyor.

YORUMLAR

Subscribe
Bildir
guest

5 Yorum
Eskiler
En Yeniler Beğenilenler
Inline Feedbacks
View all comments

Son Eklenenler

40’ından sonra meslek değiştirmek

Gönlünüz size ileri bir yaşta mesleğiniz gibi hayatınızın önemli bir unsurunu değiştirmeniz gerektiğini söylüyorsa ne yapmalısınız? Derin bir nefes alıp suya atlamak kolay mı? Ama belki de asıl sorulması gereken sorular bunlar değil. 49 yaşında avukatlıktan psikologluğa geçen Yıldız Hacıevliyagil kendi deneyimini yazdı.

Adım Yıldız Hacıevliyagil. 55 yaşındayım. Yıllarca avukatlık yaptıktan sonra 49 yaşımda meslek değiştirdim ve psikolog oldum, uzmanlık alanım çift ve aile terapisi.

Şu an benim gibi 40’larında benzer arayışlarda olanların yüreklerine belki biraz su serpilir umuduyla kendi deneyimimi paylaşacağım. Yalnız kırkımdan sonraki değişim hikayem, ilk gençlik seçimlerimde olduğu gibi öyle pek hızlı ve havalı adımlar, şüpheye yer bırakmayan hedefler içermiyor; daha çok bir gönül yordamı ve sabırla arayış serüveni.

Neden avukat olmayı seçtim?

Hikayem İzmir’de başladı. Çocukken bıcır bıcır, konuşkan bir kızdım ve haksızlığa hiç gelemezdim. Baba tarafım Malatyalı, anne tarafım Ordulu. Babam çocukları arasında ayrım yapmazdı ama yine de kök ailemde kız çocuklarının çok da tercih edilmediği hissiyle büyüdüm. Ben doğduğumda “Üzülmeyin bu Yıldız oldu, ikincisi Yılmaz olur” demişler mesela. Bunları neden anlatıyorum, çünkü hepsinin meslek seçimlerimle ilgisi olduğunu düşünüyorum.

Onlu yaşlarımda Avukat Petrocelli isimli o yılların en popüler televizyon dizilerinden birini izledim ve Petrocelli’ye hayran oldum. “Haksızlıklara karşı, masumların ve ezilenlerin yanında yer almak, tam benlik!” diye hissettiğimi hâlâ hatırlıyorum. Ortaokul ve lise yıllarımda, yüz yıllık erkek okulunda (İzmir Saint Joseph) sınıftaki iki kız öğrenciden biri olunca, sınıftaki erkek arkadaşlarımla kadın haklarına yönelik cengaverce tartışmalar yapmam kaçınılmaz oldu. İnsanlar sık sık “Avukat mısın kızım sen?”, “Senden de iyi avukat olur!” demeye başlamışlardı. Böyle söylemeleri hoşuma gidiyordu. Yine lisedeyken -özellikle babamdan arkadaşlarımla gezmeye gitme konusunda izin almakta zorlandığım ve ergenlik bunalımları yaşadığım zamanlarda- psikolojiye (ve adını o zamanlar bilmiyordum ama sosyolojiye de) ilgi duymaya başladım.

O zamanlar Türkiye’de sadece yedi tane Hukuk Fakültesi vardı ve babam “istersen İstanbul’a git” demesine rağmen, ilk tercihim 9 Eylül Üniversitesi Hukuk Fakültesi oldu. Meslek seçimi konusunda bilincim o derece düşüktü ki, diğer tercihlerim sadece İzmir’de kalabilmek adına kimya mühendisliğinden çevre mühendisliğine kadar birbirinden alakasız alanlara uzanıyordu. Ama o yıllarda bu tür bilinçsiz tercihler yapan sadece ben değildim, toplumun genelinde meslek seçimi konusunda farkındalık oldukça düşüktü. Neyse ki Hukuk Fakültesi’ni kazandım. Avukat olmaya karar verdiğim 10’lu yaşlarımdan fakülteden mezun olduğum 23 yaşına kadar geçen 13 yıllık sürede bir kere bile ne adliyeye ne de bir avukat bürosuna gitmedim, bu düşünce aklıma bile gelmedi.

Adliye umduğum gibi değilmiş!

Mesleğe 100 yıllık geçmişi olan, Fransız müvekkil ağırlıklı çalışan bir hukuk bürosunda adım attım. İyi bir başlangıçtı ama ilk adliye tecrübelerim maalesef trajik oldu. Bir kere, bizim İzmir Konak Adliyesi hiç ABD dizilerindeki adliyelere benzemiyordu.

