Ne oldu bize, ne oldu böyle?

Fast food kültürü bizleri kontrol etmek istiyor. Kendimizi hoyratça yüzeysel zevkler peşinde buluyoruz. Hayatlarımızı akıllı telefonda yukarıya hızla kaydırdığımız ekran gibi yaşıyoruz. Çabuk sıkılıyoruz ve her şeye öfkeleniyoruz. Hiçbir şey bizi mutlu etmiyor. Bu yok oluşun farkında mıyız? Dr. Bora Küçükyazıcı yazdı.

Sene 1981, akşam uyku saati öncesinde rahmetli Adile Naşit ekran başına çağırırdı hepimizi: Ahmet, Murat, Ayşe neredesiniz kuzucuklarım! Heyecanla beklerdim benim de adımı söyleyecek diye. Okul ödevleri zaten yapılmış ve bitmiş olurdu. Adile Teyze’nin bize anlattığı masalı dinledikten sonra hooop hemen yatağa, uykuya! Sabah erkenden kalkıp okul yolu tutulacak. Benim yaş gurubumun mutlaka hatırlayacağı tekerleme sanırım şöyleydi:

Erken yatarım, erken kalkarım.
Bir yumurtayı sütle çırparım.
Birazcık peynir, birazcık ekmek,
Aman efendim ne güzel yenir.
Sabah olunca karnım doyunca,
Çantama kitap kalem koyunca,
İster yaz olsun ister kış olsun,
Giderim okula ben tıpış da tıpış.
Okulun yolu, taşlarla dolu,
Biraz da yokuş, yap beni bir kuş!

Tekerleme sağlıklı beslenen bir çocuğu anlatıyor. Erkenden yattı, sabah erkenden kalktı. Okula gitmek için heyecan içinde, bununla birlikte sağlıklı kahvaltısını yaptı. Okula gitmek için çantasını topladı ve biraz yokuş olan yolda hızlıca yürüyerek derse yetişti.

Her zaman doğruyu söyleyen çocuk

80’ler kuşağının çocukları olarak, okuldan gelir gelmez çantayı kapıdan eve atıp, doğru aşağıya koştururduk. Aşağıda sokağa 2 tane taş koyunca, olur sana işte kale. Sokağın kendi içinde bir hiyerarşi düzeni vardı. Sokak oyunları ve arkadaş ortamı tüm çocuklara kazanmayı ve kaybetmeyi öğretirdi. Takım olmayı ve gerektiğinde hakkını korumayı öğrenirdik. Hatta oyunda top kaleyi işaret eden taşın üstünden geçtiğinde, gol olup olmadığına kaleci çocuk karar verirdi. Gerektiğinde kendi takımı aleyhine dahi olsa, her zaman doğruyu söylerdi o çocuk.

Karnı acıkan ya da susayan çocuklar, hep birlikte en yakındaki bir teyzenin kapısı çalıp su isterdi. Yağlı salçalı ekmek dilimleri havada uçuşurdu. Birlikte yenir, eğlenir, oynanırdı. İstanbul ili, Bakırköy ilçesi, Çamlık semtinde tüm apartmanların arka bahçeleri meyve ağaçlarıyla doluydu. Apartmanların bahçesinden mevsimine göre elma, erik, kiraz, şeftali, dut, incir toplar yerdik. Evet, ağaçlara tırmanıp, düşüp kalkıp tekrar tırmanarak en güzel meyveyi ağacın en ucundaki daldan kopartmaya çalışırdık. Günümüzde ise anne ve babalar, çocukları telefon ekranından başlarını kaldırıp, biraz hareket edip spor yapabilsin diye ne yapacaklarını düşünüyorlar. Nasıl büyük bir dilemma!

Akşam müsaitseniz annemler oturmaya gelecekler

Hatırlar mısınız, akşam olduğunda, aile gezmesi için komşuya müsaitlik durumunu öğrenmek için evin küçük çocuğu gönderilirdi:

– Ayşe Teyze, akşam müsaitseniz annemler size oturmaya gelecekler!

Ayşe Teyze’miz müsaitlik durumuna göre, akşam yemeğinden sonra çaya gelecek olan komşuları için hemen bir kek, börek atardı fırına. Apartmanda komşuların ailece akşam misafirliği oturmasına gitmeleri, aslında bir uygarlık göstergesiydi. Bir araya gelen aileler, kendi aralarında akşam sohbeti ile fikir alışverişi yaparlardı.

