Bir psikiyatri uzmanı olarak, ruh sağlığıyla ilgili kelime ve kavramların toplumsal ve siyasal yaşamla ilgili olarak gelişigüzel kullanılmasına elimden geldiğince karşı durmaya çalıştım.
Örneğin, toplumun ruhsal durumda yaşanan alt-üst oluşlara “toplumsal şizofreni” vs. denmemesi gerektiğini söyledim; psikiyatrik tanıların siyasi kişi ve gruplara yakıştırılmasının hiçbir şekilde uygun olmadığını belirttim.
ABD’li siyaset bilimi profesörü Robert Robins ve psikiyatri uzmanı Jerrold Post’un birlikte yazdığı Politik Paranoya: Nefretin psikopolitiği gibi kitapları şiddetle eleştirdim.
Benim bu tavrım toplumun ve siyasetin psikolojisinde olumsuz şeyler olmadığı anlamına gelmiyordu elbette, tam tersine toplumun ve siyasetin psikolojik boyutunun çok önemli olduğunu, ayrı bir bilim dalı ve dili içinde incelenmeleri gerektiğini ifade edebilmek için böyle bir tavır takınıyordum. Ben toplumsal psikoloji ve siyaset psikolojisi alanında konuştuğumda ise, söylediklerimin net bilimsel ifadeler olmadığını biliyor, daha ziyade ahlak ve siyaset felsefesinin terminolojisi içinde kalan bir dil kullanmaya çalışıyordum.
Bir süredir sıkıntıdayım zira dünyada yaşadıklarımıza, hele hele Filistin’deki soykırım sırasında yaşanan katliamların nasıl meşrulaştırıldığına şöyle bir baktığımda, toplulukların inanarak yaptığı tuhaflıkları gördüğümde, bunların büyük ölçüde psikolojiyle ilgili olması nedeniyle, kendimi psikolojiden ve psikiyatriden yardım almak zorunda hissederken buluyorum. Başka türlü derdimi anlatamayacağımı ya da yanlış anlaşılma ihtimallerini ortadan kaldıramayacağımı düşünüyorum.
Seçilmişlik konusunun kökleri
“Seçilmişlik” konusu, sosyal bilimlerin birçok dalını, felsefeyi ve ilahiyatı ilgilendiriyor. İlahiyat alanındaki “seçilmişlik” bunlar arasında bambaşka bir yere sahip; kendimizi bu konuda konuşmaya ne ehil, ne yetkili kabul ederiz; haddimizi bilir kenara çekiliriz.
Ama göz göre göre bir topluluk, kendini “seçilmiş” olarak ilan eder ve bu saçmalığın arkasına sığınıp insanlık adına yaptığı alçaklıkları bununla izah etmeye kalkarsa, orada sabrımız biter.
Psikiyatri uzmanı olarak, mesleğimizin gereği, kendini “seçilmiş” hisseden birçok insanla karşılaşıyoruz ve onlardaki tabloyu genellikle “paranoya” gibi başlıklar altında inceliyoruz. Onlarla ilgili bildiklerimiz ve tecrübelerimiz, bugün ve tarihte kendilerinin, gruplarının ya da kavimlerinin Yaratıcı tarafından seçilmiş olduğuna inananların ve inanmakla kalmayıp dünyanın gidişatına etkide bulunanların ruh hallerini analiz ederken, “seçilmişlik” üzerine düşünürken çok işe yarayabilir. Ama söylediklerimiz kesin bilimsel psikolojik doğrular olarak asla anlaşılmamalı, hoşumuza gitmeyen her siyasi ve toplumsal olguya “paranoya” damgası yapıştırmaktan kaçınmalıdır.
Politik paranoya mı?
Bizim yapmaya çalıştığımız işin ‘Politik Paranoya’ yazarlarının yaptıklarıyla hiçbir ilgisi yoktur. Şöyle ki, ‘Politik Paranoya’ yazarlarına göre, bireyin yakalanabileceği ruhsal bir rahatsızlık olan paranoya, yazarlara göre aynı zamanda en entelektüel ve politik ruhsal rahatsızlıktır. Her türlü suçu büyük şeytan Amerika’ya bağlayan İranlılar, bir kuşatılma zihniyeti içinde kıvranan İsrailliler, ABD’ye karşı abartılı korkular taşıyan Meksikalılar… Bütün bunlar “politik paranoya” örnekleri olarak sunulur.
