Ekim ayı Güney Kafkasya’da çatışmaların hızlanmasıyla başladı, İzmir’deki deprem ile sona erdi. Arada da bir yandan her alanda siyasi, ekonomik tartışmalar yapmaya, pandeminin genişleyen ve her alana sirayet eden etkisini görmeye ve şaşırmaya fakat yaşamın bazı küçük güzel yönlerini de keşfetmeye devam ettik. Fikir Turu’nun Ekim ayı yazıları ve çevirileri de hep bu çerçevedeydi.
Kafkasya ile ilgili ilk yazımız, çatışmaların bu sefer farklı olduğunu ve alışılmışın aksine bir yöne evrileceğini, bu dondurulmuş sorunda yeni denklemler kurulacağını anlatıyordu. Dr. Ramin Sadıgov, Güney Kafkasya’da yeniden tırmanan gerginlik: Karabağ çatışmalarında 3. Safha başlıklı makalesiyle yeni bir döneme girildiğini ilk söyleyenlerden biri oldu. “Azerbaycan-Ermenistan çatışmalarında bu sefer farklı olan ne, çatışmalar Kafkasya’nın yeni denkleminde nasıl sonuçlanabilir?” sorularının yanıtlarını ve değişen uluslararası dengeleri Prof. Dr. Mitat Çelikpala’nın kaleminden okuduk.
Bu çatışmanın gidişatını her daim belirleyen Rusya’nın, Ermenistan’a bakış açısının neden değiştiğini, Rusya’nın Dağlık Karabağ için çözüm planını Rusya Araştırmaları Enstitüsü Başkanı Prof. Dr. Salih Yılmaz yazdı. Bu çatışmadaki diğer önemli bir aktör olan İran’ın çelişkili gibi gözüken tutumunu, Tahran’ın Karabağ politikasının temellerinde hangi düşüncelerin, risk analizlerinin ve hesaplarının olduğunu da İran uzmanı Arif Keskin aktardı.
Ekim ayının yoğun gündemindeki başka bir konu da KKTC seçimleri ve Maraş bölgesinin kademeli olarak açılmasıydı. Prof. Dr. Mehmet Hasgüler, Maraş’ın açılmasını, bu adımın getirdiği fırsat ve riskleri, konuyu güncel siyasete kurban etmeden soğukkanlı bir şekilde tartışmanın yolunu yazdı.
Ekim ayında iyice şiddetlenen bir diğer konu da Fransa ile gerginlik, Fransa’daki saldırılar ve bu ülkedeki İslamofobi oldu. Fransa’daki İslamofobinin anatomisini, sığ ve yüzeysel yorumlar yerine konunun kökenine inerek, hangi süreç ve etkenlerin Fransa’yı bugüne getirdiğini siyaset bilimci Sinan Baykent inceledi. Baykent, Fransa ve Avrupa’nın bütün insanlığı etkileyebilecek yeni bir küresel trajediye sebebiyet vermemek için ne yapması gerektiğine de değindi.
Güzel şeyler de oldu
Aslında geçtiğimiz ay güzel şeyler de oldu. Nobel Barış Ödülü Birleşmiş Milletler Dünya Gıda Programı’na (World Food Programme) verildi. Dünya üzerinde en az 270 milyon insan kıtlık nedeniyle ölümle burun burunayken, program yaptığı çalışmalar sebebiyle ödüle layık görüldü. 2020’nin mart ayına kadar Birleşmiş Gıda Hakkı Raportörlüğünü yürüten, programın ses getiren pek çok önemli raporunda imzası olan Prof. Dr. Hilal Elver de Fikir Turu için yazdığı makaleyle “Nobel Barış Ödülü’nü hak etmek için ne yaptık?” sorusuna yanıt verdi.
Gıdanın, gıdaya erişimin önemini pandemi döneminde bir kez daha anladık. Ancak beslenme biçimlerimizi değiştirmezsek, hem de gıda kıtlığı hem de beslenirken çevreye verdiğimiz zarar artabilir. Zira gıda sistemimiz, iklim değişikliğine neden olan sera gazı emisyonlarının dörtte birinden sorumlu. Örneğin sadece 150 gram bifteği üretmek için 2 bin 312 litre su kullanılıyor. Dünyanın kaynakları 2050’de 10 milyar insanın ihtiyaçlarını karşılamaya yetmeyebilir. Yeşil diyetisyen Damla İkbal Ceyhan sürdürülebilir beslenmenin kodlarını, beslenme sistemimizi değiştirerek bu gidişatı değiştirmenin yollarını yazdı.