Bu noktada Roma İmparatorluğu antik şehirlerindeki forum meydan alanlarının önemini hatırlamak faydalı olacaktır. Toplumda farklı tüm görüş ve düşüncelerin özgürce paylaşıldığı bu forum alanları, şehirdeki herkesin buluşma noktası olarak işlev görüyormuş. İnsan, duygu ve düşüncelerini diğerine aktardıkça, yaşamda gerçek anlamda var olduğunu hisseder. Diğerleri ile sözlü ve sözsüz iletişim aracılığıyla bütünleşiriz. Afrika kökenli Ubuntu dilinde, savanada dolaşırken karşılaşan insanlar şu şekilde selamlaşıyorlar:

– Sawubona! (Türkçesi: Seni gördüm!)
– Sikhona! (Türkçesi: Böylece ben varım!)

Yani, diğerinin selamını alan kişi, onun kendisini görüp selamladığı ana kadar, kendi varlığının eksik olduğunu itiraf ediyor.

Mahallenin uygar dünyaya açılan kapısı

İşte çocukluğumuzdaki akşam misafirlik oturmaları, ailelerin birlikte zaman paylaştığı değerli hatırlara dönüşmüş durumdadır. Yaşam bakışında çok farklı görüşler de bile olunsa, herkes kendi yaşam penceresini diğer aile ile saygı ve sevgi çerçevesinde paylaşırdı. Misafir aile ile konuştukça ve onları dinledikçe, karşılıklı empati kurmaya başlanırdı.

Mahallenin uygar dünyaya ait olan temel yapı taşı ise aile çay bahçeleriydi. Anne, baba ve çocuklar birlikte süslenip, püslenip akşam yürüyüşü ile aile çay bahçesine gidilirdi. Çay, oralet, gazoz ve dondurma unutulmayan lezzetler olarak halen hatırlarımızdadır. İşte aile çay bahçeleri, ailenin birlikte olduğu, kadın ve erkeğin yaşama birlikte katıldığı sosyal ortam görevini üstleniyordu. Komşu masadaki aileler ile başlayan sohbetler, kadın ve erkeğin medeni dünyada birlikte sosyalleştiği ortam sağlıyordu. Böylesi ortamlarda büyüyen çocuklar, büyüdüklerinde anne ve babalarından gördüklerini uyguladılar. Çocuklar görür, çocuklar uygular! Ailelere danışmanlık desteğinde sıklıkla kullandığım şöyle bir söylemim vardır:

– Çocuklar kulaklarından değil, gözlerinden terbiye olurlar!

Yani bir çocuğumuzun nasıl davranmasını istediğimizi ona on defa söylemek yerine, biz uygulayarak örnek teşkil etmeliyiz. Odasına geçip, kitap okumasını istediğimiz çocuğumuz, bizim o sırda ne yaptığımıza bakacaktır. Elimizde akıllı telefonda gezinip durduğumuz sırada, acaba çocuğumuza nasıl örnek oluyoruz? Şimdi tekrar 80’li yıllardaki yolculuğumuza devam edelim.

Süper Baba, Mavi ay ve McGayver

Akşam gezmesinde buluşan çocuklar, büyükleri rahatsız etmeden kenarda yorulana kadar oynardı. Televizyonda Perihan Abla, Bizimkiler, Süper Baba gibi yerli dizilerin yanı sıra, Mavi Ay ve McGayver gibi yabancı diziler çok sevilirdi. Sevgi ve paylaşımın değerini anlatan, pozitif mesajlar içeriyordu eğlence programları. Televizyon izlerken bazen uyuya kalan çocukları, babalar kucaklayıp eve götürürdü.

80’lerin çocukları olarak izlediğimiz çizgi film kahramanlarını hatırlayalım: Atom Karınca, Marko, Arı Maya, Taş Devri, Yakari, Pembe Panter ve Voltran. Bugünün çocukları YouTube platformunda acaba hangi içerikleri tüketiyorlar? Anne babalar olarak, çocuklarımızın en sevdiği YouTube kanal ve karakterlerini ne kadar biliyoruz?

İzlediğimiz dizi ve filmlerdeki içerikler ve karakterleri zihin süzgecinden geçirmeden yaşamımıza davet ediyoruz. Dizilerdeki karakterlere benzeyerek, onlar gibi olmak istiyoruz. İşte burada geçmiş ve bugün arasında önemli bir fark bulunmaktadır. Ailenin ve sevginin değerini yücelten yapımlar yerine, ne yazık ki günlük zevklerin ve kaba kuvvetin yüceltildiği diziler ve filmler sunuluyor.

Çocukluktan ergenliğe geçiş

Mahalle kültürüne ait anılarımızda gezintiye devam edelim. Hıdırellez zamanı geldiğinde, pikniğe gitmek için otobüs kaldırılırdı. Otobüse doluşan aileler, piknik alanında hamaklar kurulup, çocuklar top oynardı. Büyükler mangal yakarken, bir yandan da çay demlemeyle ilgilenirdi. Hep birlikte ip atlanır, kurulan kalelerde tüm baba ve çocuklar birlikte takım olunurdu. Akşam olup mahalleye dönüş yolunda, herkeste günün mutlu yorgunluğu gözlenirdi.