Devam ederler: Jim Jones’un 1978’de kendisiyle birlikte 912 kişiyi birden toplu intihara sürüklemesi, Kıyamet çiftliğinin mesihi David Koresh, Japon Şoko Ashara’nın toplu suikastlar yapan Aum Üstün Gerçek Örgütü: Yeni dinler kılığına girmiş, eylemci bir örgütün içine yerleşerek politize olmuş ve şiddete yol açmış paranoya biçimleri… Müslüman, Yahudi, Hıristiyan ve Sih örnekleriyle Tanrı adına öldürenler yani paranoyanın en güçlü hali… Hıristiyanlığa Yahudi ve zenci karşıtı bir içerik veren Hıristiyan Kimliği Hareketi, Elijah Muhammed’in beyaz düşmanı İslam Ümmeti, her kötülüğü komünizme yükleyen John Birch Topluluğu… Her taşın altında Yahudi parmağı arayan Amerikan radikal sağının savunmacı saldırganlığı, komünist cadı avına çıkan McCarthycilik ve kendisi paranoyak olmadığı halde McCarthy’nin kitlelerle oynaması…
Ve son olarak sadece mesajı taşımakla yetinmeyip, aynı zamanda onun uygulayıcısı ve infazcısı olan ve tarihteki büyük felaketlere yol açan paranoyaklar: Pol Pot, İdi Amin, Josef Stalin. Ve nefretin paranoid yöneticisi, karizmatik, ahlaki liderliği ve hipnotize edici gücüyle Adolf Hitler …
Görüldüğü gibi titiz bir incelemeye tabi tutmaksızın birbiriyle ilgisiz birçok olgu, yazarlar tarafından “politik paranoya” adı altında bir araya getiriliyor böyle yaparken de muhtemelen “Amerikan çıkarları” esas alınıyor.
Böyle bir bakış bilim kılığına girmiş siyasettir; ne bilime ne bilim etiğine sığar. Biz ise, günümüzde siyaset ve ahlakın böylesine birbirinden kopmasının nedenleri üzerinde düşündüğümüzde şöyle bir sonuca ulaşıyoruz. Günümüzün birçok çatışmalı durumunun kökeninde temel olarak insanın kendisini ve kendi grubunu diğer insanlardan köklü bir biçimde ayırması bulunuyor; “bizimkiler” ve diğerleri” ayrımının her şart ve durumda “bizimkiler” lehine mutlaklaştırılması dertlerin baş sorumlusu görünüyor.
Bizimkiler ve diğerleri ayrımı nereye kadar normal?
Burada “mutlaklaştırma” kavramını ne anlamda kullandığımızı biraz açmamız gerekiyor. Zira sosyal psikolojideki “kimlik inşası” çalışmaları göstermiştir ki, bir grup, topluluk kimliğinin olabilmesi için “bizimkiler” ve “diğerleri” arasında belli bir ayrım, belli bir tipleştirme olması kaçınılmazdır ve bu normaldir. Bizim kastımız bu normal durum değil.
Her grubun, topluluğun, hem kendisi hakkında hem de temas halinde olduğu diğer gruplar hakkında bir görüşü vardır. İşin ilginç yanı, her grup kendi perspektifini doğal ve biraz da haklı olarak kabul eder. Kendini her şeyin merkezi olarak gören grup, diğerlerini kendi uygulamalarından ne kadar ayrıldıklarına göre değerlendirir. Etnik topluluklar için söyleyecek olursak, her grup belli ölçülerde “etnosentrik”tir diyebiliriz. Her grup kendisinin başka gruplar tarafından yanlış anlaşıldığı hissine kapılmaya eğilimlidir ve kendisini ne kadar çok yanlış anlaşılmış hissederse, eleştirilerden korunmak için o kadar çok kendi içine kapanır.
Bunlarda bir beis yoktur; toplumların bu tür özellikleri bilinir ve normal kabul edilir. Bizim anlatmaya çalıştığımız, “bizimkiler” ve “diğerleri” ayrımının grupların varlık nedeni, kimlik edinmek için şart olan türden “bizimkiler”, diğerleri” ayrımı değildir. Çünkü böyle olduğu hallerde ayrım “mutlaklaştırılmamıştır”; her şeye rağmen gruplar arası etkileşim imkanı, bir eşitlik ve adalet arayışı, karşındakinin de sonuçta “Adem’in çocuğu” olduğu fikri tamamen ölmemiştir hatta daha ziyade diridir.