15 dakikalık kentler hayal mi?
2020’nin başından beri yaşadığımız pandemi deneyimi beslenmemizden yaşadığımız şehirlere, tüketim alışkanlıklarımızdan hayat tercihlerine pek çok şeyi sorgulamamıza neden oldu. Kurduğumuz toplumsal düzenin ne kadar kırılgan olduğunu pek çok alanda gördük. Şehirlerin yeniden tasarımı ve çeşitli modeller de bu süreçte sıkça tartışılıyor. Hatta Paris “15 dakikalık kent” konseptini uygulamaya geçireceğini açıkladı. Prof. Dr. Osman Balaban pandemiye sebep olanın yaşadığımız şehirlerdeki düzen olduğunu belirtirken, bankları tek kişilik yapmak gibi geçici önlemlerle şekillenen pandemi şehirciliğinin neden çözüm olmadığını, nelere dikkat edilmesi gerektiğini, alternatif kentsel çözümler bulmazsak bizi nelerin beklediğini “Pandemi sonrası yeni kentsel çözümler” başlıklı yazısında ele aldı.
Kapitalizm de COVID-19 sonrası çok tartışılan, gözden geçirilmesi önerilen kavramlardan… Dünya Ekonomik Forumu’nun kurucusu ve halen başkanı Klaus Schwab da Project Syndicate’de yayımlanan yazısında, “Covid-19 sonrası dünyada, kapitalizmi, neo-liberalizmi yeniden düşünmek zorundayız” diyerek sermaye ve büyük şirketlere düşen rolleri gözden geçirmeyi ve yeni bir tür kapitalizm geliştirebilmek için “Büyük Sıfırlama” öneriyor. Yazının önemli bölümlerini çevirerek okurlarımızla paylaştık.
Bu ay yayımladığımız bir diğer çeviri de benzer sorulara yanıt arıyordu. “Refah devletinin altın yıllarında dönmek mümkün mü?” başlıklı makale, 1950-1980 arasında Batı’daki refahın bir nedeninin de demokratik kapitalizm olduğunu, hakları korunan emek ve sermayenin işbirliği yaptığı, sosyal devlet kavramının geliştiği o dönemin neo-liberalizmle bitişini hatırlatarak şu soruyu soruyordu: Pandeminin dayattığı koşullar o ‘altın yılları’ geri getirebilir mi?
40’ından sonra meslek değiştirmek
Pandemi iç dünyamızı da çok etkiledi. Bu dönemde hayati kararları bir çırpıda alanların, işten ayrılanların, şehir değiştirenlerin sayısı hiç de az değil. 49 yaşında avukatlıktan psikologluğa geçen Yıldız Hacıevliyagil, “40’ından sonra meslek değiştirmek” yazısında, kendi deneyimlerine dayanarak “Gönlünüz size ileri bir yaşta hayatınızın önemli bir unsurunu değiştirmeniz gerektiğini söylüyorsa ne yapmalısınız?” sorusuna yanıt verdi.
Yıllardır mutluluk ve erdemler üzerine çalışan psikolog Dr. Pelin Kesebir ise belki de pek çok insan için hayati bir soruya Fikir Turu için yazdığı makalede yanıt aradı: Mutluluğu nerede arama(ma)lı? Çoğu zaman yapıldığı gibi soruyu da havada bırakmayıp araştırmaların ve bilimin ışığında öneriler de getirdi.
Sosyal medya, tekno-milliyetçilik ve gelecek
Ekim ayı boyunca dünyanın gündeminde olduğu için bizim de yazılarımızda irdelemeye çalıştığımız başka bir konu da sosyal medyaydı. ABD’nin, Çin orijinli TikTok gibi uygulamaları hedefe koymasının yarattığı tartışma dalgalarını size aktarmaya çalıştık. Bu çerçevede de Doç. Dr. Çiğdem Bozdağ’ın Tekno-ulusalcılık ve sosyal medya: TikTok örneği yazısını ve Prof. Dr. Çağdaş Üngör’ün ABD ve Çin arasında süregiden yeni Soğuk Savaş’ı ve bu yeni dönemde Türkiye’nin nerede durduğunu anlatan “Yeni Soğuk Savaş’ın teknoloji cephesi: Türkiye için orta yol var mı?” yazılarını dikkatinize sunduk.