Çocukluktan ergenliğe geçiş sırasında, mahalledeki abiler biz erkek çocuklara yol gösterirdi. Bedensel hijyen nasıl sağlanır, nasıl sakal tıraşı olunur ya da hoşlandığın bir kız olduğunda, ona duygularını açmak için nasıl şiir yazılır? Bir randevu buluşmasında nereye gidilir, pastanede kek ve limonata siparişi nasıl verilir, bunları bile öğretir, anlatırdı mahalledeki bizden yaşça büyük abilerimiz. İşte o abilerin, ablaların yerini bugün dolduracak kimse yok! Ne mahalle oyunları kaldı ne de sokakta oynayan çocuklar. Kentsel dönüşümler ile yok olan mahalle kültürü ve dayanışması sonrasında, yapayalnız kaldık.

Umut, yaşam zorluklarına karşı, gelecek için beslediğimiz direnme gücümüzdür!

Toplumsal dayanışma

Umudumuz vardı. Gelecek ile ilgili umutlarımız vardı. Çocuğumuz liseyi bitirince, şurada işe girecek. Kendi ekmeğini kazanacak. Çocuğumuz lise tahsili yapmayıp, ilkokul mezunu bile olsa bir iş bulup, hayatını kuracağı ile ilgili umudu taşıyorduk. Ya da okumaya devam edecek, şu üniversitede bu bölümü tercih edecek, diye hayal kurardı anne ve babalarımız. Emekli olduktan sonra neler yapmak istediklerini birbirine anlatırdı anne ve babalarımız. Toplumsal dayanışma, iyi günde zor günde bir olmayı sağlardı. Mahalledeki bir ailenin acısı, herkes tarafından paylaşılırdı. Bugün ise neredeyse karşı komşuyu tanımadığımız lüks sitelerde yaşamanın ızdırabını ruhumuzun karanlık dehlizlerinde hissediyoruz.

Binlerce yıl içinde insan yaşamının gelişmesine tanık oluyoruz. Toplum 1.0 olarak adlandırabileceğimiz ilk Homo Sapiensler, Neandertaller ile dünyayı paylaşıyorlardı. Toplum 2.0 insanları ise ateşi kontrol etmeyi öğrenirken, Toplum 2.1 insanları toprağı işleyerek tarımı geliştirdi. İlk olarak yabani hayvanları evcilleştirmeyi başaran bu insanlar, beslenme sorununu çözdüler. Bununla birlikte yerleşik yaşama geçildiğinde, güvenlik sorunu başladı. Verimli topraklar için kısıtlı kaynakları paylaşmayı savaşarak öğrendik. Bu yaşam koşullarındaki atalarımız okuma, yazma, sanat ve teknolojiyi geliştirerek Toplum 3.0 altyapısını oluşturdular.

Yapay zekâ ve günlük yaşam

Beslenme ve güvenlik için daha az vakit harcayan insan, düşünmeye ve üretmeye başladı. 18. yüzyılda sanayi devrimi ve buharlı enerjinin üretim gücüne katılmasıyla Toplum 4.0 şekillendi. Teknoloji ve bilgisayar çağı olarak adlandıracağımız Toplum 5.0 ise haberleşmeyi ve bilgiye ulaşmayı hızlandırdı. Bilgi artık her yerde. Ekranlarımız tıka basa bilgiyle dolu. Günümüzde bilgi kirliliği içinde, doğru bilgiye ulaşmak ise bir öncelik haline gelmiştir.

Yapay zekânın gelişmesi ve günlük yaşama entegre olması ile Homo Deus denilen, trans-humanizm ile insanın dönüştüğü Toplum 5.1 dönemindeyiz. Böylesi bir dönemde, insan kalmak için, ruhumuzun sakinleşmesi için yavaşlamamız gerekiyor. Unutmamalıyız ki, fast food kültürü ile ayakta beslenme alışkanlığı bizleri kontrol etmek istiyor, oysa akşam sofrasına babamız işten gelmeden oturmaz, onu beklerdik. Tam da dijital dönüşümün bizden beklediği şekilde, kendimizi hoyratça yüzeysel zevkler peşinde buluyoruz. Hayatlarımızı akıllı telefonda yukarıya hızla kaydırdığımız ekran gibi yaşıyoruz. Çabuk sıkılıyoruz ve her şeyden sıkılıyoruz. Hiçbir şey bizi mutlu ve memnun etmezken, daha çok tüketerek, aslında yok oluyoruz! Bu yok oluşun farkında olmalıyız!

Yaşamda tüketerek değil, üreterek var oluruz!