Farklı olduklarını bilen gruplar, adeta eşitlikte yarışırlar ve kendilerini hissiyat düzeyinde yarışın birincisi olarak tasavvur ederler. “Bizimkiler”, “diğerleri” ayrımının “bizimkiler” lehine mutlaklaştırıldığı, ayrımcılığın kural haline geldiği durumlar, olağan grup kimliğinde görülen ayrımlardan tamamen farklıdır; bambaşkadır. Mesela “ırkçılık” böyle bir ayrımın mutlaklaştırılması örneğidir.
Mutlaklaştırılmış bizimler ve diğerleri ayrımı
Batı tarihinde “bizimkiler” ve “diğerleri” arasında mutlaklaştırıcı ayrımın temellerini inceleyebilmek için başka kültürlerde pek örneği olmayan “ırk” ve “ırkçılık” kavramlarının gelişimlerine bakılarak işe başlanabilir.
Sömürgeci ve köleci Batı’nın Yahudilere, Amerikalı yerlilere, Asyalılara ve en çok da Afrikalılara bakışının hangi merhalelerden geçerek bugünlere geldiğinin incelenmesi, insanın ve zihninin gaddarlığı konusunda çok öğretici ipuçları sunar. Yahudiler ve Hıristiyanlar arasındaki müthiş gerilimler, beyaz ve Avrupalı olmayan insanların önce “insan” olup olmadıklarının, ardından ilerlemeci bir bakışla nasıl insanlaşacaklarının, medenileşeceklerinin nasıl tartışıldığı ayrımcılık şahikası ibretlerle doludur.
Birçok olgu, Avrupa’da ırkçılığın nasıl sağlam bir fideliğe sahip olduğunu ortaya koyar. Batı’da enteresan bir biçimde hak ve özgürlüklerle ırkçılık at başı gitmiş; Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi’nin insanlığın eşitliğini ilan ettiği yıllarda ırk kavramı kesinliğe kavuşmuştur. Aydınlanma idealleriyle uygulanması arasında büyük bir uçurum olmuş, evrensel hakları ilan eden bildirgeler, yoksulları, kadınları, Beyaz-olmayanları unutmuş olanlar tarafından kaleme alınmış, dile getirilmiştir. Bu olgulara bakıldığında ayrımcılığın doruğa vardığı, zalim bir yönetim anlayışıyla birleşerek tahmin edilemez bir kıyıcılığa ulaştığı Nazi ve Faşist rejimlerin Avrupa’da ortaya çıkmalarının boşuna olmadığı görülür.
Modernlik ırkçı vahşeti ortadan kaldırmak için epey uğraşmış olsa da, gerek Avrupa’da ırkçı partilerin yükselişi, gerek Filistin soykırımı sırasında takınılan tavırlar, aslında “bizimkiler” ve “diğerleri” ayrımının mutlaklaştırılmasının önlenmesi alanında bir arpa boyu dahi yol alınmadığının, her şeyi yeni baştan, dipten temele sorgulamak gerektiğinin ispatı niteliğindedir.
Irkçılık
Irkçılık, “bizimkiler” ve “diğerleri” ayrımının “bizimkiler” lehine mutlaklaştırıldığı feci bir örnektir. Ama teslim etmek gerekir ki, “bizimkiler” ve “diğerleri” ayrımının en köklü biçimde yerleştiği haller, mutlaklaştırılmış ayrımcılık yanlılarının düşüncelerinin ve yaptıklarının meşruluğuna kendilerini inandırabilmelerine yarayan güçlü bir teolojik arka planın bulunduğu durumlardır.
Şüphesiz “üstün ırk” fikrinin de tek bir damla yabancı karışımın bile saflığı bozacağı şeklinde güçlü bir inanca dayalı olduğu söylenebilir ama ırkçılık, açık bir teolojik zemine yaslanmazsa eninde sonunda kayaya çarpacağı kesindir. Bir yanda “saf ırk” teorisi diğer yanda ortak Hıristiyanlık zemini uzun süre bir arada var olamaz. Ama “bizimkiler”in üstün varlığının bizzat Yaratıcı eliyle sağlandığına inanılması halinde mutlaklaştırılmış ayrımcılık, iflah olmaz bir hale dönüşebileceği gibi nesillerden nesillere kolayca aktarılma şansına da kavuşur. Onlar ve onlardan doğacak olanlar “seçilmiş”lerdir.