Rusya’nın bu mücadeledeki önemli araçlarından biri olan Telegram gerçeğini, başta Belarus’taki protesto gösterileri olmak üzere neden pek çok ülkede yaygın olduğunu, kimlerin Whatsapp’a alternatif bu programı kullandığını, uygulamanın hedeflerini ve risklerini de Dr. Orhan Gafarlı anlattı. Ülkeler arasında bu yakıcı rekabet sürerken, kullanıcılarını diğer şirketlere pazarlanacak ürün olarak görmeyen sosyal medya alternatifleri ortaya çıkmaya devam ediyor. Sosyal medyanın içinden geçtiği dönüşümü de Doç. Dr. Nazlı Aytuna’nın kaleminden sizlere sunduk.
ABD seçimleri ve 2025 – 2030’a dair dünyayı bekleyen 4 senaryo
Geleceğimizi etkileyecek konulardan biri de ABD’de 3 Kasım’da yapılacak seçimleri kimin kazanacağı. Zira ABD seçimleri, dış politikada izolasyona devam mı, hegemonya arayışına geri dönüş mü sorusuna da yanıt verecek. Bu çerçevede, Prof. Dr. Tarık Oğuzlu, ABD dış siyasetine ilişkin ufuk açıcı bir fikir egzersizi yaptı.
Belki de ABD’nin en İsrail yanlısı başkanlarından biri olan Trump’ın ikinci döneminin olup olmayacağını, seçimin kaderinin nasıl belirleneceğini Zeynep Özyol’un; Trump’ın Ortadoğu mirasını ve iktidarda kalırsa, Türkiye’nin nasıl etkileneceğini de Doç. Dr. İsmail Numan Telci’nin kaleminden okuduk.
Yayımladığımız bir çeviriyse 2020 ABD seçimlerinin çok ötesine bakıyordu. Stratejik ve Uluslararası Araştırmalar Merkezi’nden (CSIS) uzman bir ekip 2025 – 2030 döneminde küresel güvenlik ortamını ve büyük güç rekabetini şekillendirecek önemli jeopolitik, askerî ve teknolojik eğilimleri araştırarak, konuyla ilgili bir makale kaleme aldı. Önemli bölümlerini okurlarımızla paylaştığımız yazıya göre, yeni dünya düzenini, aşıyı kimin bulacağı belirleyecek. ABD-Çin dengesinin nasıl kurulacağı üzerine şekillenecek dünyayı gevşek bir çok-kutuplu düzen bekliyor.
Geleceğimizi belirleyecek jeopolitik düzen öngörülmeye çalışılırken göz ardı edilmemesi gereken çok önemli etkenlerden biri de küresel ısınma. Stratejist Dominique Moïsi, öne çıkan bölümlerini çevirdiğimiz makalesinde gezegenin sıcaklığında ortalama yarım derecelik bir artışın dünya çapında ölümlere yol açan çatışmaları %10 ila 20 oranında artırabileceğine dikkat çekiyordu.
Bugün aslında ne zaman başladı?
Futürizm, jeopolitik, strateji ve daha birçok sosyal bilimler alanındaki çalışma geleceği öngörmeye çalışıyor. Oysa bazen geleceği okumak için geçmişe bakmak gerekiyor. Pandemi, ekonomik bunalım, otoriter liderler, artan gerginlikler… 100 yıl öncesini tekrar yaşadığımızı düşünenlerin sayısı az değil. Kanadalı tarihçi, Paris 1919: Dünyayı Değiştiren 6 Ay’ın da bulunduğu çok sayıda kitabın yazarı Margaret MacMillan da Foreign Affairs’de yayımlanan uzun makalesinde felaketler çağı olarak bilinen 20. yüzyılın ilk yarısında uluslararası krizleri ustaca çözen adımları hatırlatıyordu. Çevirisini yayımlamaktan mutluluk duyduğumuz MacMillan’a göre, yaşananların tekrar etmemesi sağduyulu devlet adamlarının elinde, tarihin tekerrür etmemesi için onu iyi okuyan liderlere ihtiyaç var.