Daha iyisi, daha güzeli çıkmış. Onu da alayım! Yenisini almam gerekiyor! Yenisini almak için daha çok çalışmam gerekiyor! Daha çok, daha çok çalışan ruhlarımız ise adım adım eksiliyor. Haftada 40 saatin üzerinde çalışan insanların ruhları acı ve ızdırap içindedir. Kendini ifade etmek için hobi geliştirmeyip, kendisine ve sevdiklerine zaman ayıramaz. Yaşadığı şehre yabancılaşır. Bir sahil kenarı yürüyüşü yapmadan, mahallesindeki bir parkta oturup ağaçları, kuşları, doğayı gözlemeyen insanların ruhları her gün eksiliyor! Ruhu, yani yaradılış kaynağı ile bağlantısı her gün adım adım kopan Trans-hümanizm Homo Deus ise biyolojik robotlara dönüşüyor. Toplumda sıklıkla şu söylemlere denk geliyoruz:

– Ne oldu bu insanlara? Nasıl olur da bir insan böyle yapar?

Hiç şaşırmayın. Kendi varlığını ifade konusunda sağlıklı bir yöntem geliştirmeyen insanlar, ilkel beyin bölgesinin dürtüleri ile hareket ederler. Orta ilkel beyin bölgesinde limbik sistem denen yapının içindeki amigdala bölümü, en derin ilkel güdülerin kodlandığı merkezdir. Duygusal tepkiler ve savaş-kaç yanıtları bu beyin bölümünde oluşturulur. Eğer insanın yaşamında sanat, kültür, edebiyat gibi uygar yaşama ait kodlar ne kadar yoğun ise, oluşturduğumuz yanıtlar üst beyinde yer alan prefrontal korteks tarafından yönetilir.

Bir olay ve durum karşısında vereceğimiz yanıtı orta beyin bölümündeki amigdala mı, yoksa üst beyindeki prefrontal korteks mi oluşturacak? Zamanımızı nerede ve nasıl değerlendirdiğimiz, bu yanıtı oluşturmaktadır. Bir hatırlatma ile yazıyı tamamlamak isterim:

Hepimiz, yaşamımızda en yakın iç çemberimizde yer alan 5 kişinin ortalamasıyız!

Sizin en çok zaman paylaştığınız, en çok fikir ve duygu alışverişinde olduğunuz 5 kişi kim? Her birey yaşadığı toplumun yanıtlarını öğrenir ve uygular. Acıktığımızda bir dilim salçalı ekmeği gömüp, sokakta oyuna koşturan çocuklardık. Bu dünya hepimizin! Daha çok alıp biriktirdikçe, aslında eksildiğimizi fark etmeliyiz! İşte o zaman paylaştıkça, çoğaldığımızı hatırlayacağız!

Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Fikir Turu’nun editöryel politikasını yansıtmayabilir.

Bu yazı ilk kez 14 Kasım 2023’te yayımlanmıştır.

Bora Küçükyazıcı
Bora Küçükyazıcı
Dr. Bora Küçükyazıcı – Klinik psikolog ve aile danışmanı. 1973 yılında İstanbul'da doğmuş. Cağaloğlu Anadolu Lisesi'nden mezun olmuş, tıp hekimliği eğitimini Akdeniz Üniversitesi Tıp Fakültesi tamamlamış. Anadolu’nun birçok yerinde çalıştıktan sonra Actavis’te medikal yönetici, biyo-teknoloji şirketi USA Genzyme’de ise Business Unit Manager (iş birikimi yöneticisi) olarak görev yapmış. Katıldığı uluslararası eğitim ve yönetim toplantılarında Türkiye`yi birçok defa temsil etmiş. “Farklılaştırma Stratejisi ve İletişim” konulu çalışması ile yurt dışında “En Başarılı Uygulama” ödülünü almış. St. Clement’s Üniversitesi Klinik Psikoloji alanında doktora programında tamamladığı çalışmalar şöyle: Çocuk ve Yetişkin Psikolojisi, Yaşlılık Psikolojisi, Sosyal Psikoloji, Günümüzde Psikoterapi, Aile Sosyolojisi, Çocuk Psikopatolojisi, İletişim Psikolojisi. Ayrıca Philadelphia University, Yale University, The State University of New York, Maltepe Üniversitesi’nde eğitim programlarına katılmış, sertifikalar almış. biyo-teknoloji, dijital ebeveynlik dönüşümü ve Z Kuşağı çocuk yetiştirme konularında çalışmaları var. Yayımlanan ilk kitabı: “Çocuk Büyütürken En Sık Sorulan 100 Soru ve Cevap”…

YORUMLAR

Subscribe
Bildir
guest

2 Yorum
Eskiler
En Yeniler Beğenilenler
Inline Feedbacks
View all comments

Son Eklenenler

Ne oldu bize, ne oldu böyle?