Yine de var gücümle işime asıldım. Mesleğimde başarılı olmak, ilerlemek ve bir kadın olarak kendi ayaklarımın üstünde durmak benim için öncelikliydi. Ancak tecrübesizlik, hukuk camiasındaki rekabet ve hiyerarşi, hata yapma korkusu, adliyelerde karşılaştığım bazı olaylar beni hayal kırıklığına sürüklüyor ve mutsuz ediyordu. Üstelik dürüst olmak gerekirse; genel kurul yapmak, bankalarla borç pazarlığı, ihtilafa düşmüş insanların kavgası ve onları çözmek üzere açılan davalar, icra daireleri içimi sıkıyordu. Başarılı olmak istiyordum ama değerlerime uymayan durumlarda kendimi kötü hissediyordum. “Hata mı yapmıştım acaba?”, “Yok yok, daha ne olsundu.”

İş ve özel hayat ayrı mı gerçekten?

Staja başlarken evlenmiş, 3 yıllık avukatken hamile kalmıştım. Hamilelikle birlikte yaşadığım stres arttı; olan oldu, icra dairesinde yaşadığım bir tartışma sırasında 7 aylık hamileyken sancılarım başladı. Doktor doğuma kadar olan sürede evde yatmam gerektiğini söyleyerek beni eve gönderdi. Evde yattım ama aklım işimdeydi, 4 yıl boyunca gecemi gündüzüme katarak elde ettiğim kazanımları kaybetmekten korkuyordum. Ne demek istediğimi hukuk bürolarının hiyerarşi ortamını bilenler daha iyi anlar.

Doğumda icra dairesinde yaşadığım ağır stresle bağlantılı olduğunu düşündüğüm komplikasyonlar oldu. Neyse ki sağ salim kızım Umay’ı kucağıma aldım. Doğumdan 3 ay sonra işe döndüm, bebeğimi sadece 3 ay emzirebilmiştim. Hem iyi bir avukat hem de iyi bir anne olmak istiyordum ama gece boyu 8-10 kere uyanınca bu hedefe ulaşmak pek kolay olmuyordu.

Tüm bu mücadeleye bir de boşanma eklendi. Ayrılık sonrası kızımla birlikte daha iyi iş olanakları olacağı düşüncesiyle İstanbul’a taşındım. Artık dava avukatlığı yapmak istemediğime emindim. Kurumsal bir ortamda çalışmak, adliyeden uzaklaşmak, belirli bir gelirimin olması, sorun çözücü hukuktansa önleyici/koruyucu hukuk çalışmaları yapmak istiyordum. Yanılmamıştım; İstanbul’da hayat daha zordu ama iş olanakları daha iyiydi ve evet şirket avukatlığı bana çok daha uygundu.

“Gönlünün sesini dinlemek” kolay mı?

Şirkette çalışmaktan hukukçu tarafım keyif alıyordu fakat içimdeki anlam arayan ses susmuyordu. Şirket hukuk direktörü olarak çalıştığım 13 yılın büyük kısmında alışveriş merkezi projelerinin parçası oldum. “Alışveriş merkezleri yapıyoruz, bu da faydalı” diyordum içimdeki sese ama o “ııhh” diye cevap veriyor ve ikna olmuyordu bir türlü. Ben de karşıma çıkan her fırsatta ilgi duyduğum alanlarda eğitimler alarak ve gönüllü faaliyetlere katılarak içimdeki sesi ikna etmeye çalıştım.

2001 ekonomik krizinde çalıştığım şirket kapandı. Tazminatımı da almıştım; istemediğim bir işe başlamaktansa psikoloji yüksek lisansı yapmak istedim. O zamanlar psikoloji alanında lisans eğitimi olmayanlara yüksek lisans olanağı çok sınırlıydı. Hoş, zaten tüm sosyal bilimlere ilgi duyuyordum. Galatasaray Üniversitesi evime yakındı, devlet okuluydu, Fransızca bilgim işe yarayabilirdi. Böylece felsefe yüksek lisansına başvurdum. Bilgi sınavındaki soruları görünce “Hiç şansım olmaz” diye düşünürken sınavı kazandım. Krizde çalışmadığım süre boyunca (2 dönem) okula devam ettim. Bugünkü pek çok otomatik düşüncemizin kaynağının 2500 yıl öncesine dayandığını görmek inanılmazdı!

Aldığım eğitim ne kadar motive edici olursa olsun, gönlümün sesini tam duyamıyordum. Hoş, duysam da o bağlamda hayata geçirmem kolay değildi, çünkü artık boşanmış bir anneydim. Söz konusu olan yalnız benim değil, kızımın da geleceğiydi. Bazı denemelerde bulunsam da kısa sürede mesleğimin huzur vermese de güven veren kollarına geri döndüm.