Günümüzün önde gelen jeopolitikçilerinden Robert Kaplan da günümüzün tu kaka kavramlarından biri haline gelen “emperyalizm”i ele alıyordu National Interest’teki yazısında. Önemli bölümlerini çevirdiğimiz makale, emperyalizmin aslında ölmediğini, Çin, Rusya ve ABD’nin eylemlerinin neden emperyal nitelikte olduğunu ele alıyordu.
Kahvenizi nasıl alırsınız?
Fikir Turu’nda yapmaya çalıştığımız şeylerden biri de, yaşama ve insana dair sorulara yanıt aramak; hayatımızın birer parçası olan, çoğu zaman dikkat etmediğimiz olaylara, unsurlara daha yakından bakmak. Bu ay yayımladığımız çevirilerde, bu amacı göz önünde bulundurduk.
Yaşamımızın ayrılmaz parçası kahvenin çekirdeklerinin nereden geldiğini, kalitesi, doğru hazırlanıp hazırlanmadığı ve etik kurallarını anlatan çeviri yazımızla günlük alışkanlıklarınıza keyif katmayı umduk. Zaman zaman da okurlarımızı düşündürmeyi hedefledik zira 21. yüzyıl insanı olarak artık ayakta dengede durma yeteneğimizi yitirmeye başladık. Nasıl bu hale geldiğimizi, pilates, koşu bandı gibi eylemlerin dengemizi korumamıza neden yardım etmediğini ve dengemizi nasıl koruyabileceğimizi “Nasıl bu hallere düştük?” başlıklı çevirimiz sayesinde öğrendik.
Pandemi ve dokunmadan kaçınmanın bedeli
Pandeminin hayatımızdan çıkardığı pek çok şey var, bunlardan biri de, dokunmak. Oysa dokunma ruh ve bedenlerimizin ilişki kurmasında, sosyal bağlarımızda çok önemli bir araç, adeta kendine özgü bir dili var. Ancak pandemi sürecinde bundan mahrum kaldık. Yayımladığımız çeviride “Dokunmadan yaşamaya çalışmanın bedeli ne olacak?” sorusuna yanıt aradık.
Dokunmak hayatımızdan çıkarken beklemek de yaşamımızın önemli bir parçası haline geldi. COVID-19 virüsünün zayıflamasını, aşının hazır olmasını, pandeminin sona ermesini ve kimbilir daha neleri bekliyoruz. Ancak beklemek çoğu zaman çok da zevkli olmayabiliyor. Yıllardır bu konu üzerine çalışan Prof. Jason Farman’ın kaleminden genelde âtıl zamanlar olduğu gördüğümüz bekleme anlarını daha iyi kılmayı, daha iyi ve güzel beklemenin beş yolunu öğrendik.
Pandemi, devlet – vatandaş ilişkisi ve güvenlik
2020 bitiyor ama maalesef salgın yeniden canlandı, rekor sayıda vaka tespit ediliyor. Fransa, Almanya, İngiltere yeniden sert önlemlere başvuruyor, sokağa çıkma yasakları geliyor. Alınan önlemler en başından beri tartışmaları da beraberinde getiriyor, bazı ülkelerde tedbirlere karşı gösteriler düzenleniyor.
Devletler güvenlik politikalarını pandemi tecrübesiyle yeniden şekillendirmek zorunda.
Doktora çalışmasını Osmanlı’dan bugüne kamu güvenlik politikaları üzerine yapan Dr. Emre Aydilek de bu süreçte, devlet – vatandaş ilişkisinin güvenlik boyutunu inceledi. Pandemi koşullarına uygun, vatandaş odaklı ve 21. yüzyıl dinamiklerine adapte olmuş nasıl bir güvenlik politikasına ihtiyaç olduğunu anlattı.
Bazı ülkeler ise bu süreci daha da zor şartlarda geçiriyor. Suriye bunlardan biri… Yaklaşık 10 yıldır devam eden çatışmaların yakıp yıktığı Suriye halkı şimdi de resmî istatistiklerde açıklanandan çok daha fazla can alan pandemiyle boğuşuyor. Test sınırlı sayıda yapılabiliyor, ekipman yok. Sürü bağışıklığına terk edilen halk bunun nüfusu azaltmak için bir yöntem olduğundan şüpheleniyor. Yayımladığımız çeviride, pandeminin çok görünmeyen yüzüne de ışık tutmak istedik.