Fast food kültürü bizleri kontrol etmek istiyor. Kendimizi hoyratça yüzeysel zevkler peşinde buluyoruz. Hayatlarımızı akıllı telefonda yukarıya hızla kaydırdığımız ekran gibi yaşıyoruz. Çabuk sıkılıyoruz ve her şeye öfkeleniyoruz. Hiçbir şey bizi mutlu etmiyor. Bu yok oluşun farkında mıyız? Dr. Bora Küçükyazıcı yazdı.

Sene 1981, akşam uyku saati öncesinde rahmetli Adile Naşit ekran başına çağırırdı hepimizi: Ahmet, Murat, Ayşe neredesiniz kuzucuklarım! Heyecanla beklerdim benim de adımı söyleyecek diye. Okul ödevleri zaten yapılmış ve bitmiş olurdu. Adile Teyze’nin bize anlattığı masalı dinledikten sonra hooop hemen yatağa, uykuya! Sabah erkenden kalkıp okul yolu tutulacak. Benim yaş gurubumun mutlaka hatırlayacağı tekerleme sanırım şöyleydi:

Erken yatarım, erken kalkarım.
Bir yumurtayı sütle çırparım.
Birazcık peynir, birazcık ekmek,
Aman efendim ne güzel yenir.
Sabah olunca karnım doyunca,
Çantama kitap kalem koyunca,
İster yaz olsun ister kış olsun,
Giderim okula ben tıpış da tıpış.
Okulun yolu, taşlarla dolu,
Biraz da yokuş, yap beni bir kuş!

Tekerleme sağlıklı beslenen bir çocuğu anlatıyor. Erkenden yattı, sabah erkenden kalktı. Okula gitmek için heyecan içinde, bununla birlikte sağlıklı kahvaltısını yaptı. Okula gitmek için çantasını topladı ve biraz yokuş olan yolda hızlıca yürüyerek derse yetişti.

Her zaman doğruyu söyleyen çocuk

80’ler kuşağının çocukları olarak, okuldan gelir gelmez çantayı kapıdan eve atıp, doğru aşağıya koştururduk. Aşağıda sokağa 2 tane taş koyunca, olur sana işte kale. Sokağın kendi içinde bir hiyerarşi düzeni vardı. Sokak oyunları ve arkadaş ortamı tüm çocuklara kazanmayı ve kaybetmeyi öğretirdi. Takım olmayı ve gerektiğinde hakkını korumayı öğrenirdik. Hatta oyunda top kaleyi işaret eden taşın üstünden geçtiğinde, gol olup olmadığına kaleci çocuk karar verirdi. Gerektiğinde kendi takımı aleyhine dahi olsa, her zaman doğruyu söylerdi o çocuk.

Karnı acıkan ya da susayan çocuklar, hep birlikte en yakındaki bir teyzenin kapısı çalıp su isterdi. Yağlı salçalı ekmek dilimleri havada uçuşurdu. Birlikte yenir, eğlenir, oynanırdı. İstanbul ili, Bakırköy ilçesi, Çamlık semtinde tüm apartmanların arka bahçeleri meyve ağaçlarıyla doluydu. Apartmanların bahçesinden mevsimine göre elma, erik, kiraz, şeftali, dut, incir toplar yerdik. Evet, ağaçlara tırmanıp, düşüp kalkıp tekrar tırmanarak en güzel meyveyi ağacın en ucundaki daldan kopartmaya çalışırdık. Günümüzde ise anne ve babalar, çocukları telefon ekranından başlarını kaldırıp, biraz hareket edip spor yapabilsin diye ne yapacaklarını düşünüyorlar. Nasıl büyük bir dilemma!

Akşam müsaitseniz annemler oturmaya gelecekler

Hatırlar mısınız, akşam olduğunda, aile gezmesi için komşuya müsaitlik durumunu öğrenmek için evin küçük çocuğu gönderilirdi:

– Ayşe Teyze, akşam müsaitseniz annemler size oturmaya gelecekler!

Ayşe Teyze’miz müsaitlik durumuna göre, akşam yemeğinden sonra çaya gelecek olan komşuları için hemen bir kek, börek atardı fırına. Apartmanda komşuların ailece akşam misafirliği oturmasına gitmeleri, aslında bir uygarlık göstergesiydi. Bir araya gelen aileler, kendi aralarında akşam sohbeti ile fikir alışverişi yaparlardı.