Eğitim hayatına diğer geri dönüşüm, Bahçeşehir Üniversitesi’nde 1,5 yıllık Kariyer Geliştirme Danışmanlığı (Global Career Development Facilitator) sertifika programına katılarak oldu. Dersler akşam ve hafta sonları olduğu için onu tamamlayabildim. Böylece Bahçeşehir üniversitesi öğrencilerine 3 dönem gönüllü kariyer danışmanlığı yaptım. Birleşmiş Milletler’in Nar Taneleri projesinde mentör olarak çalıştım. Üsküdar Çocuk Yuvası’nda devlet koruması altındaki çocuklarla 3 yıla yakın haftada bir gece arkadaşlarımla birlikte felsefe okumaları yaptım.

Ve… Derin bir nefes alıp suya atlamak

Böylece 46 yaşıma geldim. Bir sonraki sene kızım üniversite sınavına girecekti ve ben en azından bu süreçte ona daha fazla destek olmak istiyordum. “Artık ara verebilir miydim?” kendime bu soruyu sorup duruyordum. Bu kez de, bırakmak kolay değildi; yıllar boyu çalışmış, emek vererek kazanımlar elde etmiştim. Üstelik bırakınca ne olacaktı? “Mevcut eğitimim ve tecrübemle ne yapabilirim?” diye düşünüp işin içinden çıkamıyordum. Hayalim, emekli olmak, Ege’ye geri dönmek, çalışmamak değildi. Aksine çalışamayacak yaşa gelene kadar çalışmak isteyeceğim bir işim olmasını istiyordum.

Uykusuz gecelerin sonunda “Artık ne olacaksa olsun” diyerek çalıştığım şirkete ayrılmak istediğimi açıkladım. İşten ayrıldıktan sonra 10 günlük bir meditasyon inziva kampına gittim. Bu sürede kağıt, kalem, kitap, telefon, tv olmadan ve hiçbir insanla iletişim kurmadan meditasyon yaptım. Kararımı vermiştim; elimden geldiğince (ne kadar mümkünse artık) her şeye açık ve esnek olacaktım, buna avukatlık mesleği de dahildi. Gönlümün muradını bulana kadar (tabii bir gün bulabilirsem) kendi hukuk büromu açıp, hayatımda ilk kez yarı zamanlı çalışabilirdim.

Evime yakın tek oda ve terastan ibaret bir yer kiraladım. Tek müvekkilim eski çalıştığım şirketti, zaten saat usulü verebileceğim tüm zaman öylece doldu. İlk aylar Bebek-Hisar hattında neredeyse tüm kafelerde kitap okudum. Kimi zaman bilgisayarımı yanıma alıp sözleşmelerimi de kafelerde yapıyordum. Arada arkadaşlarımı terasımda ağırlıyordum. Böylece 1 yıl geçti. Şükür duygusu içindeydim ama arayışım da devam ediyordu.

Bir gün internet gazetesinde üniversiteden devamsızlık sebebiyle atılanlar için af çıktığını okudum, başvuru süresinin son 2 günündeydik. “Acaba 10 yıl aradan sonra felsefeye geri dönebilir miyim? Kim bilir ne bürokrasi vardır” diye düşünürken yakın bir arkadaşım ziyaretime geldi ve “Haydi, kalk gidelim. Belli mi olur, belki istedikleri belgeleri toplamak zor değildir” diyerek okula bıraktı. İşlemler çok kolay oldu, bir dilekçe yazıp imzalamam yetti.

Böylece okul hayatımda ikinci perde başladı. Önce Galatasaray Üniversitesi’nde felsefe yüksek lisansımı tamamladım, hatta tezimi “Etikte Mutluluk, İş ve Seçimler” konusu üzerine yazdım. Mezuniyet töreninde, felsefe bölümünden mezun olan tek öğrenciydim.

Ancak hâlâ içimdeki asıl isteğe gözümü kapıyor, çevresinde dolanıyor ama gerekli cesareti toplayamıyordum adeta. 13 Aralık 2014 günüydü. ABD’de yaşayan kardeşim Yeliz’i telefonla aradım ve ondan ABD’de psikoloji üzerine kısa dönemli eğitimler araştırmasını istedim. Yanıtı galiba hayatımı değiştirdi: “Araştıramam ablacım. Senin yıllardır aklında psikoloji var, niye böyle geçici çözümler üretmeye çalışıyorsun, gir şunu doğru dürüst oku artık.” “Yeliz, kaç yaşında olduğumun farkında mısın?” dedim, “Ne varmış yaşında?” diye cevap verdi.

Düşündüm gerçekten ne vardı yaşımda; topu topu 49 yaşındaydım… Üniversite sınavına girip lisans, ardından başka sınavlara girip yeni bir yüksek lisans yaparak gönlünün muradını gerçekleştirmeye çok uygun ve ayarında bir yaştı. Hedefime ulaşmak için bir strateji belirledim. Önce hem puanımın yeteceği hem de eğitim kalitesini beğendiğim bir üniversite seçtim ve psikolojiyi kazanamama ihtimalime karşın yakın bölümleri de tercihlerimin arasına ekledim. Sınava girdim, özel bir üniversitenin sosyoloji bölümünü %50 burslu olarak kazandım. Sosyolojiyi çok sevdim ama hayalimden vazgeçmedim ve ilk dönemin sonunda yüksek not ortalaması yaparak psikoloji bölümüne geçtim. Bu süreçte kızımla da aynı fakültede farklı bölümlerde okuduk.