Seçilmişlik inancı
Nasıl kendisini özel bir görev için seçilmiş gören bir paranoyak, buna tamamen inanıyor, tüm enerjisini bu uğurda harcıyorsa, insanları “bizimkiler” ve diğerleri diye ayıran, sürekli “bizimkiler”i kayırıp kollarken diğerlerine de her türlü eza cefayı layık gören bir kimsenin ve grubun da benzeri bir inanca yaslanması gereklidir.
O ve grubu, Yaratıcı tarafından seçilmiş ve bu seçilmişlik, kavmin etnik çerçevesiyle sınırlanmış olmalıdır. İnsanlık tarihinde ve günümüzde her inançtan gruplarda rastlanabilse de böylesine bir seçilmişlik inancının, muhtemelen ilk ve en tipik örneği, Yahudilik içinde yuvalanmıştır.
Bunları “seçilmişlik” hissiyatının kökenlerini ve ahlaki tavırla olan bağını gösterebilmek için söylüyoruz. Bunları söylememiz, bizi asla anti-Semitik hale getirmez. Kendi adıma Yahudilerle hiçbir alıp veremediğim yoktur; onları sırf Yahudi doğdukları için asla daha kötü insanlar olarak düşünmem. Onları da tüm herkes gibi insan ve eşrefi mahlûkat olarak görürüm. Yahudilerin son dönemlere kadar sırf Yahudi oldukları için Hıristiyan dünyasında maruz kaldıkları ayrımcılığı, vahşeti, katliamları ve soykırımı şiddetle kınarım; eğer o dönemlerde yaşamış olsaydım zalimlerin değil Yahudilerin yanında olacağımı gün gibi biliyorum. Kaldı ki, modern bilim, felsefe ve psikolojiden Yahudi kavminden olan insanları alıp bir kenara koysanız geriye pek de bir şey kalmayacağının farkındayım. Onların içinden hak edenlerin haklarını elbette teslim ediyorum. Yine İsrail karşıtı ve Filistin yanlısı Yahudiler, yeryüzünde hak mücadelesi veren insanların içinde en saygı duyduklarım arasında mümtaz bir yere sahiptir.
Nasıl bir grup kimliği inşası için makul ölçüler içinde bir “bizimkiler ve “diğerleri” ayrımı gerekiyorsa, her hakikat anlayışının da kendisini diğerlerinden ayırmak için bir miktar “seçilmişlik” hissini barındırması doğaldır. Mesela Müslümanlıkla şereflenenler, hidayetin kendilerine Allah’ın bir bağışı olduğunu kabul ederler. Bunda bir beis yoktur; zira insan olan herkesin böyle bir hidayete ulaşması mümkün olduğu gibi Müslümanlar da ilahi tebliğin herkese ulaşması için uğraşırlar. Allah’ın hidayetine mazhar olmak, onları paranoid bir böbürlenme ve yalıtılmışlık içine sokmak yerine, diğer tüm herkesi de buraya çağırmak için heveslendirir; teslimiyetin tevazuuna büründürür.
“Seçilmişlik” hissiyatına duçar olmuş gruplar ise, tıpkı paranoid karakterler gibi kasım kasım kasılırlar, kendilerini diğerlerinden üstün görürler ve üstelik diğerlerinin onların bulunduğu konuma gelmelerine asla imkân bulunmamaktadır. Ahlaki dejenerasyonun başlangıç noktası tam da burası, kendisinin ve kendisinden yana olanların üstün ve dolayısıyla haklı olduğudur. Ahlaki dejenerasyon günümüzün temel derdi, “seçilmişlik” hissi de ahlaki dejenerasyonun başlangıç noktasıdır.
Gazze katliamı, başta Filistin halkı olmak üzere tüm dünyadaki vicdan sahiplerine yaşattığı bunca acının yanı sıra bunları fark etmek ve bilinç yükselmesi için insanlığa büyük bir fırsat sunuyor.
Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Fikir Turu’nun editöryel politikasını yansıtmayabilir.
Bu yazı ilk kez 18 Ocak 2024’te yayımlanmıştır.