Bu noktada Roma İmparatorluğu antik şehirlerindeki forum meydan alanlarının önemini hatırlamak faydalı olacaktır. Toplumda farklı tüm görüş ve düşüncelerin özgürce paylaşıldığı bu forum alanları, şehirdeki herkesin buluşma noktası olarak işlev görüyormuş. İnsan, duygu ve düşüncelerini diğerine aktardıkça, yaşamda gerçek anlamda var olduğunu hisseder. Diğerleri ile sözlü ve sözsüz iletişim aracılığıyla bütünleşiriz. Afrika kökenli Ubuntu dilinde, savanada dolaşırken karşılaşan insanlar şu şekilde selamlaşıyorlar:

– Sawubona! (Türkçesi: Seni gördüm!)
– Sikhona! (Türkçesi: Böylece ben varım!)

Yani, diğerinin selamını alan kişi, onun kendisini görüp selamladığı ana kadar, kendi varlığının eksik olduğunu itiraf ediyor.

Mahallenin uygar dünyaya açılan kapısı

İşte çocukluğumuzdaki akşam misafirlik oturmaları, ailelerin birlikte zaman paylaştığı değerli hatırlara dönüşmüş durumdadır. Yaşam bakışında çok farklı görüşler de bile olunsa, herkes kendi yaşam penceresini diğer aile ile saygı ve sevgi çerçevesinde paylaşırdı. Misafir aile ile konuştukça ve onları dinledikçe, karşılıklı empati kurmaya başlanırdı.

Mahallenin uygar dünyaya ait olan temel yapı taşı ise aile çay bahçeleriydi. Anne, baba ve çocuklar birlikte süslenip, püslenip akşam yürüyüşü ile aile çay bahçesine gidilirdi. Çay, oralet, gazoz ve dondurma unutulmayan lezzetler olarak halen hatırlarımızdadır. İşte aile çay bahçeleri, ailenin birlikte olduğu, kadın ve erkeğin yaşama birlikte katıldığı sosyal ortam görevini üstleniyordu. Komşu masadaki aileler ile başlayan sohbetler, kadın ve erkeğin medeni dünyada birlikte sosyalleştiği ortam sağlıyordu. Böylesi ortamlarda büyüyen çocuklar, büyüdüklerinde anne ve babalarından gördüklerini uyguladılar. Çocuklar görür, çocuklar uygular! Ailelere danışmanlık desteğinde sıklıkla kullandığım şöyle bir söylemim vardır:

– Çocuklar kulaklarından değil, gözlerinden terbiye olurlar!

Yani bir çocuğumuzun nasıl davranmasını istediğimizi ona on defa söylemek yerine, biz uygulayarak örnek teşkil etmeliyiz. Odasına geçip, kitap okumasını istediğimiz çocuğumuz, bizim o sırda ne yaptığımıza bakacaktır. Elimizde akıllı telefonda gezinip durduğumuz sırada, acaba çocuğumuza nasıl örnek oluyoruz? Şimdi tekrar 80’li yıllardaki yolculuğumuza devam edelim.

Süper Baba, Mavi ay ve McGayver

Akşam gezmesinde buluşan çocuklar, büyükleri rahatsız etmeden kenarda yorulana kadar oynardı. Televizyonda Perihan Abla, Bizimkiler, Süper Baba gibi yerli dizilerin yanı sıra, Mavi Ay ve McGayver gibi yabancı diziler çok sevilirdi. Sevgi ve paylaşımın değerini anlatan, pozitif mesajlar içeriyordu eğlence programları. Televizyon izlerken bazen uyuya kalan çocukları, babalar kucaklayıp eve götürürdü.

80’lerin çocukları olarak izlediğimiz çizgi film kahramanlarını hatırlayalım: Atom Karınca, Marko, Arı Maya, Taş Devri, Yakari, Pembe Panter ve Voltran. Bugünün çocukları YouTube platformunda acaba hangi içerikleri tüketiyorlar? Anne babalar olarak, çocuklarımızın en sevdiği YouTube kanal ve karakterlerini ne kadar biliyoruz?

İzlediğimiz dizi ve filmlerdeki içerikler ve karakterleri zihin süzgecinden geçirmeden yaşamımıza davet ediyoruz. Dizilerdeki karakterlere benzeyerek, onlar gibi olmak istiyoruz. İşte burada geçmiş ve bugün arasında önemli bir fark bulunmaktadır. Ailenin ve sevginin değerini yücelten yapımlar yerine, ne yazık ki günlük zevklerin ve kaba kuvvetin yüceltildiği diziler ve filmler sunuluyor.

Çocukluktan ergenliğe geçiş

Mahalle kültürüne ait anılarımızda gezintiye devam edelim. Hıdırellez zamanı geldiğinde, pikniğe gitmek için otobüs kaldırılırdı. Otobüse doluşan aileler, piknik alanında hamaklar kurulup, çocuklar top oynardı. Büyükler mangal yakarken, bir yandan da çay demlemeyle ilgilenirdi. Hep birlikte ip atlanır, kurulan kalelerde tüm baba ve çocuklar birlikte takım olunurdu. Akşam olup mahalleye dönüş yolunda, herkeste günün mutlu yorgunluğu gözlenirdi.