Kader gayrete aşıktır

Tüm bu engebeli yolu aşıp çevreme bakınca çok fazla insanın benzer yanlış seçimler yaptığını, mutsuzluklar yaşadığını, iç sesiyle sorumlulukları arasında sıkıştığını gördüm. Özellikle gençleri meslek seçimi hakkında bilinçlendirmek için yüksek lisans tezimden yola çıkarak İşim ve Ben: Meslek Seçiminden Önce Okunacak Kitap’ı yazdım.

Değişim sürecimde tekrarlanan tekrarlana biraz eskimiş iki değerli söz benim için tam anlamıyla işledi: “Şans hazırlıklı olandan yanadır” ve “Kader gayrete aşıktır”. Bir de sevgili eşim Doğan Cüceloğlu’nun sözü; “Yaşam bir ekip işidir ve ekibin kadar güçlüsün.”

Çıkardığım kimi dersleriyse benimle aynı arayışlar içinde olanlarla paylaşmak isterim. Ben yaşadığım her deneyimin bana bir şeyler kattığını düşünürüm, öyle olduğunu da bizzat tecrübe ettim. Mesela profesyonel yaşamda bir avukat olarak yer almak, memnun olmadığım bazı yönlerine rağmen, hayatıma çok şey kattı. İş hayatının içinden geçmiş ve onu çeşitli boyutlarıyla deneyimlemiş olmak, bugün beni bir psikolog olarak zenginleştirdi. Bugün geriye dönüp bakınca, imkanlar izin verse ve avukatlığı biraz daha erken bırakabilsem iyi olurdu belki ama en baştan psikolog olmadığıma çok memnunum. Kendinize yeni bir yol çizmeye niyetliyseniz, bilin ki kat ettiğiniz yollar da boşa gitmeyecek.

İç sesime uymalı mıyım?

Bu deneyimimi bilenler, bazen bana şunu sorar: İç sesimi dinlemeli miyim? Cevabım, kesinlikle evet!

Bana yıllar boyu “Bu işi bırak” diyen gönlümün sesiydi. Ama sağduyum da “Sorumlulukların var, nasıl bırakacaksın?” diye soruyordu. Her ikisini de susturmadım; içinde bulunduğum bağlama göre ikisi arasında sağlıklı bir denge arayışında oldum. Kişi, yaşamda kendini, gönlünün sesine “Seni duyamaz oldum”, ya da “Seni duyuyorum, ama biraz beklemeye almak durumundayım” dediği bir noktada bulabilir. Bu, onu toptan yok saymaktan çok farklı.

Ben her ne olursa olsun gönlünün sesini duymak ve hayata geçirmek için çabalamaktan hiç vazgeçmemenin önemine inanıyorum, size söyleyebileceğim tek şey bu…

Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Fikir Turu’nun editöryel politikasını yansıtmayabilir.

Bu yazı ilk kez 23 Ekim 2020’de yayımlanmıştır.

Yıldız Hacıevliyagil
Yıldız Hacıevliyagil
Yıldız Hacıevliyagil - Üç çocuklu bir ailenin ilk çocuğu olarak İzmir’de doğdu. 1988 yılında Dokuz Eylül Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nden mezun oldu. Aynı yıl dava avukatı olarak başladığı hukuk kariyerine, şirketlerde hukuk departmanı yöneticisi ve 2011 tarihinden itibaren kendi ofisinde hukuk danışmanı olarak devam etti. Nisan 2020’de hukuk kariyerine son verdi. Profesyonel çalışma hayatı sürerken 2012 yılında eğitim hayatına geri döndü. Önce Galatasaray Üniversitesi’nde Felsefe yüksek lisansını tamamladı. Felsefe tezinden yola çıkarak yazdığı “İşim ve Ben: Meslek Seçiminden Önce Okunacak Kitap” adlı kitabı 2016 yılında yayınlandı. Bilgi Üniversitesi’nde psikoloji lisansı, Özyeğin Üniversitesi’nde Çift ve Aile Terapisi alanında psikoloji yüksek lisansı yaptı. Halen kurucusu olduğu İnsan İnsana Aile Danışma Merkezi’nde “çift ve aile terapisti” olarak çalışıyor.

YORUMLAR

Subscribe
Bildir
guest

5 Yorum
Eskiler
En Yeniler Beğenilenler
Inline Feedbacks
View all comments

Son Eklenenler

5
0
Would love your thoughts, please comment.x