Çocukluktan ergenliğe geçiş sırasında, mahalledeki abiler biz erkek çocuklara yol gösterirdi. Bedensel hijyen nasıl sağlanır, nasıl sakal tıraşı olunur ya da hoşlandığın bir kız olduğunda, ona duygularını açmak için nasıl şiir yazılır? Bir randevu buluşmasında nereye gidilir, pastanede kek ve limonata siparişi nasıl verilir, bunları bile öğretir, anlatırdı mahalledeki bizden yaşça büyük abilerimiz. İşte o abilerin, ablaların yerini bugün dolduracak kimse yok! Ne mahalle oyunları kaldı ne de sokakta oynayan çocuklar. Kentsel dönüşümler ile yok olan mahalle kültürü ve dayanışması sonrasında, yapayalnız kaldık.

Umut, yaşam zorluklarına karşı, gelecek için beslediğimiz direnme gücümüzdür!

Toplumsal dayanışma

Umudumuz vardı. Gelecek ile ilgili umutlarımız vardı. Çocuğumuz liseyi bitirince, şurada işe girecek. Kendi ekmeğini kazanacak. Çocuğumuz lise tahsili yapmayıp, ilkokul mezunu bile olsa bir iş bulup, hayatını kuracağı ile ilgili umudu taşıyorduk. Ya da okumaya devam edecek, şu üniversitede bu bölümü tercih edecek, diye hayal kurardı anne ve babalarımız. Emekli olduktan sonra neler yapmak istediklerini birbirine anlatırdı anne ve babalarımız. Toplumsal dayanışma, iyi günde zor günde bir olmayı sağlardı. Mahalledeki bir ailenin acısı, herkes tarafından paylaşılırdı. Bugün ise neredeyse karşı komşuyu tanımadığımız lüks sitelerde yaşamanın ızdırabını ruhumuzun karanlık dehlizlerinde hissediyoruz.

Binlerce yıl içinde insan yaşamının gelişmesine tanık oluyoruz. Toplum 1.0 olarak adlandırabileceğimiz ilk Homo Sapiensler, Neandertaller ile dünyayı paylaşıyorlardı. Toplum 2.0 insanları ise ateşi kontrol etmeyi öğrenirken, Toplum 2.1 insanları toprağı işleyerek tarımı geliştirdi. İlk olarak yabani hayvanları evcilleştirmeyi başaran bu insanlar, beslenme sorununu çözdüler. Bununla birlikte yerleşik yaşama geçildiğinde, güvenlik sorunu başladı. Verimli topraklar için kısıtlı kaynakları paylaşmayı savaşarak öğrendik. Bu yaşam koşullarındaki atalarımız okuma, yazma, sanat ve teknolojiyi geliştirerek Toplum 3.0 altyapısını oluşturdular.

Yapay zekâ ve günlük yaşam

Beslenme ve güvenlik için daha az vakit harcayan insan, düşünmeye ve üretmeye başladı. 18. yüzyılda sanayi devrimi ve buharlı enerjinin üretim gücüne katılmasıyla Toplum 4.0 şekillendi. Teknoloji ve bilgisayar çağı olarak adlandıracağımız Toplum 5.0 ise haberleşmeyi ve bilgiye ulaşmayı hızlandırdı. Bilgi artık her yerde. Ekranlarımız tıka basa bilgiyle dolu. Günümüzde bilgi kirliliği içinde, doğru bilgiye ulaşmak ise bir öncelik haline gelmiştir.

Yapay zekânın gelişmesi ve günlük yaşama entegre olması ile Homo Deus denilen, trans-humanizm ile insanın dönüştüğü Toplum 5.1 dönemindeyiz. Böylesi bir dönemde, insan kalmak için, ruhumuzun sakinleşmesi için yavaşlamamız gerekiyor. Unutmamalıyız ki, fast food kültürü ile ayakta beslenme alışkanlığı bizleri kontrol etmek istiyor, oysa akşam sofrasına babamız işten gelmeden oturmaz, onu beklerdik. Tam da dijital dönüşümün bizden beklediği şekilde, kendimizi hoyratça yüzeysel zevkler peşinde buluyoruz. Hayatlarımızı akıllı telefonda yukarıya hızla kaydırdığımız ekran gibi yaşıyoruz. Çabuk sıkılıyoruz ve her şeyden sıkılıyoruz. Hiçbir şey bizi mutlu ve memnun etmezken, daha çok tüketerek, aslında yok oluyoruz! Bu yok oluşun farkında olmalıyız!

Yaşamda tüketerek değil, üreterek var oluruz!

Daha iyisi, daha güzeli çıkmış. Onu da alayım! Yenisini almam gerekiyor! Yenisini almak için daha çok çalışmam gerekiyor! Daha çok, daha çok çalışan ruhlarımız ise adım adım eksiliyor. Haftada 40 saatin üzerinde çalışan insanların ruhları acı ve ızdırap içindedir. Kendini ifade etmek için hobi geliştirmeyip, kendisine ve sevdiklerine zaman ayıramaz. Yaşadığı şehre yabancılaşır. Bir sahil kenarı yürüyüşü yapmadan, mahallesindeki bir parkta oturup ağaçları, kuşları, doğayı gözlemeyen insanların ruhları her gün eksiliyor! Ruhu, yani yaradılış kaynağı ile bağlantısı her gün adım adım kopan Trans-hümanizm Homo Deus ise biyolojik robotlara dönüşüyor. Toplumda sıklıkla şu söylemlere denk geliyoruz:

– Ne oldu bu insanlara? Nasıl olur da bir insan böyle yapar?

Hiç şaşırmayın. Kendi varlığını ifade konusunda sağlıklı bir yöntem geliştirmeyen insanlar, ilkel beyin bölgesinin dürtüleri ile hareket ederler. Orta ilkel beyin bölgesinde limbik sistem denen yapının içindeki amigdala bölümü, en derin ilkel güdülerin kodlandığı merkezdir. Duygusal tepkiler ve savaş-kaç yanıtları bu beyin bölümünde oluşturulur. Eğer insanın yaşamında sanat, kültür, edebiyat gibi uygar yaşama ait kodlar ne kadar yoğun ise, oluşturduğumuz yanıtlar üst beyinde yer alan prefrontal korteks tarafından yönetilir.

Bir olay ve durum karşısında vereceğimiz yanıtı orta beyin bölümündeki amigdala mı, yoksa üst beyindeki prefrontal korteks mi oluşturacak? Zamanımızı nerede ve nasıl değerlendirdiğimiz, bu yanıtı oluşturmaktadır. Bir hatırlatma ile yazıyı tamamlamak isterim:

Hepimiz, yaşamımızda en yakın iç çemberimizde yer alan 5 kişinin ortalamasıyız!

Sizin en çok zaman paylaştığınız, en çok fikir ve duygu alışverişinde olduğunuz 5 kişi kim? Her birey yaşadığı toplumun yanıtlarını öğrenir ve uygular. Acıktığımızda bir dilim salçalı ekmeği gömüp, sokakta oyuna koşturan çocuklardık. Bu dünya hepimizin! Daha çok alıp biriktirdikçe, aslında eksildiğimizi fark etmeliyiz! İşte o zaman paylaştıkça, çoğaldığımızı hatırlayacağız!

Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Fikir Turu’nun editöryel politikasını yansıtmayabilir.

Bu yazı ilk kez 14 Kasım 2023’te yayımlanmıştır.

Bora Küçükyazıcı
Bora Küçükyazıcı
Dr. Bora Küçükyazıcı – Klinik psikolog ve aile danışmanı. 1973 yılında İstanbul'da doğmuş. Cağaloğlu Anadolu Lisesi'nden mezun olmuş, tıp hekimliği eğitimini Akdeniz Üniversitesi Tıp Fakültesi tamamlamış. Anadolu’nun birçok yerinde çalıştıktan sonra Actavis’te medikal yönetici, biyo-teknoloji şirketi USA Genzyme’de ise Business Unit Manager (iş birikimi yöneticisi) olarak görev yapmış. Katıldığı uluslararası eğitim ve yönetim toplantılarında Türkiye`yi birçok defa temsil etmiş. “Farklılaştırma Stratejisi ve İletişim” konulu çalışması ile yurt dışında “En Başarılı Uygulama” ödülünü almış. St. Clement’s Üniversitesi Klinik Psikoloji alanında doktora programında tamamladığı çalışmalar şöyle: Çocuk ve Yetişkin Psikolojisi, Yaşlılık Psikolojisi, Sosyal Psikoloji, Günümüzde Psikoterapi, Aile Sosyolojisi, Çocuk Psikopatolojisi, İletişim Psikolojisi. Ayrıca Philadelphia University, Yale University, The State University of New York, Maltepe Üniversitesi’nde eğitim programlarına katılmış, sertifikalar almış. biyo-teknoloji, dijital ebeveynlik dönüşümü ve Z Kuşağı çocuk yetiştirme konularında çalışmaları var. Yayımlanan ilk kitabı: “Çocuk Büyütürken En Sık Sorulan 100 Soru ve Cevap”…

YORUMLAR

Subscribe
Bildir
guest

2 Yorum
Eskiler
En Yeniler Beğenilenler
Inline Feedbacks
View all comments

Son Eklenenler

2
0
Would love your thoughts, please comment.x